Birinci Günden Sevişelim Diyen Erkek
hiçler acısı.
makul bir tanrı. makul bir sanrı.
Yanlış yapıyorduk. Yanlış insanlarla yaşıyorduk. Yanlış dostlarımız vardı. Yanlış sevgililerimiz. Yanlış sevgililerimizin nefeslerine karışan yanlış nefeslerimiz vardı. Yanlış yapıyorduk işte, bildiğin yanlış yapıyorduk. Çünkü biri gelip de öğretmemişti bize doğru yapmayı, doğru yapmanın ne demek olduğunu, ya da doğrunun. Bilmiyorduk işte. Bildiğimiz tek şey yanlış olduğumuzdu. Çünkü doğru insanlar böyle diyordu, biz de inanıyorduk. İnanıyorduk ve seviyorduk. Çünkü sevmediğimiz şey doğrulardı. Doğru olanlardı. Çünkü doğru olmak, çoğunluk olmak anlamına geliyordu ve biz değildik. Olmayı hiç istemediğimizden değildik. Yanlış kaldık hep. Bu, yanlış kalmak anlamına gelse de. Çünkü azınlıktık biz. Azınlığın içinde bile azınlıktık. Çünkü farklıydık. Çünkü dört kişinin dinlediği bir radyoyu dinliyor ve kimsenin bilmediği bir frekansta birbirimizi emiyorduk. Birbirimizi tanımıyorduk bile. Tanımayı bile istemiyorduk. Var olmayı bile istemiyorduk. Makul bir saygıydı beklediğimiz. Tanrıdan. En azından yanlışlıkla da olsa bizi var ettiği için. En azından yanlışlıkla da olsa saçmalayabildiğimiz için. En azından.
Türklerin İslamiyeti Seçmelerinin İkinci Günü
+ zekat bozulmaz. oruç o. zekat fakirlere verilen.
- hadi ya? ben de namaz veriyodum fakirlere.
+ nasıl verirsin ki namaz?
- karşılığında abdest alıp işte... öyle değil miydi?
+ namaz kılınır kılınır...
- e fakirler aç mı kalsın?
+ zekat ver işte onlara da!
- zekat fakiri bozar diye ayet yok muydu?
+ yav sen hiç dinlememişsin ki ama...
- benim kalbim temiz.
Basamak oluşturan insanlar
Piramitlere gelince mesele işin rengi çok değişirdi. Sütün bozulmadan yoğurda dönüşmesi, yaraların piramidin içinde daha çabuk iyileşmesi falan. Acayip hikayelerdi. Tarihsel gerçeklerin kurgulanması ile oluşan filmler hep dikkatimi daha az çekerdi. Absürt makyajlı firavunlar ve eziyet ettikleri Yahudilerin anlatıldığı filmler güçlüye karşı nefret, zayıfa karşı yardım etme arzusu uyandırmakla birlikte bu tarz filmlerde zaman zaman sıkılırdım.
Yine de Firavunların anlatıldığı bir canlandırmayı hiç unutmam. Büyük bir keşif yaptığımı zannetmiş ve tüm sosyal yaşantıyı sorgulamıştım. Firavun bir yerden aşağı inmek istiyordu ve köleleri yere yatarak merdiven oluşturuyorlardı, Firavun insanların üzerlerine basarak aşağı iniyor ve bunda garip bir şey yokmuş gibi davranıyordu. Durdum ve düşündüm. Birileri her gün benim de üstüme basıyordu. Üst kat komşumuz ve çocukları her gün benim oturduğum salonda geziniyor ve üstüme basıyorlardı. Kim ne derse desin medeni dünyada firavun hükmü geçerliydi ve sosyal düzene saygım kalmamıştı.
Ertesi gün uyandım, gece kabuslar görmüştüm sürekli. Üst kat komşularımız salonlarında geziniyor ve nasılda o salağın üstüne basıyoruz diye naralar atarak gülüyorlardı kabuslarımda. Yataktan kalktım, yüzümü yıkadım. Sonra mutfağa geçtim, kendime bir bardak süt koydum. Sütün ısınmasını beklerken bir yandan salam kızartıyordum. Sofraya oturdum ve karnımı doyurmaya başladım. Karnım doydukça saçma düşüncelerden kurtuluyordum. Bir an düşündüm, acaba bende vitamin eksikliğimi vardı? Olmadığına karar verip üst kat komşumuza atari oynamaya gittim.
Kuyucaklı Dexter, Miamili Yusuf
Kuyucaklı Yusuf’u okurken muhakkak başkalarının da aklına geldiği gibi ister istemez Yusuf’u Anadolu’da yaşamış bir Dexter gibi gördüm. Kan gölü içinde kalmış küçük bir çocuk, devlet memurunun Yusuf’u evlat edinmesi, dünyaya karşı takınılan duygusuz yaklaşım… Belki biraz daha irdelendiğinde bulunabilecek daha pek çok benzerlik.
Yazarların birbirinden esinlenme ihtimalini göz ardı edersek eğer, bir katliamın küçük bir çocukta ne gibi hisler bırakabileceğine dair yürütülmüş benzer tahminler üzerine kurgulanmış iki farklı senaryoyla karşı karşıya kalırız. Lafı fazla uzatmaya gerek yok. Kuyucaklı Yusuf bir solukta okunan ve hala Türk yazın dünyasında hak ettiği yeri alamamış bir romandır.
Rüya
- rüya mı? hayır, sanmıyorum. her şey çok gerçekçi.
+ bir rüyadasın, ve yakında uyanacaksın.
- iyi o halde, uyanmak iyidir.
+ uyandığında, bu rüyaya dair hiçbir şey hatırlamayacaksın. uyanacaksın ve artık şimdiki sen olmayacaksın. başka birisin bu rüyanın ötesinde.
- hatırlamayacağım bir rüyadayım, öyle mi? şu kendime baktığımda gördüklerim, kendi hakkımda düşündüklerim hep yok olup gidecek yani uyandığımda?
+ evet. hatırlanmayan rüyanın hiç görülmemiş rüyadan farkı nedir ki? uyandığın anda, hiç varolmamış olacaksın. uyanan, sana yabancı biri olacak. şu anda uyuyan yabancı.
- fakat, her şey çok gerçekçi...
+ evet, gerçekçi. fakat, şu gördüklerin, bu içinde bulunduğun kurmaca dünya hiç var olmamış olacaksa, şu anda vardır diyebilir misin?
- var, görüyorum.
+ gözlerin de hiç varolmamış olacak.
- saçmalıyorsun. sana inanmıyorum.
+ biliyorum. bana inanmanı beklemiyorum. bu, inanılması imkansız bir gerçek.
- peki, ne yapmalıyım?
+ söylediklerimi unutmalısın.
- unutabilir miyim, bilmiyorum.
+ istemesen de unutacaksın yakında, sanki hiç duymamışsın gibi...
dün, bu zamanlarda.
Biz, hiç söylenmemiş bir şarkının, hiç yazılmamış melodisi gibiydik. Cesaret edemedik öyle kalmamaya. Yapamadık. Yapamazdık. Sadece bekledik. Hep bekledik. Biri gelsin de yazsın bizi diye. Biri gelsin de söylesin diye. Olmadı. Olamazdı çünkü. Gelmezdi kimse ve gelmedi de. Ve biz kaybettik. Biz kaybetmeye mahkum olduğumuz için kaybettik. Ve biz kaybetmeyi sevdik, delice, birlikte olabildiğimiz sürece, hep, hiç.
Hücre
Kuran'ın Yüksek Bir Yere Konması
Ölümcül Hastalık Umut
mustafa'yı beklerken.
Günlerden Pazar, en azından ben öyle hatırlıyorum.
“Bilmiyorum, söylemeli miyim acaba?” diyordu M, dalgın bakışlarını en yakın dostunun üzerine dağıtırken. Hava açıktı ve güneş girebildiği her aralıktan Haydarpaşa’nın içine doluyordu. Haydarpaşa doluyordu. İnsanlarla. Birilerini bekleyen, bir yerlere gitmeye çalışan, ya da oracıkta, hiçbir şey yapmaksızın, trenleri, rayları, vapurları ve dalgaları izleyip, kendilerini bulmaya çalışan insanlarla.
“Bence söylemelisin. O senin için değerli biriydi.” dedi B.
“Evet, öyleydi. Peki ya şimdi?”
“Şimdinin ne önemi var? Kaç yaşındasın, bugüne dek kaç kere farkına vardın geçmişin geçmediğinin? Zaman bir bütündür. Anlıyorsun beni, değil mi? O senin için değerli biriydi ve zaman o değeri yıkamayacak kadar basit bir şey. Sanki hiç yokmuş gibi. İsminden başka hiçbir değeri olmayan, değersiz bir şey gibi. Anlıyorsun, değil mi?” dedi B. Bakışları keskinleşmişti, baktığı yerde. Tam olarak baktığı yerde M'nin gözleri değil, garın eski ve daha da eskimeyi bekleyen taş mermerleri duruyordu.
“Doğru söylüyor olabilirsin.”
“Doğru söylüyorum.”
“Şunlara bak.” dedi M, tam önlerindeki iki kişiyi çaktırmadan işaret ederek.
B merakla; “Bir erkek ve bir kadın, ne olmuş onlara?”
M’nin yüzünde alaycı bir gülümseme oluştu. “Yeni karşılaştılar.”
“Ne var bunda.” dedi B, “Her gün milyarlarca insan karşılaşıyor birbirleriyle.”
“Bu öyle değil. Birbirleriyle karşılaşmak istemeyen iki insanın karşılaşması bu. İki eski insanın. Birbirleri için geçmişte değerli olan ve artık değerini yitirmiş, unutulamayacak kadar yitirmiş, sadece kötü hatırlanan, sadece kötü hatıralarda birbirlerine yer vermiş olan iki insanın karşılaşması bu.”
B tebessüm ederek karşılık verdi. “Nereden biliyorsun?”
“Bilmiyorum.”
“Ama biliyorsun.”
“Evet.”
“En azından birbirleriyle konuşabilme cesaretine sahipler o hâlde.”
“Geçmişte yeterince cesur olamadıklarından.” dedi M, o anda birbirlerine doğru yaklaşan ve yaklaştıkça adımlarını birbirlerinden öteye çekerek uzaklaşmaya çalışan bir erkek ve bir kadını yine çaktırmadan göstererek. “Bak onlara, kaçıyorlar. Unutma, bir yerlerde birbirlerini görüp, yollarını değiştirmeye çalışan eski bir çift varsa, orada yüzleşmekten korktukları hatıralar saklıdır. Bak, onlar geçmişte cesur olmuş olanlar. Ve bazen cesur olmanın bedeli, böylesine bir korkaklık olabiliyor. Ne yazık.”
“Yapma.” dedi B, “Onlar çift falan değil.”
“Belki de, kim bilir?”
En çok ben özledimççç
mestan.
O gün elim ilk defa iki bacağımın arasına farklı bir amaçla gitmişti. Farklı bir tattı. Ne olduğuna anlam veremeyeceğim kadar tatlı ve anlam verilemeyen her şey kadar da merak uyandırıcı, garip bir tattı. Çok değil, bir saat sonra da telefon çaldı. Evde tektim ve böyle zamanlarda telefona gitmek benim için dünyayı kurtarmaktan farksızdı. Açmadım. İkinci defa çaldı, bir daha ve bir daha. Birkaç çalışın ardından dünyayı kurtaran adam olmaya karar verdim ve bunu yaptım. Bilmiyordum o zamanlar dünyayı kurtarmanın, dünyamın başıma geçeceği anlamına geleceğini. Bilemezdim. Ve bana kalsa hiç bilmezdim, bilmek istemezdim; çünkü bilmek, ölmekten beterdir bazen.
Arayan babaannemdi. Sesi titriyordu ve sanırım ağlıyordu, emin değildim, hâlâ da değilim. “Deden ölüyor Mert, ölüyor o.” dedi bana. Ama dedem ölemezdi ki. İki kez kanseri atlatmıştı. Üç kez ölümden dönmüştü. Dört kez bana bayram harçlığı vermişti. Beş kez Beşiktaş Fener’i yenmişti ve buna o sebep olmuştu. Bilmediğim ve öğrenmediğim dualarıyla. Bilmediğim ve artık ağzımdan düşmeyen küfürleriyle. Beşiktaş Fener’i tam beş kez yenmişti ve beşinde de dedemin yüzünden yenmişti. Altıncısı olmayacaktı, çünkü dedem ölmüştü. Son bir defa göremeden ve onu gördüğüm son anı hiçbir zaman hatırlayamadan. Evin tam karşısında, kaldırımın önünde, bir çocuğun kiraladığı motosikletin tam on beş metre ötesinde. Hayalet motosikletin. Hayalet çocuğun. Hayal et, ya hayal olmasaydı?
Mezarda herkes ağlıyordu ve ben ağlayamıyordum. Babam ağlıyordu. Güçlü babam. Boyu tam bir doksandı ve o zamanlar benim için dünyanın en süper babasıydı. Ağlıyordu ulan herif. Bildiğin ağlıyordu. Sonra kuzenim. Boktan kuzenim. Canım kuzenim. Duygusuz kuzenim. O bile ağlıyordu, ama ben ağlayamıyordum. Çünkü nasıl ağlanır bilmiyordum. Daha önce hiç öğrenmemiştim, kimse öğretmemişti bana. Acaba gerçek bir acı karşısında nasıl ağlanırdı? O gün öğrenecektim. O gün öğrenecek ve bir daha ne tekrarlayacak, ne de unutabilecektim. Middle Earth’ı bitirmiştim ve yatağıma uzanmıştım. Tam sekiz buçukta. Bilgisayarımı kapadıktan sekiz buçuk saniye sonra. Hiç durmaksızın sekiz buçuk dakika boyunca. Ağladım. Ağladım. Hiç susmayacakmış gibi, hiç durmayacakmış gibi, dünyayı gözyaşlarımla yıkayacakmış gibi. Oysa kalbimi yıkasam yetecekti. Yaptım bunu. İnanır mısın, yaptım.
Dedemin öldüğü gün artık küçük bir çocuk olmaktan çıkmıştım. Çocuk değildim demiyorum, çünkü işler sarpa sarmıştı, çünkü her şey boktandı ve öyle kalacaktı, ama ben her şeyin düzeleceğini umut ediyordum. Çünkü sadece çocukların umut edebileceğini henüz öğrenmemiştim. Çünkü hiçbir umudun tam olarak gerçekleşmeyeceğini ve insanın gerçekleşmeyen her yeni umuduyla biraz daha büyüyeceğini. Çünkü öğrenmemiştim büyümek için acı çekmek gerektiğini. Çünkü, amına koyayım çünkü, öğrenmemiştim bir adam için acıların en büyüğünün, “Büyüyünce adam olacağım ben.” dediği çocukluğuna dönme özlemi olacağını.
Ve değerli dostum, sen. Eğer hâlâ hissedebiliyorsan bilirsin, geçmişe dair her anıdan ve o anılara duyduğun nefret dolu arzudan sana kalan tek şey, bir damla gözyaşıdır. Bir damla. Tek bir damla. Ne yazık ki bugün de ölmüyorum. Ve bundan daha kötü bir şey varsa canım benim, sen de ölmüyorsun. Bazen, insanlar da bilir.
bezgin bir gezginin notlarından.
Çok sevdiğim bir dostum şöyle derdi; “Hiç kazanılmamış bir masumiyet ve hiç kaybedilmeyecek bir saflığı taşıyorsun üzerinde, farkında değilsin. Farkına varacaksın, biraz daha kirleneceksin. Bunu kullanmaya çalışacaksın, daha çok kirleneceksin. Bir gün kötü ve kirlenmiş bir adam olduğunun farkına varacak ve kirlenmemiş birilerini arayacaksın. Birileri çıkacak karşına ve içinden ‘Buldum.’ diyeceksin. Dedikçe yanılacaksın. Yanıldıkça düzeleceksin.”
İşin aslı dostlar, hiçbir zaman çok sevdiğim bir dostum olmadı.
tanrının kaleminden.
On beşindeydi Eda. Babası, annesini hamile bıraktığı gece ortadan kaybolmuş, annesiyse bir başka adamdan olan küçük erkek kardeşini doğururken ölmüştü. Okumuyordu. Evdeki adamın, yani üvey babasının sadece bir çocuğun eğitimini karşılayacak kadar maddi imkanı vardı ve tercihini kendi oğlundan yana kullanmıştı.
Eda, gündüzleri bulunduğu sokağın bitişindeki caddede, tenha olmayan ama kalabalık da sayılamayacak bir köprünün altında tanesi birer liradan mendil satardı. Çok kazanmasa da yeri iyiydi ve kazancının neredeyse yarısını iş dönüş saatlerinde toplardı. Çünkü insanlar vicdanlarını rahatlatmaya ihtiyaç duyarlardı ve bir lira bunun için fazlasıyla ucuz bir miktardı. Bir lira insanların kendilerini kandırmaları için ucuzdu. Ama bir lira Eda için ucuz değildi. Bir lira Eda için makarnaydı çünkü. Bir lira margarindi. Bir lira pirinçti, ekmekti ve birçok şeydi. Kısacası bir lira Eda için neredeyse hayat demekti ve hayat, her şeye rağmen yaşamaya değerdi.
Akşamları evin işini görür ve yemek yapardı. Pek tarif bilmezdi, ama bildiklerini de iyi kıvırırdı. Kalan zamanında üvey babasıyla neredeyse hiç konuşmaz, zamanını kardeşine ayırırdı. Bir annenin sıcaklığıyla ona şefkat göstermeye çalışırdı. Başını okşardı ve onu yalnız hissettirmemeye gayret ederdi.
Anaç bir kadındı Eda ve bulunduğu yerde anaç olmak, geceleri üvey babasına kadınlık yapmak anlamına geliyordu. Neredeyse her gece adamla aynı yatağı paylaşır ve sabah olmadan oradan ayrılır, kendi yerine geçerdi. Çünkü kardeşi görmemeliydi. Bilmemeliydi. Hissetmemeliydi bile. Ama biliyordu bildiğini. Ama yoktu bunun da bir önemi. Çünkü üç kişiydiler, çünkü üç maymundular, çünkü tek bir aile olabilmenin o evdeki şartı buydu. Çünkü Eda on beş yaşındaydı ve günün birinde kendisini doğurabilmesinin tek yolu, yaşamını bir şekilde sürdürmekti. Her şeye rağmen.
ökseli cüce pabucu.
ayyaşların hiç çalınmadık melodisi.
kavun ve deniz kokan kadın.
Çok şey değildi istediğim.
Bir sahil memleketinde nargile içerdik mesela,
Denizi karşımıza alıp.
Kavunlu.
Sonra, aşklarımız belirirdi gözlerimizin önünde.
Bende sen,
Sende ben değil.
marakeşli bir seyyah.
Bizim olanlar ya da olmayanlar. Sahip olmaya çalıştıklarımız ve sahip olamadıklarımız. Kaybetme ihtimalini düşünmeden, korkmadan, kör bir inanç ve hırsla kazanmayı arzulamak ve bunu yaparken kendini kaybetmek. Belki de hiç bulamayacağın kadar kendinden uzaklaşmak. İçsel bir sefalet ve çöküntünün içinde beliren karanlıkla yüzleşmek ve hiç çekinmeden ona bakma cesaretini kendinde bulmak. Olduğu gibi görmeyi reddedip, görülene karşı haz duymak. Görmek ve gördüğünü istemek. Gerçeklerin dünyasından sıyrılıp, sonuna kendi yarattığın karakterin son vereceği bir masalın içinde öylece durmak ve kendini ve kandırılışını ve yıkımını izlemek.
Tuana ve kalça.
Çünkü uğruna ölmeyi bile göze alabileceğin bir insan tarafından yaşamak zorunda bırakılmış bir zavallı gibi hissetmek. Çünkü ölmek ve öldüğünü bile fark edememek. Çünkü çürümüş, kurumuş ve hatta bitmiş olduğunu bilmek, ama hayal etmekten vazgeçememek. Çünkü iki santimlik bir delikten girilen bir bilardo masasında, iki metrelik bir delikten çıkılacağını unutmak. Çünkü kendine insan demek ama insanlığı hiç öğrenememek.
Fenerbahçe ve Lefter.
Bir başkasının gözünde yükselmek için kendi gözünde yerin dibine girmek, farkında olmak ama bundan utanmamak. Gurursuz olmak ve buna karşın olmak istediğin yerde olamamak. Küçük ve yeni bir umutla başlanan her sıradan günün sonunda aynı pişmanlık ve karamsarlıkla girilen iki metrelik bir yatağın içindeyken gözlerini tavana dikmek ve tavanda görebildiğin tek şeyin bir yetmiş sekizlik bir tanrıça olması ve ona dokunamamak ya da dokunduğun anda kaybolacağını bilmek ve uyumak. Uyumak zorunda olmak. Tek başına.
Bilge ve Mert.
Dostlara sahip olmak ya da dost olduğunu sandıklarına istemsizce ait olmak. Yanında kalanlar ve gidenler ya da gittiğini sandıkların, aslında hiç gelmemiş olanlar. Gelişiyle hayata bağlandığın ve dünyanın hâlâ yaşanılabilir bir yer olduğunu sana fark ettiren bir kadının gidişiyle hayatla olan o ufak bağını da koparıp yanında götürmesi. Sonra, sesini bile duymaktan mahrum olmak. Kokusunu hiç bilmemek, ama tahmin etmek ve tahminini koklarken kendinden geçmek. Birlikte kurulan hayalleri tek başına yıkmak zorunda olduğunu bilmek ve yıkmak. Yıkarken kendini yıkmak. Ve yastığa baş koymak. Yeni bir umuda baş koymak. Çaresizce.
Orospu
Öptüm.
güzel bir sondu, çünkü başlangıcı yoktu.
Bazen bir şey olur; ne olduğunu ne tam anlamıyla görebilir, ne de isimlendirebilirsin. Ama bilirsin o şeyin geleceğin olduğunu, sana hiç gelmemiş ve gelmeyecek olsa bile. İyidir, ama aynı zamanda kötüdür. Huzur verir, ama hissettiğin şey hüznün en tarifsiz şeklidir. Hiç gelmemiştir oysa, ama sen gitmemesi için elinden geleni yaparsın. Dünyanın, insanların, tanrının ve senin, sende olmayan ve olmayacak olan bir bedene sığdırılışı karşısında hayrete düşer ve hiçbir şey yapamazsın. Kimseye de anlatamazsın. Çünkü bilirsin, anlatabilmek için yeterince hissedememek, anlayabilmek içinse yaşamak gerek. Bir bira açarsın ve eskilerden bir film izlersin. Sonra bir tane ve bir tane daha. En sonunda bir ıslaklık belirir gözünde ve o an ağlamayı uzun zaman önce unutmuş bir adam olduğunu hatırlarsın. O da gözyaşı değildir zaten, deniz ve kavun kokan bir masal prensesidir ve yolunu kaybettiği için, çok değil, yalnızca bir süreliğine gözlerinde dinlenmeyi seçmiştir.
Seninle yaşamış olduğum her şey güzeldi, ama daha güzel olan bir şey varsa, o da yaşamadıklarımdı.
Karanlıkta siyah rengini seçemiyorum.
Hatırlamıyorum biliyor musun?
3 yaşındayken edebiyat öğretmeni demişim bir iki kez.
Ailem hukukçu olduğu için, bir kere bile hukukçu olmak istemedim.
Bir keresinde kendi kendime, "ben, abim olacağım." demiştim
Belki de laneti hala üzerimdedir.
Onun benim yaşımdaki halinin güncellenmiş versiyonu gibiyim.
Saçımı niye onun gibi kestirdim?
Niye onun dinlediği müzikleri dinliyorum?
Niye onun gibi giyiniyorum?
Ve evet, ben neden bahsediyorum?
Özledim seni.
Sana sarılsam ve hiç bırakmasam.
Belki biraz ağlarım.
Özledim işte. Yalnız kalmayı özlersin ya bazen.
(Bu kısımda sen bir şey söylüyorsun, bakmıyorum bile, bir iki kelime seçiyorum.)
Yok sadece üst üste 2 kelime yazmak, bazen içmekten daha zevkli.
Ve bazen bir kaç kelime, en sert içkiden bile daha baştan çıkarıcı.
"Hiçbir zaman senin kadar güzel bir sevgilim olmadı."
Dersem.
İnanır mısın?
Niye sona soru işareti koyarım ki?
Tabii ki inanmazsın.
Shift tuşuyla aramda bir münasebet varmış gibi.
Olur öyle.
Bilirsin ki, bazen en güçlü -en az benim kadar- sözcükleri yalnızlık yaratır.
Sonra bununla yetinmez en zayıflarını kullanarak, yine o yok eder.
Bazen coşuyorum.
Bazen duruyorum.
Misal, televizyonun karşısına oturuyorum.
Bugün olduğu gibi.
6 saat kadar futbol izliyorum. Gözümü bile kırpmıyorum.
Büyüleniyorum, en az senin karşında olduğum kadar.
İnanır mısın, kendi tuttuğum takımın maçında genelde çişimi de onunla birlikte tutuyorum.
Onu boşver de.
Sen ve ben, neden hiç biz olamadık ki?
Buna bir cevap vermeliyim.
Hayal et. Bir gitar olduğumuzu. Evrende sadece 5 tane tel var. Her telde ise sınırsız noktalar ve bunlara bağlı sınırsız sayıda ses tonları var. Her insan o noktalara hapsolmuş, tek tek. En kalınından, en incesine kadar. Orada, bir yerlerde sen ile ben de varız. Ama biz yokuz, hatırladın mı? Birimiz en yukarıdaki teldeyiz, birimiz en aşağıdaki. Bana bastırdıklarında en kalın sesi çıkarıyorum, sen ise en incesini. Birbirimize yaklaşmaya çalışıyoruz, bunu deniyoruz. Bunu yaparken öyle geriliyoruz ki, birbirimizi bulamayıp serbest kalınca kendimize gelemiyoruz; daha da uzaklaşıyoruz. Gittik, gitmeye devam ediyoruz. Bize bastırmaya devam ettikleri müddetçe eskiyoruz, yaşlanıyoruz. Peki ya sence sen ve ben, neden biz olamıyoruz? Neden bize aynı anda bastırmıyorlar, neden benimle aynı sesi çıkaramıyorsun, neden seninle aynı sesi çıkaramıyorum?
Şimdi anladım! Duymamamız için kör yaratıldık biz, görmememiz için sağır yaratıldığımız gibi."
bahar'ın yerinde olamamak.
vol 2.
Sevgili dostum,
Her şeye sahip olmaya çalışırken, aslında hiçbir şeye sahip olamayacağını bilmeyen bir insanın şuursuz idrakini yaşadığım uzun ve sancılı bir süreci geride bıraktım. Sanırım artık “mutluyum.” diyebiliyorum, inanarak ve hissederek. Bu güzel ve güzel olduğu kadar da özel bir duygu. Umarım sende her şey yerindedir, böyle olmasını arzuladığımı iyi biliyor olmalısın.
Güzel bir kadın var hayatımda. Aklımda. Kalbimde. Ya da her neye sahipsem orada. Ardı ardına gelen birçok kaybın ardından gelen teselli ödülü gibi geldiyse de başlarda, şu sıralar, aslında hiç kazanmadığım şeylerin hayatımdan çıkışını izlediğim bir dönemde hayatıma dahil olan, gerçek bir kazanım olduğunu düşünüyor ve hissedebiliyorum. Belki bundan da ötesidir, kim bilir?. Ama en azından bildiğim bir şey var ki, ikimizin de arzuladığı şey, kazanmaya ya da kaybetmeye ihtiyaç duymayacağımız, sahip olmadan ait olmayı dileyeceğimiz, belki şimdikinden çok daha sıradan ve ilkel, ama gerçek ve huzurlu bir dünya. Evet, bunu gerçekten arzuluyorum ve eminim ki bu ve benzeri bir şeye sen de ihtiyaç duyuyorsundur aylak filozof.
Bahsettiğin duruma gelirsek, yani sıkılmak; bazen güzel ve bazen gerçekten de “sıkıntılı” bir durum olabiliyor. Peki bu noktada sormam gereken soru tam olarak şu; kendisine dair sıkıntılarının çözümünü başkalarında arayan bir insanın sıkıntısı artar mı, yoksa azalır mı? Yani tartışmak istediğim şey daha genel bir tabirle, içsel sorunlara dışsal dokunuşların, bireyin hayatı ve kişiliğine yönelik getiri ve götürüleri.
Şimdilik böyle. En kısa demeyelim de, en uygun zamanda cevabını bekliyorum.
Sevgiyle.
dibinden çiçek açan hüzünlü kaktüs.
Gözlerimi ovuşturdum.
Karanlık.
Tanrım. Çok şey değil senden istediğim. Sadece tam ortasında “Thank you Mario! But our princess is in another castle yazan!” yazan otuz yedi ekran bir Telefunken. Ve mümkünse o ekranın karşısında dört yaşındaki bir çocuk olarak oturmak. Babasını dünyanın en süper adamı olarak gören bir çocuk olarak oturmak. Afrika'yı bilmeyen bir çocuk olarak oturmak. Barış Abi'nin çocuğu olarak oturmak. Zeki Müren'i ve rakı masalarını bilmeyen, hiç aşık olmamış ve kalbinin çarpmasına tek sebebi karşı komşusu Nesrin'in kardeşi Şeyma olan, Boliç ve Baliç'i kardeş sanıp, kanının kırmızı olduğunu bilerek son damlasına dek sarı lacivert akacağına inanan, hiç kan görmemiş ve mümkünse hiç görmeyecek olan bir çocuk gibi, ve yine mümkünse ölene dek, hiçbir şey yapmadan, öylece oturmak.
Biliyorum, dileğimi yerine getirmeyeceksin. Ama sen yine de bir düşün tanrım. Gerçekten çok şey istemiyorum senden.
Yalan söyledim.
Çok şey istiyorum senden orospu çocuğu.
Geçmişe bayram ziyareti
Son sözleri böyleydi babasının. Yukarı bakmasını öğütlüyordu ona. Bu sözleri duyduğunda Selim sadece 9 yaşındaydı. Sözün içine hapsedilmiş anlamı bilmiyordu. Alegori denen, edebiyatın labirentlerde büyümüş
çocuğundan bihaberdi. Yıllarca, anlamını sorgulamadan, transa geçmiş insanlar gibi gökyüzüne baktı. Babasının bu sözüne saplanmasında beklide babasından hatıra bir eşya kalmamasının ve annesinin
umursamaz yapısının etkileri vardı.
Bildiğiniz gibi duygular her insanda somutlaşmak ister. Bu davranışlarıyla adeta virüs gibidirler ve bunu yapmanın bir yolunu da her daim bulurlar. Hediye, fedakarlık vs. Selim’in yıllarca gökyüzüne bakması da
bu tarz bir durumdan daha farklı bir şey değildi. Olumsuz olan taraf, bunu fark ettiğinde 21 yaşına gelmiş oluşuydu. Gökyüzüne bakmayı Allah’a yakarış olarak düşünmüştü bir dönem ama değildi şüphesiz.
Astronomiyle ilgilenmek hiç değildi. Babası sıradan, kendi çapında bir memurdu. Yaşı ergenliği geçmesine rağmen hala sözün barındırdığı alegoriyi çözememişti. En sonunda babasının ölüm döşeğinde şuursuzca
sarf ettiği bir söz olduğunda karar kıldı. Belki doğruydu belki de yanlış. Üzerine daha fazla kafa yormanın anlamı var mıydı? Bu cevap, hayatının son anlamlandırma çabası oldu. Hayat, bu çocuğa daha fazla yaşam
şansı tanımamıştı. Sonu işlemek için henüz çok erken, bunu hepimiz biliyoruz ama biraz değinmeden olmaz. Yazın o güzel günlerinde, kalabalık caddelerde umursamazlığın soğukluğuyla üşüyerek ölmüştü
Selim. Dışarıdan bakıldığında hayatı boş bir oda gibiydi. Ne kadar güzel şeyler söylense de, o söylenenlerde hep dört duvarın soğukluğunu hissediyordu sanki. İşte gerçek yalnızın tasviri, kimsenin görmediği ve
anlayamadığı yalnızla ilgili anıların mitsel söylencesi. Eğer birileri gerçekten Selim’i anlasa, onu bilecek kadar ona yakın olabilse Selim gerçekten yalnız olabilir miydi? İnsan kendine kurduğu sahte depresif
atmosferin içinde bunun mümkün olmasını diler, hani kendi de ‘yalnız’dır ya. Hayır. Kendimizi kandırmayalım. Kimse Selim’i anlayamadı, anlamak bir yana ona yaklaşamadı bile. Bir parçacık olsun ortaklık
kuramadı. Eğer bunları yapsaydı hayat temamızın konuşabilen konuşmazları, sokakta yürüyen tanımadığımız kadın ya da simitçi, ya da eğer bu yaşam denilen kısır döngünün ortaklaşmaya müsait karakterleri
biraz olsun anlasalardı Selim’i, o yalnız olmazdı. Yalnız, biz ona hiç ulaşamadığımız için yalnız.
Biz şimdi bunları söylüyoruz da, aynı anda Selim her zamanki monoton işinde çalışırken bunları mı düşünüyor? Hiç sanmıyorum, muhtemelen zihninde bir denize giriyor o şuan, hafif hafif kıpırdanan, ılık bir
suya. Gökyüzünün karanlığını kendi bünyesinde manipüle etmiş bir deniz. Biz bize konuşurken zaman kavramında yaptığımız sıçramalar gibi o da zihninde bir geçmişe bir geleceğe gidip duruyor.
Vakit öldürmenin en fazla gelir getiren yolu bu muydu ki? Neyi ne için yapıyordu? Geçmişteki üniversite tercih sürecini hatırladı bir anda. Kendisini şuan yaptığı mesleğe çok özendirmişlerdi ve Selim’de o
konuşmaların, hengamelerin ortasında kendini yapmayı hayal ettiği işte bulur gibi olmuştu. Halbuki ona tavsiye verenler yaptıkları işleri sevmiyorlardı ki. Hatta hayatta pek bir şeyi sevdikleri de söylenemezdi.
Gözlerini hırs bürümüştü ve onlar sadece başarının kendisini seviyorlardı. Başarının kendisi sevildiği müddetçe yol önemsizleşiyordu. Şimdi anlıyordu Selim gerçekleri. Ha bir de ona, tercih ettiği mesleğin çok
para kazandıracağını ama kendine ait bir hayatının olmayacağını ve bu kadar çok arzuyla yaşanamayacağını söyleyenler vardı. Bu kişiler tam da ikiyüzlü, karaktersiz insan tanımına uyanlardandılar. Belki bir kaçı
hariç, ama çoğu yalan söylüyordu. İstemedikleri şey arzuları değildi, arzuları uğuruna uğraşırlarken yaşadıkları başarısızlıklardı. Arzuların sonunda başarısızlık elde etmeyecek olsalar hepside isteklerine koşa
koşa geri dönerlerdi. Buda samimiyeti ortadan kaldıran bir şey muhakkak. Selim’in ne iş yaptığını sorduğunuzu duyar gibi oluyorum. Önemli mi ki? Bahsetmeye gerek dahi duymuyorum. Anı denizinde yüzüyor
hala o. İşini bir yandan yaparmış gibi gözükerek. Biz yabancıların gözlemine aldırmadan, görünmezlik çabası gütmeden yaşıyordu hayatını her zaman ki gibi. Zaten anılarına yaptığımız gözlemlerden bihaberdi.
Doğanın bir parçası olmuştu, toprak ve börtü böcekle birlikte. Onu anlamayan insanlar bilinçsizce onu bir bütünün parçası yapmışlardı. Şimdiki halinden belki şikayetçi olmasa da, yaşamayı seviyordu.
kar tanesi.
Fili andıran kulakları ve ördeği andıran bacakları vardı. Güzel değildi, ama tatlı göründüğünü düşünürdü. Yanında güzel ve çekici, müşfik ama aynı zamanda bencil, zeki ve kendisinden büyük bir kadın vardı. Farklı dünyaların insanları olduklarını aslında her ikisi de biliyordu, ama çocuk, kadının dudağında kalan susam tanesini temizlerken bunun hiçbir önemi kalmıyordu. Çünkü onlar aynı dünyada simit yiyebiliyorlar ve ayrı yataklarda sevişebiliyorlardı.
edalar, sedalar.
Hayır güzelim hayır, anladığını hiç sanmıyorum. Sen beni kazanmak istiyorsun, bense seni kaybetmemek. Bu doğru değil. Bu gerçekten doğru değil. Marakeş’e o kız çocuğuyla gitmemem ve hiç gidemeyecek olmam kadar da sarsıcı. Oysa bana gereken, oysa sana gereken, içinde kazanmak ya da kaybetmenin olmadığı ve hiç olmayacağı bir dünya, değil mi?
Buruk ve acısız bir sancı hissediyorum içimde. Derinde, hatta en derinlerde. Kaynağına ulaştığımda kaybolmaktan korkuyor, ama bir yandan da ısrarla ulaşmayı diliyorum. Kulağına eğilmek ve bir şeyler fısıldamak istiyorum yine, ama bir masal değil bu kez. Dilediğim şey, tek sırrımı, tek sırdaşıma teslim etmek ve beni öldürmesini beklemek. Ve bunu yaparken, tam olarak emin olmamakla birlikte, yine biz ona “belki” diyelim, bir masal olmayı dileyebilmeyi diliyorum. Senin beni yaktığın, benimse seni tutuşturduğum bir masal olmak ve hiç bitmemek. Gerekirse bunun için kendi nefesimi, anlatanın nefesine katabilir ve hatta ölmeyi bile göze alabilirim.
Ya da boş ver, yapamam.
üçüncü kişi.
Sıkıcı ve rahatsız edici bir sessizliğin ortasında karanlığın içinden karanlığıma çektiğim kadın ile birlikteyiz. Yalnızlığımızı paylaşıyoruz ve paylaştıkça da artıyor. Umutsuzca izliyor, çaresizce değişmesini bekliyoruz. Kimden geldiğini çok da önemsemediğimiz, sihirli bir dokunuş bize gereken, ama gelmiyor ve biliyoruz ki gelmeyecek. Çünkü tanrı ne öyle bir eli, ne de sahibini yarattı.
Tarifsiz bir acının içine sıkışmış ve sanki hep orada kalmış gibi hissediyoruz. Sancılı bir yok oluş süreci bu. Metaforlarla açılan bir kaçış kapısına götürüyorum elimi ve kilitli olduğunu fark ediyorum. Yüzümde kaybedişin getirdiği laçkalaşmış bir gülümseme, ama gerçek. Kadına bakıyor ve bana baktığını fark ediyorum. Benden farklı değil, inanın değil. Sanki dünyanın son gününde, hayatının ilk gününe başlayan talihsiz bir kadın o. Ruhunun en derinliklerine istemsizce ittiği masumiyeti bana sesleniyor; “Dokun bana.”
Yanına gidiyorum. Çıplaklaşıyoruz. Sevişiyoruz. Ruhumun bedeninden çıkıp, onun bedeninde eridiğini hissedebiliyorum. Ölümsüz hissediyorum. Hiç doğmamış gibi hissediyorum. Güçlü hissediyorum. Korkak ve muhtaç hissediyorum. Pişman hissediyorum. Karanlığı hissediyorum ve aynı zamanda aydınlığı. Hissedemediğim tek bir şey var, adına “ben” diyorum. Beynimin boşaltmak ve bir daha hiç toplamamak istiyorum, ama mümkün değil.
Bir oda. Ermenice bir şarkı çalıyor ve tüm odayı kaplamış hâlde. Anlamadığım sözcükler, ama anlamını hiçbir zaman unutamayacağım hisler var.
Bir koltuk. Duvarın önünde, dolabın yanında. Üzerinde iki ayak. Dizler. Bacaklar ve bacakların tam ortasında bir kafa. Önce kendisini emdiğini düşünüyorum, ama yaklaştıkça dudaklarından, fayansa doğru akan kanı fark ediyorum. Erkekliğini yok eden bir kafa bu. Belli ki kendisine ulaşmaya çalışıyor. Ona selam veriyorum ve odadan çıkıyorum.
O adam çıktığımı anlamıyor, çünkü ben kapılara ihtiyaç duymuyorum.