Gözlerini açmadan ışığı gördü. Pencerenin paslı parmaklıklarının arasından sızan gün ışığı taş duvarlardaki küf, yosun ve küme küme saçılmış çentiklerden sonra, yatağında sırtüstü uzanan mahkumun gözkapaklarını aydınlatmıştı. Ciğerlerinde, insanı bu izbe hücrenin duvarlarından bile daha sıkı saran rutubeti hissetti. Sessizliği dinledi bir süre. Sessizlik o kadar yoğundu ki, diğer bütün sesleri bastıran duyulmaz bir ses gibiydi. Yalnız, ara sıra, metal yemek tasının içinde oynaşan hamamböceklerinin belli belirsiz tıkırtılarını duyar gibi oluyordu. Zamanın iyice yavaşladığını, dakikaların ve hatta saatlerin tekinsiz bir durağanlıkta eriyip yok olduğunu hissetti. Gözlerini açmıyordu. Daha önce görmediği bir şey göreceği yoktu sonuçta. Yeni bir gün daha. Bir öncekinden hiçbir farkı olmayan, yalnızlık ve sessizlikten mamul yeni bir gün. Pencere parmaklıklarının ardında hapsolmuş hep aynı gökyüzü parçası, ve güneşin ve bulutların ruhsuz resm-i geçitleri.
“Bundan sonra yataktan hiç kalkmasam ne olur?” diye düşündü. “Açlıktan ve susuzluktan iyice bitkin düşerim, sonra zaten istesem de kalkamam. Ölürüm. Bu Allahın belası güneş de uykumu bölemez böylece.” Bunları uzun zamandır her sabah düşünüyordu. Her güne ölmeyi arzulayarak ve yeni günü lanetleyerek başlıyordu. Tekrar uykuya dalmaya karar verdi. Belki, rüya bile görebilirdi. Ne kadar rüya görse kar sayıyordu. Gerçi son zamanlarda rüyaları bile tekdüzeleşmişti. Hatta bir keresinde rüyasında saatlerce sessizliği dinlediği bile olmuştu. Yine de, uyumak yapılabilecek en akıllıca iş diye düşündü.
-Merhaba!
Birden zihnindeki her şey dağılıverdi. Uzun zamandır böylesine irkilmemişti. Ani bir hareketle yatağında doğruldu. Yıllardır boş olan karşı duvardaki yatakta kendisi gibi zayıf ve bitkin bir yabancı oturuyordu. Üzerine güneş vurmuyordu. Çökmüş avurtlarının hemen üstünde oyuklarına kaçmış gibi duran gözleri, genç sayılabilecek yaşta biri için fazlaca yorgun ve ruhsuz bakıyordu.
Mahkum, yıllardır ilk defa bir insan görüyordu. Hayal miydi bu? Deliriyor muydu yoksa? Yabancı, karşısındakinin zihnini toplama çabasını küçümsercesine tekrarladı:
-Merhaba. Adım Louis. Senin adın ne?
Ağzı konuşmayı unutmuş gibiydi. İlk bir-iki yıl boyunca kendi kendine konuşmuştu çok yalnız hissettiğinde veya sessizlik çok güçlendiğinde. Ama sonra susmuştu, delirmekten korktuğu için. Hoşuna gitmeyen şeyler söylemeye başlamıştı, kendi söylediklerine sinirlenip bağırdığı bile olmuştu duvarlara. İkiye bölündüğünü hissetti bir gün, yine kendini bağıra çağıra azarlarken. O anda sustu. Elindeki tek şeyi kaybetmekten o kadar çok korktu ki, bir daha hiç konuşmadı. Yoksa, suskunluğu aklını kaybetmesine engel olamamış mıydı? Karşısında sakince oturan bu sıska, solgun, hayaletimsi mahluk kendi zihninin bir marifeti miydi? Gözlerine kenetlenmiş yarı açık gözleriyle ondan ısrarla bir yanıt bekliyordu yabancı.
Yeminini bozdu.
-Kimsin sen?
-Ben Louis. Senin adın ne?
Adını hatırlayınca kısık ve çatlak bir sesle cevap verdi:
-Adım… Henri. Buraya nasıl girdin?
-Gardiyanlar tıktı buraya. Sen uyuyordun.
-Nereden?
-Nasıl nereden?
-Nereden girdin?
-Kapıdan…
-Hangi kapı?
Yabancı, soruyu anlayamamıştı.
Pencerenin karşısındaki duvarın dibinde küçük bir oyuk vardı. Paslı, sürgülü bir kapak günde iki defa açılır, o oyuktan yemek ve su verilirdi. Henri, elinin titrediğinin farkına varmadan, yemek tasının ve su kabının arkasındaki kapağı işaret ederek tekrar sordu:
-Hangi kapı? Bu mu?
Yabancı, kendisine gösterilen yere baktı. Sonra tekrar Henri’ye. Uzun uzun Henri’ye baktı.
-Hayır, o bir kapı değil. Oradan ancak fareler girebilir.
Louis, ayağa kalktı, duvara doğru yürüdü. Yerdeki oyuğun önünde durdu ve duvarı göstererek:
-İşte, bu kapıdan girdim, dedi.
Henri tam itiraz edecekti ki Louis eliyle duvara iki kez vurdu. Duvardan metal sesi geldi. Henri’nin hayretten donakaldığını görünce kapıya ardı ardına 4-5 kez daha vurdu, gözlerini Henri’den ayırmadan.
-Bu imkansız! Orada kapı yoktu!
-İşte, burada.
-Evet, ama yoktu.
-Bu hücrenin bir kapısı olmadığını mı söylüyorsun?
-Evet, yoktu.
-Peki, sen nasıl girdin o halde? Yoksa, burada mı doğdun?
-Ben…
Bakışları cevabı duvarlardaki yosunlarda, ayaklarındaki böcek ısırıklarında ve yabancının yatakta bıraktığı kırışıklıklarda aradı. Ayağa kalktı, kapıya doğru yürüdü. Dokundu. Ellerinde demirin soğukluğunu hissetti. Menteşeleri gördü. Yabancı, yine yatağına oturmuş, ellerini hayretle duvarda, kapıda, menteşelerde gezdiren Henri’yi seyrediyordu.
-Evet, dedi Henri, bu bir kapı.
-Öyle… Ve sen de o kapıdan girmiştin. Başka türlüsü mümkün mü?
-Evet, öyle olmalı. O kadar uzun zaman oldu ki… Unutmuş olmalıyım.
-Gözünün önünde duran kapıyı nasıl unutabilirsin?
İkisi de Henri’nin delirmiş olduğunu düşünüyordu.
-Ne kadar zamandır buradasın? diye sordu Louis.
-Bilmiyorum… Yıllardır.
-Suçun neydi?
Henri’nin bakışları perde perde donuklaştı. Zaman daha da yavaşlamıştı sanki. Bir süre orada, kapının önünde, nerede olduğundan habersizmiş gibi, sanki havada asılı kaldı. Sonra, ayaklarını sürüyerek yürümeye başladı. Yatağına oturdu, başını ellerinin arasına aldı. Zaman durdu.
Henri, bir hücrede yaşamasının olağan olmadığının, buraya kapatılmasının bir sebebi olması gerektiğinin farkına varmış ve dehşete düşmüştü. Hücre, bedeni gibi bir parçasıydı sanki. Bir hücrede yaşamak bir bedene sahip olmak kadar doğal, sıradan, sorgulanmayacak bir şey gibi gelmişti ona. İnsan hiç sorar mı neden bir bedendeyim diye?
Şimdi, Louis’in sorusuyla sanki zihni parmaklıklı pencereden süzülerek hücrenin dışına çıkmıştı. Uçsuz bucaksız bir orman gördü, onlarca metre yüksekliğinde ağaçlar. Kuşların, böceklerin seslerini duydu. Sonra, dalga sesleri geldi kulağına. Ormandan denize inen dimdik bir yar ve telaş içinde yuvarlanarak kendilerini denize atan küçük taş parçaları. Ufukta gökyüzüne dönüşen bir denizin üzerinde, tek tük bulutlar, ve küçücük bir bulutun ardına gizlenmiş utangaç güneş. Sonra, hapishaneyi gördü. Hücresinin dökük duvarlarını, rutubeti, duvardaki bir çatlaktan kafasını uzatmış bir hamamböceğini… ve, daha dikkatli bakınca, karşılıklı iki yatakta oturan iki yabancının bedenlerini gördü. Biri acı çekiyor gibi iki büklüm olmuş, diğeri anlamsız bakışlarla onu süzüyordu. Paramparça kıyafetleriyle bu iki çürük beden ne arıyordu o hücrenin içinde?
Louis sorusuna cevap alamayacağını anlamıştı. Henri’nin aklından geçenleri de merak etmiyordu açıkçası. Hücre arkadaşını hayal dünyasında yalnız bırakarak yatağına uzandı. Çok geçmeden, Henri’nin sesini duydu:
-Ya sen? Sen neden buradasın?
Louis, aklını kaçırdığı besbelli olan bu adamla uğraşmak istemiyordu. Mümkün olduğunca uzak durmak, soğuk davranmak en iyisiydi.
-Sonra konuşuruz. Çok yorgunum, uyumak istiyorum.
-Hayır, lütfen, söyle. Belki böylece ben de burada olma sebebimi hatırlayabilirim.
Louis, başını hafifçe doğrultarak Henri’ye baktı.
-Tamam, söyleyeyim. Ama sonra uyumak istiyorum.
-Tamam.
-…
-Evet? Neden burdasın?
-…
-Ne oldu?
Louis, gözlerini kapamıştı. Kendi kendine fısıldadı:
-Hatırlayamıyorum.
Birden ayağa fırladı. Bakışları duvarların ötesindeki bir noktaya kilitlenmişti. Kurumuş ağaç dalını andıran ellerini sıkıca yumruk yapmış, kendi kendine “ben neden burdayım?” diye sayıklıyordu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın hatırlayamıyordu. Ve sanki, git gide daha da siliniyordu hafızası. Biraz önce hatırlıyor olduğuna emindi neden burada olduğunu. Sonra, bu hapishaneye getirilişini hatırlayamadığını farketti. Sonra, hücrenin dışındaki koridoru…
Kapıya doğru koştu. Farkında olmadan Henri’nin yemek tasını tekmeleyerek hücrenin ortasına fırlatmıştı. Kendini kaybetmiş gibiydi. Kapıyı yumruklamaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu:
-Gardiyan! Gardiyan!
Bütün gücüyle vuruyordu. Elleri acıyordu. Bağırmaktan boğazı acıyordu.
-Gardiyan! Gardiyan!
Sonra birden sustu. Sakinleşti. Bakışları donuklaştı, hatta anlamsızlaştı. Ellerini açtı, avuçlarını biraz önce yumrukladığı yerde usulca gezdirmeye başladı. Dudaklarını ısırıyor olduğunun farkında değildi. Sesizliğin kulaklarındaki uğultusu rahatsız edici olmaya başladığında, sanki bir şey hatırlamış gibi sordu:
-Kapı nerde?
Taştan bir duvara dokunuyordu.
-Henri, kapı nerde?
-…
-Henri?
Louis arkasını döndüğünde, hücrede kendisinden başka kimsenin olmadığını farketti. Henri’ye yıllardır musallat olan o kabir sessizliği, tüm şiddetiyle şimdi de Louis’i esir almıştı bir anda. Henri buharlaşıp uçmuştu sanki. Nasıl? Yatakların altına baktı, yaptığının anlamsız olduğunu bilerek. Aklı bu yaşadıkları karşısında adeta sinmiş, pes etmişti. Hiçbir şey düşünemiyordu. Yatağına oturdu. Hücrenin kemikleşmiş durağanlığına teslim olmuş, hatta hücrenin bir parçası olmuş gibi uzun süre hareketsiz kaldı. Neredeyse nefes dahi almıyordu. Gözlerini kapadı sıkıca, karanlığa baktı bir süre, sonra gözlerini açıp kapıya baktı, yine sadece taştan duvarı gördü. Ne kadar olduğunu anlayamadığı bir süre sonra, yaşadığı sıkıntılardan, açlıktan ve yorgunluktan dolayı zihninin karıştığına, uyumanın iyi gelebileceğine kanaat getirdi. Sırtüstü yatağa uzandı. Gözlerini kapadı ve hiçbir şey düşünmeden uykuyu beklemeye başladı.
***
Louis uyandığında, ertesi sabah olmuştu. Neredeyse bir gün boyunca uyumuş olmalıydı. Henri yüksekçe pencerenin altında durmuş, paslı parmaklıkların ve tek tük bulutların ardındaki gökyüzüne bakıyordu. Louis’in uyandığını farkedince acele etmeden arkasına döndü:
-Uyanmışsın.
-Dün… ne oldu? Nasıl çıktın burdan?
-Anlatacağım.
Louis, kapıya baktı, yine sadece duvar vardı. Sürgülü kapağın önünde duran tasa lapaya benzer bir şey konmuş olduğunu farketti. Yanındaki kapta ise su vardı.
-Benim payım nerde?
-O senin…
Louis, yemek tasının yanına bağdaş kurup ellerini kaşık gibi kullanarak lapadan yemeğe başladı. Zihni o kadar yavaş çalışıyordu ki. Eğer sorgularsa aklına hakim olamayacağından korktuğu için, yaşadığı inanılmaz şeyler sıradan olaylarmış gibi düşünmeye çalışıyordu.
-Yemeği getiren gardiyanla konuştun mu hiç? diye sordu, ağzındaki lapa izin verdiği kadarıyla.
-Hayır, çok uğraştım ama hiç cevap vermedi.
Yemeğini bitirmedi. Yavaş hareketlerle ayağa kalktı, yatağına gidip oturdu. Zorlanarak, odadaki rutubeti adeta yararak pencereden sızan gün ışığı henrinin ağarmaya yüz tutmuş saçlarını aydınlatıyordu. Sonsuz gökyüzünde küçücük bir buluta hapsolmuş güneş, ışığıyla Henri’den yardım istiyor gibiydi.
Louis bir süre bekledi Henri’nin konuşmaya başlamasını. Hem güneşi ve hem de Louis’i görmezden geliyor gibiydi.
-Evet, anlat hadi. Neler oluyor burada?
Henri, sırtını, pencerenin altında, duvara yasladı, omuzlarına bir yük binmiş de desteğe ihtiyaç duymuştu sanki. Gözleri her şeyi biliyor, ağzı hiçbir şey bilmiyor gibiydi. Uzun süre düşündü. Louis, zihninin neredeyse tamamen uyuştuğunu hissetmesine ve yapay umursamazlığına can havliyle tutunuyor olmasına rağmen sabrını yitirmeye başlıyordu.
-Neler oluyor? Deliriyor muyum ben de senin gibi?
Henri, gözlerini hücrenin olmayan kapısına, tehditkar, karanlık bir heyula gibi yükselen bomboş taş duvara dikerek cevap verdi:
- Olmayan şeyler görüyorsun.
-Kapıyı mı? Ama onu sen de görmüştün.
Henri başını iki yana salladı.
-Beni.
Louis hiçbir şey düşünemiyordu. Zihni, hücre kadar durağan ve ruhsuz, küflü duvarlar kadar ölüydü şimdi. Ürperdiğini hissetti. İçten içe titriyordu.
-Seni mi? Ne demek istiyorsun?
-Dün ortadan kayboldum, değil mi? Arkanı döndün ve beni göremedin.
-Evet.
-Arkanı döndüğünde gerçeği görmüştün. Yani, aslında orada olmadığımı. Hiçbir zaman orada değildim. Delirdiğini düşündüğün an, en aklı başında olduğun andı aslında. Ve şimdi, yine aklın karışık. Yine beni görüyorsun.
-Buna inanmamı nasıl beklersin? İşte, karşımdasın, benimle konuşuyorsun. Beni aslında var olmadığına mı ikna etmeye çalışıyorsun?
-Ben varım, ama gerçek değilim. Bir hücrede değil, senin zihninde varım.
-Neler söylüyorsun?
-Beni sen yarattın. Sen benim tanrımsın. Ama tanrım beni farkında bile olmadan yaratmış. Karanlık zihninde doğdum, sahipsiz bir piç gibi. Ve şimdi, tüm adaletsizliğinle beni reddediyorsun.
-Sen gerçekten de delisin. Benden çok daha fazla delisin sen. Ben yeni geldim buraya, sen yıllardır burada değil misin?
-Evet. Yıllardır senin zihnindeydim. Ama birbirimizi ilk defa dün gördük. Kendi zihninde hapsolman gerekiyordu bunun için.
-Kendi zihnimde mi?
-Dün gözünün önünden kaybolduğumda, yok olmadım. Sadece, şu gördüğün ben olmaktan çıktım. Bedenim ve zihnim havadaki rutubet gibi senin zihnine yayıldı. Her şeyi gördüm.
-Bu saçmalıklara inanamam.
-Bütün hayatım, hatırladığım her şey yalandan ibaretmiş. Senin yalanların.
-…
Louis, bu konuşmaya devam edip etmeme konusunda kararsız kalmıştı. Henri’nin söylediklerine anlam vermeye, bir gerçek kırıntısı yakalamaya çalışıyordu.
-Sen benim zihnimdesin öyle mi? Bir hayalsin yani…
-Evet.
-Peki ya bu hücre?
-O da senin zihninde, ama o gerçek.
-Anlayamıyorum. Saçmalıyorsun.
-Ben gerçek değilim. Şu anda aslında kendinle konuşuyorsun. Söylediklerim, gözardı ettiğin düşüncelerin. Bana kulak asmayabilirsin. Seni hiçbir şeye zorlayamam. Ama bu hücre gerçek, senin zihninde olmasına rağmen gerçek, çünkü bu hücreden dışarı çıkamıyorsun. Burada kısılı kaldın. Buradaki tutsaklığın, gerçek. Burası gerçek.
-Hayır, anlayamıyorum.
-Söylediklerimi düşünen sensin. Aslında neden bahsettiğimi çok iyi biliyorsun. Ama kaçıyorsun. Yüzleşemiyorsun. İtiraf edemiyorsun.
-Neyi?
-Kendi zihninde hapsolduğunu. Ben olduğunu. Bu hücre olduğunu.
Louis, nefes almakta zorlanıyordu. Ayağa kalktı. Dalgın bakışları kaybettiği bir şeyi arıyor gibi hücrede dolaştı bir süre. Yere oturdu. Kalan lapasını yemeğe başladı. Bir şey düşünüp düşünmediği bakışlarından ve hareketlerinden seçilemiyordu. Lapayı bitirdi. Ayağa kalktı. Yemek kabını yerden aldı ve var gücüyle savurarak Henri’nin tam alnına güçlü bir darbe indirdi ve sanki kendi başına darbe yemiş gibi bir anda dengesini yitirerek yere yığıldı. Başına çok şiddetli bir ağrı saplanmıştı. Alnını elleriyle sertçe ovalıyor, hücrenin buz gibi zemininde iki büklüm olmuş kıvranıyordu. Ağrı yavaş yavaş dinmeye başlayınca sımsıkı kapadığı gözlerini açtı. Gece gibi karanlıktı. Gözlerini ovuştururken hücrenin zemininden vücuduna işleyen soğuk yavaş yavaş hissedilmez oldu. Karanlıkta zar zor seçtiği yatağa doğru elini uzattı. Yatak, karanlıkta kayboldu. Duvarlar kayboldu. Eli kayboldu. Bedenini algılayamıyordu. Nefes alıp verdiğinden bile emin olamadı. Ve sonra, sessizlik kayboldu.
Hiçbir şey düşünmüyor, hiçbir şey hissetmiyordu. Zamanın hala geçmekte olduğuna dair hiçbir işaret yoktu.
Zihninde belli belirsiz bir hayal çaktı. Gökyüzü. Seyrek bulutlar, ve bulutlardan birinin ardına saklanmış güneş. Gökyüzünün üstünde, sonsuza uzanan, taş ve topraktan bir duvar, bir uçurum. Yine hiçlik.
Toz bulutu içinde gökyüzüne saçılan taş parçaları.
Derinlerden gelen, kulak tırmalayıcı bir uğultu içinde zar zor seçilen, iç parçalayıcı bir çığlık. Kan. Korkak kuşlar gibi etrafa dağılan cam kırıkları.
Güçlü, sersemletici bir çarpışma. Havada asılı su damlaları. Paramparça olmuş arabanın içine dolan deniz.
Metale vuran dalga sesleri.
Soğuk...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder