tanrının kaleminden.

On beşindeydi Eda. Babası, annesini hamile bıraktığı gece ortadan kaybolmuş, annesiyse bir başka adamdan olan küçük erkek kardeşini doğururken ölmüştü. Okumuyordu. Evdeki adamın, yani üvey babasının sadece bir çocuğun eğitimini karşılayacak kadar maddi imkanı vardı ve tercihini kendi oğlundan yana kullanmıştı.

Eda, gündüzleri bulunduğu sokağın bitişindeki caddede, tenha olmayan ama kalabalık da sayılamayacak bir köprünün altında tanesi birer liradan mendil satardı. Çok kazanmasa da yeri iyiydi ve kazancının neredeyse yarısını iş dönüş saatlerinde toplardı. Çünkü insanlar vicdanlarını rahatlatmaya ihtiyaç duyarlardı ve bir lira bunun için fazlasıyla ucuz bir miktardı. Bir lira insanların kendilerini kandırmaları için ucuzdu. Ama bir lira Eda için ucuz değildi. Bir lira Eda için makarnaydı çünkü. Bir lira margarindi. Bir lira pirinçti, ekmekti ve birçok şeydi. Kısacası bir lira Eda için neredeyse hayat demekti ve hayat, her şeye rağmen yaşamaya değerdi.

Akşamları evin işini görür ve yemek yapardı. Pek tarif bilmezdi, ama bildiklerini de iyi kıvırırdı. Kalan zamanında üvey babasıyla neredeyse hiç konuşmaz, zamanını kardeşine ayırırdı. Bir annenin sıcaklığıyla ona şefkat göstermeye çalışırdı. Başını okşardı ve onu yalnız hissettirmemeye gayret ederdi.

Anaç bir kadındı Eda ve bulunduğu yerde anaç olmak, geceleri üvey babasına kadınlık yapmak anlamına geliyordu. Neredeyse her gece adamla aynı yatağı paylaşır ve sabah olmadan oradan ayrılır, kendi yerine geçerdi. Çünkü kardeşi görmemeliydi. Bilmemeliydi. Hissetmemeliydi bile. Ama biliyordu bildiğini. Ama yoktu bunun da bir önemi. Çünkü üç kişiydiler, çünkü üç maymundular, çünkü tek bir aile olabilmenin o evdeki şartı buydu. Çünkü Eda on beş yaşındaydı ve günün birinde kendisini doğurabilmesinin tek yolu, yaşamını bir şekilde sürdürmekti. Her şeye rağmen.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder