'Yukarı bak Selim, yukarı. Hakikati orada bulacaksın.'
Son sözleri böyleydi babasının. Yukarı bakmasını öğütlüyordu ona. Bu sözleri duyduğunda Selim sadece 9 yaşındaydı. Sözün içine hapsedilmiş anlamı bilmiyordu. Alegori denen, edebiyatın labirentlerde büyümüş
çocuğundan bihaberdi. Yıllarca, anlamını sorgulamadan, transa geçmiş insanlar gibi gökyüzüne baktı. Babasının bu sözüne saplanmasında beklide babasından hatıra bir eşya kalmamasının ve annesinin
umursamaz yapısının etkileri vardı.
Bildiğiniz gibi duygular her insanda somutlaşmak ister. Bu davranışlarıyla adeta virüs gibidirler ve bunu yapmanın bir yolunu da her daim bulurlar. Hediye, fedakarlık vs. Selim’in yıllarca gökyüzüne bakması da
bu tarz bir durumdan daha farklı bir şey değildi. Olumsuz olan taraf, bunu fark ettiğinde 21 yaşına gelmiş oluşuydu. Gökyüzüne bakmayı Allah’a yakarış olarak düşünmüştü bir dönem ama değildi şüphesiz.
Astronomiyle ilgilenmek hiç değildi. Babası sıradan, kendi çapında bir memurdu. Yaşı ergenliği geçmesine rağmen hala sözün barındırdığı alegoriyi çözememişti. En sonunda babasının ölüm döşeğinde şuursuzca
sarf ettiği bir söz olduğunda karar kıldı. Belki doğruydu belki de yanlış. Üzerine daha fazla kafa yormanın anlamı var mıydı? Bu cevap, hayatının son anlamlandırma çabası oldu. Hayat, bu çocuğa daha fazla yaşam
şansı tanımamıştı. Sonu işlemek için henüz çok erken, bunu hepimiz biliyoruz ama biraz değinmeden olmaz. Yazın o güzel günlerinde, kalabalık caddelerde umursamazlığın soğukluğuyla üşüyerek ölmüştü
Selim. Dışarıdan bakıldığında hayatı boş bir oda gibiydi. Ne kadar güzel şeyler söylense de, o söylenenlerde hep dört duvarın soğukluğunu hissediyordu sanki. İşte gerçek yalnızın tasviri, kimsenin görmediği ve
anlayamadığı yalnızla ilgili anıların mitsel söylencesi. Eğer birileri gerçekten Selim’i anlasa, onu bilecek kadar ona yakın olabilse Selim gerçekten yalnız olabilir miydi? İnsan kendine kurduğu sahte depresif
atmosferin içinde bunun mümkün olmasını diler, hani kendi de ‘yalnız’dır ya. Hayır. Kendimizi kandırmayalım. Kimse Selim’i anlayamadı, anlamak bir yana ona yaklaşamadı bile. Bir parçacık olsun ortaklık
kuramadı. Eğer bunları yapsaydı hayat temamızın konuşabilen konuşmazları, sokakta yürüyen tanımadığımız kadın ya da simitçi, ya da eğer bu yaşam denilen kısır döngünün ortaklaşmaya müsait karakterleri
biraz olsun anlasalardı Selim’i, o yalnız olmazdı. Yalnız, biz ona hiç ulaşamadığımız için yalnız.
Biz şimdi bunları söylüyoruz da, aynı anda Selim her zamanki monoton işinde çalışırken bunları mı düşünüyor? Hiç sanmıyorum, muhtemelen zihninde bir denize giriyor o şuan, hafif hafif kıpırdanan, ılık bir
suya. Gökyüzünün karanlığını kendi bünyesinde manipüle etmiş bir deniz. Biz bize konuşurken zaman kavramında yaptığımız sıçramalar gibi o da zihninde bir geçmişe bir geleceğe gidip duruyor.
Vakit öldürmenin en fazla gelir getiren yolu bu muydu ki? Neyi ne için yapıyordu? Geçmişteki üniversite tercih sürecini hatırladı bir anda. Kendisini şuan yaptığı mesleğe çok özendirmişlerdi ve Selim’de o
konuşmaların, hengamelerin ortasında kendini yapmayı hayal ettiği işte bulur gibi olmuştu. Halbuki ona tavsiye verenler yaptıkları işleri sevmiyorlardı ki. Hatta hayatta pek bir şeyi sevdikleri de söylenemezdi.
Gözlerini hırs bürümüştü ve onlar sadece başarının kendisini seviyorlardı. Başarının kendisi sevildiği müddetçe yol önemsizleşiyordu. Şimdi anlıyordu Selim gerçekleri. Ha bir de ona, tercih ettiği mesleğin çok
para kazandıracağını ama kendine ait bir hayatının olmayacağını ve bu kadar çok arzuyla yaşanamayacağını söyleyenler vardı. Bu kişiler tam da ikiyüzlü, karaktersiz insan tanımına uyanlardandılar. Belki bir kaçı
hariç, ama çoğu yalan söylüyordu. İstemedikleri şey arzuları değildi, arzuları uğuruna uğraşırlarken yaşadıkları başarısızlıklardı. Arzuların sonunda başarısızlık elde etmeyecek olsalar hepside isteklerine koşa
koşa geri dönerlerdi. Buda samimiyeti ortadan kaldıran bir şey muhakkak. Selim’in ne iş yaptığını sorduğunuzu duyar gibi oluyorum. Önemli mi ki? Bahsetmeye gerek dahi duymuyorum. Anı denizinde yüzüyor
hala o. İşini bir yandan yaparmış gibi gözükerek. Biz yabancıların gözlemine aldırmadan, görünmezlik çabası gütmeden yaşıyordu hayatını her zaman ki gibi. Zaten anılarına yaptığımız gözlemlerden bihaberdi.
Doğanın bir parçası olmuştu, toprak ve börtü böcekle birlikte. Onu anlamayan insanlar bilinçsizce onu bir bütünün parçası yapmışlardı. Şimdiki halinden belki şikayetçi olmasa da, yaşamayı seviyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder