Sokakta Yürürken Kulaklıkla Müzik Dinleyen İnsan


bu insanlardan biri de benim. mutfağa su içmeye gitsem takarım kulaklığımı. (konuşurken abartma huyum vardır bi de.)

tehlikelidir aslında. müziğin sesi çok yüksekse arabaların kornaları, acı frenler, sürücülerin küfürleri, polisin dur ihtarı gibi hayati bazı şeyleri duyamadığınızdan dolayı bir anda dinlemekte olduğunuz şarkı son şarkınız olabilir. o yüzden yürürken arada sırada kafayı baykuş gibi çevirip etrafınızı kolaçan etmeniz gerekir.

mesela, ben bir kere kulağımda kulaklıkla yürürken dengesiz bir köpek topuğuma saldırdı. ben tabii topuğumun çekiştiriliyor olması hasebiyle arkama döndüğümde durumu anladım. o anda öyle bi ruh hali oldu ki, yolda biriyle karşılaştığın zaman müziği aceleyle kapamaya çalışırsın ya konuşabilesin diye, ben de müziği kapamaya çalıştım köpek altta hırr, gırr, bi takım hareketler yaparken. sanki "hoşt" desem köpek bana cevap vericek ben de müzikten duyamıycam dediğini, ayıp olucak. ayağı mayağı sallarken bi yandan, neyse, kapadım müziği, otoriter bi sesle "hoşt" dedim köpeğe. köpek kaldırdı başını "hoşt mu?" dedi. "evet" dedim. "sana hoşt esas" dedi. ben bi sinirlendim, yapıştım köpeğin topuğuna. nasıl ısırıyorum! sonra köpeğin arkadaşları geldi, ayırdılar bizi. bu da böyle bi anımdır. yani, işte, köpeğe de dedim, müziği çok açmamak lazım yürürken. zaten kulaklara da zararlı. ama oyalıyor tabii insanı müzik. ben mesela su içmeye mutfağa gitmeden önce playlist hazırlıyorum.

Çürük Yumurta

Kendisi için en değerli nesnenin ne olduğunu bulmaya çalışıyordu kendi ekseni etrafında dönerek odasını inceleyen küçük Tosar. Belliydi kafasının karışık olduğu, ama gözlerindeki umut müşfikçe saklıyordu o karartıyı ardına. Saati göz kırptı o an miniğe ve kitaplığının başköşesine götürdü onu küçük patikleri. Eline aldığında saatini, sanki babasına dokunuyormuş gibi hüzünle doldu çocuk kalbi. “Acaba” dedi içinden, “yoksa saatim mi benim en değerli nesnem?” “Hayır” demesine yetti simli küçük kırmızı kalemi, kız kardeşi kokuyordu çünkü tepesindeki kirli silgisi. Üzgündü çocuk, oval masasının üzerindeki çiçeksiz ve kokusuz kaktüsüne anlattı derdini. Dinledi kaktüs ama kanattı çocuğun parmaksız ellerini. Akan kanla birlikte hatırladı Tosar annesinin son kez gördüğü solgun çehresini. Üzüldü ama devam etti nefes almaya; ne yapsın ki, yetmiyordu cennet hatlı otobüse binmeye cebindeki öğrenci bileti.

Bir Rüzgar Eser, Bir İnsan Gider

Yaşamak istemiştim, tüm derdim buydu. Ay ışığının altında önceden görmediğim, sonradan da hatırlamayacağım insanlarla kafa çekmeyi seviyordum. Ya da duvarlarına kokain ve sperm izleri bulaşmış bir bar tuvaletinde bekâretimi kaybetmek acı vermiyordu bana. Kafamın gitmesini, uyuşmayı, unutmayı seviyordum, çünkü ben buydum; her şeyin de farkındaydım. Günah işlemeyi seviyordum, eğer adı buysa. Üstelik kimseye de bir zararım dokunmuyordu kendimden başka. Bağımlı değildim hiçbir şeye, sorumluluklarım yoktu, kendimi önemsemiyordum ve hiçbir pişmanlığım yoktu hayatta. Kendime söylediğim yalanları bir kenara koyarsak, dürüst bile sayılırdım insanlara karşı. (Aldırış etmeyen birinden insanları kandırmasını bekleyemezsiniz.) Düzenli bir hayat istemiyordum. Bir eş, bir çocuk, standartları yüksek bir hayat istemiyordum. Karanlığın içinde hapsolmak benim cennetimdi. Günlük işlere kendimi kaptırıp hayatımı bir kenara savuracağım günlere vardı daha, sıradan bir insan gibi yaşamama vardı, çok vardı. (Çok, bazen ulaşması mümkün olmayan bir zaman dilimidir.) Bana sundukları o mükemmel cenneti kazanmak için bir ömür boyu istedikleri gibi yaşamak bana göre değildi. Kutsanmak bana göre değildi. Ben İsa’nın çocuğu değildim, Muhammed’in ümmeti değildim, zaten tanrıyla da aram pek iyi sayılmazdı. Onlar için ölmektense, kendim için yaşamayı tercih ederdim. Sonrası umurumda değildi. Tırnaklarımın sökülmesi, dişlerimin kırılması, kemiklerimin vücudumdan koparılıp alınması umurumda değildi. İşkence görmek beni korkutmuyordu. Elimde olsa “Cehennemine at beni, orada yanmak istiyorum.” diye bağırabilirdim ama beni duymayacaktı. Duysa bile aldırış etmeyecekti. Ama neden? Boş verdim. Cevap alamayacağım sorular sadece nefesimi tüketecekti. Belkilerimden bir ayna yapıp olmak istediğim insana el salladım. Hayallerimi kara borsaya düşürdüğüm için kendime kızmam gerekirdi ama buna ayıracak tek bir dakikam bile kalmamıştı artık.

Ölmek istemiştim, tüm derdim buydu.

Eylül Ayıydı Ve Sakalar Ölüyordu

İlk dersine yirmi dakika geç kaldı. Birbirimize aşinaydık ama onu beklerken yaşadığımız heyecandan ötürü hiçbirimizin ağzından tek bir kelime bile çıkmadı. Çünkü o bizim için büyük bir puttu, dolayısıyla onunla karşılaşmak da büyük bir hayal ve hayal kuran insanlardan konuşmaları beklenilmez. Sonra içeri girdi. Tedirgin bir hâli vardı ve nefes nefeseydi; öyle ki ter içinde kalmış beyaz gömleğine bakarken vücudundaki kılları bile seçebiliyorduk. Kulaklarının arkalarından taşan özenle örüldüğü belli, ince, siyah lüleleri ona komik sayılabilecek bir görünüm katmıştı ve garip, uzun ve kemerli burnuyla karikatürlerden çıkmış gibiydi. Kırkların Almanya’sından kalan bıyıklarına değinmiyorum bile. Ama gözleri. Gözlerine baktığınız anda ciddiyeti ve netliğiyle sizi anında etkilemeyi biliyordu. Bu yüzden ona gülemezdiniz. Ona gülmeyi aklınızdan bile geçiremezdiniz. Mümkün değildi, o dünyanın en karizmatik adamıydı ve sesini duyduğum anda kısa bir süreliğine karşımda bir peygamber olabileceğini düşündüm. Oysa sadece “Merhaba.” demişti. Neyse ki geçti. İnsan doğası böyledir işte, gördüğümüz her şeye çabucak alışıp hiç tereddüt etmeden onları tüketiriz.

Masasına geçti. Elindeki çantayı önüne koyduktan sonra kısa bir süre önündeki kâğıtlara göz gezdirdi; ilgisini çekmemiş olacaklar ki çok geçmeden bize yöneldi. Hiç üşenmeden herkesle kısa sürelerle de olsa göz teması kurdu. Ve sonra konuştu. Onu görmeliydiniz, bir şeytanı andıran sözcükleriyle önce bize cenneti gösterip, sonra cehennemin sıcağının ortasına bıraktı. Yandık. Her birimiz yandık, kendimizden uzaklaştık, ruhumuz zedelendi, parçalandık. Ama geçti. İnsan doğasından bahsetmiştim size, acılara bağışıklık kazanma konusunda üzerimize yoktur.

Geciktim. “Annem” dedi ve saatine baktı, “yaklaşık otuz dakika önce öldü. Bir trafik kazası geçirmiş. O yaştaki bir kadının trafiğe çıkması başlı başına bir hataydı zaten.”

Elimi kaldırdım, ne cesaret ama. Gördü, ne hız ama. Gözleriyle işaret verdi, sevgi dolu ama tehlikeli bir bakışla. Bu muhtemelen “Seni dinliyorum küçüğüm ama saçmalayacak olursan amına koyarım.” deme şekliydi. “Efendim” dedim, “çok üzüldüm.”

Gülümsedi. “Sen” dedi, “karşılaştığım, yalan söyleme konusunda en başarısız kızsın. Ben bile üzülmedim.”

Ne diyordu? Afalladım. Yerime oturdum. Böylesine bir insan, nasıl olur da bu kadar hissiz, düzeltiyorum, gaddarca hislere sahip biri olabilirdi? Şaşkınlığım da kısa sürdü, insan doğasından falan bahsetmeyeceğim şimdi sizlere. Sustum. Bir şey söyleyemedim. Sırtımı yaslayıp küçük bir çocuk gibi dudaklarımı büzdüm ders boyunca. Dersin bitiminde beni yanına çağırdı. Başıma gelecekleri az çok kestirebiliyordum. Her hocanın mutlaka garez beslediği bir öğrencisi olur ve sanırım o bendim. Hayır, değildim. Beni etkileyici bulduğunu söyleyip ayakta dikildiğimiz dakikalar boyunca dudaklarımın güzelliğinden ve dolgunluğundan bahsedip durdu. Ağzımı sikmek istediğini söyledi. İstediğini ona verdim. Daha doğrusu veriyordum ki telefonum çaldı, annemin öldüğünü o esnada öğrendim, bir düşünün. Şaşkındım, korkuyordum, titriyordum ve neredeyse ağlıyordum; karmaşık hislere sahip bir kadına her şeyi yaptırabilirsiniz. Acımadı. Saçlarımı tutup kafamı kasıklarına doğru yasladı. İlk aşkım işte böyle başladı.

Albert O Gece Ölmek İstedi

Bornovalı birinin Şemdinli’yi kendisine yakın bulmasını garipseyebilirsin ama garip değil. Hiç değil. O kasabayı ilk gördüğüm anda bana göz kırptığını söylemiş miydim sana? Kendine has bir havası vardı. Sanki intiharı deneyip de ölemeyen, hayatının geri kalanını bitkisel hayatta geçirecek talihsiz bir çocuk gibiydi. Normal şartlarda bu benzetmemden ötürü kendimi aşağılayabilirdim ama bir kasabaya intiharı yakıştıran koca bir toplumu görünce geçiyor, oraya gitsen bunu görebilirdin. Hah, tabii bu kendimi aldatma mekanizmam da olabilir. Doğrusu insanlar bunu iyi yapıyor. Albert de farklı değildi. Albert… Onunla tanışmamızın üzerinden bir hafta bile geçmemişti ki ilk seyahatimize çıktık. Dağların arasındaki çamurlu yollarda arabamızı sürerken sanki tanrıya sübliminal bir mesaj gönderiyorduk. Acaba anlıyor muydu? Anlayışı kıt bir tanrıya inanmak bipolar insanlar için sıkıntılı bir durum değil. İdare ediyorduk. Daha doğrusu önemsemiyorduk. Sadece sürüyorduk. Gidiyorduk. Heyecanlıydık ilk kaçamağını yapan bir genç kadar, utangaçtık arkadaşlarının yanında altına kaçıran bir küçük kadar ve hissizdik annesine sigara içerken yakalanan küçük Muhammet kadar. Karmaşa doluyduk. Anlayacağın kasabaya her yönden ayak uydurmayı bilmiştik. Ama bütün bunları sana neden anlattığımı bilmiyorum. Hah. Albert. O gece yarım yamalak Türkçesiyle bana ölmek istediğini söylemişti. Netti, kesindi, emindi. “Olabilir.” dedim, “ama ya cennet yoksa?” Gülümsedi. Arabayı durdurup işedikten sonra tekrar yanıma gelip benden bir sigara istedi. Verdim. İçerken Fransızca şarkılar söyleyip sol elini camdan sarkıttı. “Özgürlüğü hissediyorum.” dedi. “Sanki okyanusun seksen metre altına saklanmışım; insanlardan uzağım, sanki onları hiç tanımamış gibiyim. Sanki ölmüşüm. Anlıyor musun beni, bana gereken cennet değil, sadece insanlardan uzak bir yer. Bunu bana verebilir misin Yusuf, sevgili dostum, sevgilim.” Eli torpidoyu işaret ediyordu. Ondan son duyduğum şey, o tabancayı tıpkı bir profesyonel gibi kusursuzca tuttuğumdu.

Tebrikler, Nur Topu Gibi Bir Hayaliniz Oldu.

Ve iyi adamlar geldi.
Paralı adamlar.
Vaatleri vardı, güzel sözleri ve etkileyici yüzleri vardı.
Bizi yanlarına çekip onlar gibi olmamızı istediler.
Olduk.
Kandık.
Bu işlerine geldi.

Bir çocuk da çıkıp söylemedi ki,
Bir deli ya da bir düşünce suçlusu;
“Bankalar dünyanın en gereksiz kurumlarıdır.”

Paralandık.
Paralandık.

Ama ben, neyse ki şanslıyım kardeşim ve akıllandım.
Şimdi seni kurtarmalıyım.
Hayır, diğerleri gibi değil.
Sadece benim görebildiğim bir tanrıdan emirler alıp,
Onun gücüyle denizleri ikiye yarıp,
Gökleri birbirinden ayırarak değil.
Hırslanmadan, kin gütmeden, zorlamadan ve savaşmadan,
Sıradan biri gibi,
Sana sadece sevgi vaat ederek
Şimdi seni sıradanlığa çağırıyorum.
Sesime kulak ver ve gel.
Gel kardeşim, burada yeterince fazlayız.

Kıçımızın rahat görmesi değil çünkü derdimiz,
Lüks bir restoranda akşam yemeği yemek,
Güzel bir yatla dünya turuna çıkmak
Ya da kiralık bir kadınla hızlı bir gece geçirmek değil.
Hayatımızda o takım elbiselere ve şu parlak kravatlara yer yok.
Satın alınmış bir hayat bize fazla çünkü,
Geçici mutluluklar bize fazla, çok fazla.
Biz o kadar olmadık daha, bunu diğerlerine bırak ve gel.
Gel kardeşim, burada yeterince güçlüyüz.

Gel ve sabahtan akşama kadar müzik yapalım,
Karnımız acıktığında balığa çıkalım,
Dağlarda gezelim,
Kendi denizlerimizi kirletelim
Ve kendi kadınlarımızı.
Kimseye hesap vermeyip, kimseden de hesap sormayalım.
Kötü arabalarımız olsun,
Kırık dökük bir evimiz
Ve en az bizim kadar çatlak ahbaplarımız.
Ayaklarımızın götürdüğü her yer vatanımız olsun
Ama gidelim.
Sıyrıl şuradan ve gel.
Gel kardeşim, burada yeterince mutluyuz.

Yarınından korkarak bugününü yaşayamazsın.
Kandırıyorlar seni. Kendini kandırıyorsun.
Buna izin vermeyeceğim,
Kaybolmana göz yummayacağım.
Çünkü hayallerini bırakmak için fazla gençsin kaptan
Ve bu gemiyi batırmana müsade yok!
Sadece aldığın her nefesin,
Yeni bir umut olduğunu görmeye ihtiyacın var.
Ve ben sana göstereceğim.
Bunun için dudaklarını patlatmam,
Kollarını bağlayıp o kağıt parçalarını gözünün önünde yakmam
Ya da kafanın içini baştan sona yıkamam gerekse bile
Bunu yapacağım.

Çünkü
Daha sikeceğimiz kadınlarımız var,
Öpeceğimiz sevgililerimiz
Yıkacağımız tabularımız var.
Ve en önemlisi sıkıldığımızda siktirip gidebileceğimiz,
Sonuna kadar bizim olan bir hayatımız.
Gel.
Gel kardeşim, çünkü yalan söyledim;
Neredeyse bitiyoruz!

Dereağzı'nda Bıraktım En Mutlu Zamanlarımı.

Özledim baba. Dünya yaşanılır bir yer değil artık benim için, onu çözülmesi büyük bir problem olarak görmekten sıkıldım. Oysa eskiden, yedikçe azalmayan bir pasta kadar güzel geliyordu gözüme, nasıl böyle oldu? O zamanlar sence de güzel değil miydi? Allah iyi, insanlar sevecendi. Gerçi ben o zamanlar bu ayrımı yapamıyordum, sahi yapsam Arap Sadi’yi kovar mıydım her seferinde evden? Düşündüm de, bence yine kovardım. Ama oradan bakma, kızgınlığım çabucak geçerdi yine. Özür dilerdim, sarılırdık, gelirdi evime, bir oyuncağımı daha çalıp giderdi. Ama beni mutlu ederdi bunun karşılığında. Çünkü onun oyuncaklara, benim gülümsemelere ihtiyacım vardı. Sonra yine gelirdi, sonra yine aynı şeyler olurdu. Özledim baba, çok özledim. En azından o zamanlar doğanın kanunlarına uygun olarak yaşıyorduk, şimdiki gibi değil, namertçe değil. İnsanlığın bir çocuğun üzerine yapışan en acınası sıfat olduğunu o zamanlar bilmiyordum. Bilemezdim. Bilsem inan hiç büyümezdim.

Her zaman güçlü ve inatçı bir çocuk olduğumu söylerdin. Öyleydim, ama bu kirliliği kaldıracak kadar güçlü bir adam olamadım hiçbir zaman. Adam olmayı bile kaldıramadım ki. Arada kaldım, kısıldım, sıkıştım, nefes alamıyorum baba, ölüyorum. Tekrar sokaklara dönmek, koşmak, düşmek, tenimi kirletmek istiyorum. Artık tenimi kirleten her bir çamur izinin, masum ruhuma yeni bir günahın bulaşmasını engellediğini öğrendim. Niye bu kadar geç baba, neden oğlunu hiç uyarmadın? Oysa ben senin her istediğini yaptım, sense hayatın boyunca beni kandırdın.

Hatırlıyor musun, plastik bir top almıştın bana. Onu ayağıma aldığım her anda kendimi bir futbolcu sanacak kadar hayalperest bir yaratıktım. Böyle birinin üzerine o çubuklu formayı hiç geçirmemeliydin baba. Beni o stada hiç götürmemeliydin. Dünyanın en mükemmel locası olan omuzlarında bana maçları seyrettirmemeliydin. Gülmemeliydik baba, Okocha bizi hiç ağlatmamalıydı. Elimizi süremediğimiz bir teneke en büyük amacımız olmamalıydı. Ama oldu ve şimdi sen yoksun. Ben varım, senin yerine de ağlıyorum, bir başıma ağlıyorum… Ama neyse ki Galatasaray var. O olmasaydı Fenerbahçe’yi bu kadar sevebilir miydim? Fenerbahçe’yi bu kadar sevmeseydim, her ağladığımda aklıma düşebilir miydin? Soru sormak bazen ne kadar güzel baba. Bir damla düşürüyor gözden, yavaşça.

Bilmiyorum baba. Hiçbirini bilmiyorum. Sadece yanına gelmek istiyorum ama bileklerime kıyamıyorum. Şayet gelemeyecek olursam, anneme benim yerime söyler misin insan olmaktan bu kadar sıkıldığımı? Hatta bir de rica etsen, beni yeniden doğurabilir mi?