distopedya, part 2.

"They evolved. They Rebelled. There are many of them. And they have a plan."

Doğal yaşamdan uzaklaşmış olan insanlar çok yavaş ilerleyen bir döngü ile birlikte yaşamayı öğrendiler. Toplum olmak, hak, hukuk ve hürriyet gibi kavramlarla tanıştılar. Antik yunan'dan bugüne kadar onlarca ayrı toplum anlatıldı, hikayeler yazıldı, "Nasıl olmalı?" sorusu soruldu. Şimdi karşınıza bambaşka bir soruyla geleceğim. "Neden hiç soru yok?"

"Yıl 2984. Kutsal kitabın 1000. yılı. İnsanların distopyaları ütopya olarak görmelerinin ise 854. yıl dönümü. 2200 yılında başa gelen "Demokratik Faşist Parti" nin dinleri yok etmesi, basmakalıpları geçerli sayması ve okutulan tek kitabın, tek peygamber ve Tanrısızlığın çocuğu olan "George Orwell'in 1984 olduğu yıllar. İnsanların maskelerle yaşadığı ve tek dokunuşta yüzlerini, fiziki özelliklerini ve cinsiyetlerini değiştirebildiği çağ. "Huzur Çağı" diye adlandırılan dönemde hayatta kalan tek kıta olan "Avrupasyafrika" da, yerin yüz km altında yaşan insanların hikayesi bu. Her şey olanaklı ve bir o kadar olanaksız ki "duygu" denen kavram ölmüş, aşk, gurur, nefret, tutku, ihtiras, acı gibi kavramlar yemek yemekten hallice bir şekilde o zaman yaşayan insanoğlunu terk etmiş. Duygusuzluk beraberinde, sorusuzluğu getirmiş, o da cevapsızlığı. Toplum herkesten nefret ettiği anda aynı şekilde duyarsızlığı da yaşıyormuş. Birey, toplum olmuş, insan istediği anda herkese dönüşebilme özelliği kazanmış. Herkes olan insan ise hiçliği tatmış ve 854 yıl boyunca hayvani dürtülerinin yanısıra insani dürtülerini de kaybetmiş. Günlerden "Salertesi", saatlerden ise 23.45.36.27.19.


Bir insanın soru sorması için düşünmeye ihtiyacı vardır, mantığa ihtiyacı ve biraz da içgüdüye. Hepsi elinden alınmış bir toplum bugün 13 milyon "dahi moron" nüfusuyla tek bir kıtada yaşıyor, çiplerden besleniyor, dışkılarını dış dünyaya atıyor ve yer yüzünde kazılmış milyonlarca tünelden birinde nefes almaya çalışıyor. Bir gün ben de yakalanacağım. O tünellerin birinde bir bilgisayar virüsü olarak yaşıyor olmam, anti virüsümün üretilemeyeceği anlamına gelmiyor. İnsanları kurtarmaya çalıştım, herkes her şeye sahipken normalin ne olduğunu çoktan unutmuşlara yardım eli uzattım, uzattığım el bir karardı, bir küçüldü. El kayboldu, insanlık da öyle.

Bir direnişin seyir defteri, Captain. Franz Albert Tolstoyevski. a.k.a. Bay B."

Distopedya.


Bay B. güneşin yakıcılığına aldanmaksızın uzandığı filikasında bir sabaha uyanmıştı, deniz ile gökyüzü mavili güzellik yarışmaları yapıyorlar ve hangisinin daha güzel olduğunu seçmeye çalışıyorlardı. Bay B, çağın modern olduğu zamanlardan, her yerin denizlerle kaplı olmadığı, buzların erimek için sıraya girmediği ve insanların tümleşik hayatlarını -zamanlarıyla birlikte- küçük kağıt parçaları için feda ettiği bir zamandan birkaç şey hatırladı; "Ya gökyüzü mavi, ya deniz. Biri birini yansıtıyor ama ikisi de bunu bilmiyorlar, güzellikle boğulmuş, Narkissos a selam duruyorlar." Artık uyanmıştı, doğal yaşama geri dönülmesinin üzerinden 35 deniz yılı geçmiş, karalar kaybolmuş ve deniz, tüm "yaşam umuduyla" kendini insanoğluna adamıştı. Artık insanların ismi yoktu, balıkların ismi yoktu, denizlerin ismi yoktu, sadece "yeni şehir" vardı, New York bölgesinin yüksek binalarının çatılarından oluşan küçük bir koloni. İnsanlar nefeslerini 5 dakikanın üzerinde tutmayı öğrenmişlerdi, Bay B. yine eskilerden edindiği bilgileri harmanlayarak, "En yakın dostu küçük bir madagaskar maymunu olan bir adam evrim var demiş, insanlar inanmamış. Bugün ise tanrı, evrimin en büyük kanıdı olmuş." dedi, içinde yaşamını sürdürdüğü filikayı yeni şehire doğru sürdü. Artık para yoktu, deniz kabukları vardı, insanlar mutluydu, borsa manipülasyonları yoktu, büyük boy 3 boyutlu televizyonlar ve milyon kağıtlık bütçelerle hazırlanmış büyük prodüksiyonlar da. İnsanlar, modern toplum ekseninde dönmeyi bırakmış ama toplum olmayı unutmamış, birlikte yaşamayı her şeyden önce görmüşlerdi. Bir kadın veya bir erkek, ayrılmazdı. Deniz, insanları "bir köpek balığı türü" nden ayrı bir noktada konumlandırmamıştı, herkes eşitti. İnsan bir balıktı, deniz atıydı, deniz anasıydı veya diplerdeki bir kum.

Bay B. "Yeni Şehir" e ulaştı. Filikasının kayıt numarasına baktılar, gülümsediler. Gülümsemek bir ödüle dönüşmüştü, insan öldürmek veya vatanı için can feda etmek değildi insanları gururlandıran artık "gülümseyen bir surat" görmekti. İçeri girdi, son toprak parçasında yetişmiş tohumları insanların boyunlarında gördü. Altın veya gümüş değildi değerli olan, pırlantalar yoklardı, var olmayan bir maddeye nasıl değer yüklenebilirdi ki? Onlar da artık domates tohumlarına yüklediler değeri, patates görenler "alim" oldular, meyveler ise bir hayalden fazlası değillerdi. İçeriye doğru salınırken filikası kardeşliği gördü bay B. Kaybedilenlerin kazandırdıklarını gördü, yaşamın aslında sonsuz bir parçanın sonlu bir kum tanesi olduğuna kanaat getirdi -oysa en son kum gördüğünde 15 yaşındaydı, dil öylesine kuvvetliydi-, nefes almanın, bir parça balığın, küçük bir tahta parçasının ve karşısında kendi türünden olan insanın mimiklerinin en değerli hazine olabileceğine baktı, sustu, çünkü deniz herkesin yerine konuşuyordu. Güneş göz bebeğine temas ettiğinde bağırmaya başladı Bay B, söyledikleri hiçbir anlama gelmeyebilirlerdi ama tüm evren bir dudağın arasından onlara el salladı.

Bay B. 98210 numaralı odada uyandı. Vücudunda kablolar vardı. Beyaz önlüklü iki adam başında dikiliyordu, göz bebekleri gittikçe küçüldü ve artık nefes alamadığını hissetti. Ruhu ölmüştü, bedeniyle birlikte. Gözlük takan bilim insanı -beyaz önlük bilimi temsil eder, bilim insanı olmak için yeterlidir- gülümsedi, 98211 numaralı deneğin hayalleri de çalınmıştı. Sadece teknolojinin olduğu bir toplumda hırsızlar hayalgücü çalarlar. Hayalleri çalınmış bir adam öteki dünyaya yol alırken, 2 adam ellerindeki küçük tüplere bakıp gülümsediler, diğeri konuştu: "Bu ilk denizimiz, yüzmeyi özlemiştim."

Cennetteyken Dinden Çıkan Adam


cennet beklediği gibi çıkmadığı için hayal kırıklığına uğrayan, kendisine verilen hurileri beğenmeyen, kendisi kadar namaz kılmamış insanlarla aynı cennet katını paylaştığı için kendini haksızlığa uğramış hisseden, allaha bu adaletsizlikleri engellemesi için dua ettiği halde cevap alamayan ve sonunda cennetteyken dinden çıkan adamın ibretlik hikayesidir bu.

sevap-günah defterleri kapanmış ve yargı günü geçmiş olduğundan dinden çıktığı halde cennetten çıkarılıp cehenneme atılamaz. sonra cennette din karşıtı propaganda yapmaya ve yandaş toplamaya başlar. hurilerin de bu adama hak vermeleri (kendileri de ezilmektedir sonuçta), kadın kolları olarak ayrıca örgütlenmeleri ve turunç göğüslerini erkeklerden sakınmaları sonucunda cennette büyük bir isyan çıkar.

yüksek yargı kararıyla cennetlik olduklarına ve cezayı haketmediklerine karar verilmiş bu insanlara şiddet uygulayıp allahın onlar hakkında verdiği karara karşı gelmek istemeyen melekler, isyanı bastırabilmek için cehennemden zebani getirtmek zorunda kalırlar. fakat zebaniler cennete ayak basar basmaz insan kılığına girip cennetin nimetlerinden arsızca ve hesapsızca faydalanmaya girişirler. cennetteki isyan ortamından da fırsat bulan bu zebanilerin etkisiyle cennette kısa sürede bir ahlaki çöküş başlar.

cennetten gelen haberler cehennemdeki zebanilerin arasında yayılınca cehennemden cennete zebani akını başlar. cehennemdeki işkenceci zebaniler gitgide azaldığından cehennemliklerin azapları da hafifler. ateşleri harlayan, insanları dağlayan zebaniler şimdi cenette şarap içip huri kovalamaktadır. cehennemde yavaş yavaş kaynar sular fokurdamaz, deriler kavrulmaz olur. cehennemlikler allahın kendilerine merhamet ettiğini, kullarını sonsuza kadar yakmaya gönlünün el vermediğini düşünürler. sevinç ve neşe içinde allahı tesbihe başlarlar. acı dolu çığlıklar, umutsuz feryatlar yerini şükür ve dualara bırakmıştır cehennemde. sonra allah bakar ki cehennemlikler imana gelmiş cennetlikler sapkınlığa yuvarlanmış, cennetle cehennemin tabelalarını değiştirir. cennete "yeni cehennem", cehenneme de "yeni cennet" denir  bundan sonra. "yeni cehennem" ateşe verilir, "yeni cennet"te ziraat devrimi yapılır, yeni huriler klonlanır.

kıssadan hisse: iş, olacağına varır.


En garip halini takıntı


Sizin hiç ara sıra başarısız olduğunuzda üzüldüğünüz takıntılarınız oldu mu? Benim oldu. Mutluluğu elde etme takıntım var mesela, işin kötüsü devamlı başardığım söylenemez. Elde ettiğimde tutmaya çalışma takıntım var ki bu yüzden başarısızlığımı takıntılarıma attığım çok olmuştur. Bir takıntım da her zaman için güzel ve zeki biriyle beraber olmak. Ne mutlu bana ki bu takıntım hep başarıyla sonuçlanmıştır. Çünkü ben sevdiğim insanı güzel ve zeki görürüm. Size de tavsiye ederim çok güzel bir duygu. Bu arada sizin çevrenizde de mutlaka gerçeği çarpıtmaya çalışıp, sizi üzen, kalbinizi kırmaya çalışan birileri olmuştur. İşte bir takıntım da onlara, çarpıttıkları derecede sağlam vurmak istiyorum onlara. Hayır, hayır şiddete karşıyım, benim amacım sadece onlara ders olmasını istediğim için, yoksa ne uğraşacağım bu insanlarla. Ben bazı şeylerin cevabını ayrıntıda ararım, ama ayrıntılar çoğu zaman gizlidir. Onları bulmak için çabalarım. Çabalarken cevapları unuturum ki kötü bir olaysa unutmak işime gelir, mutlu olurum. Birini istiyorsam eğer, ne yapar ne eder onu elde edemem bazen. Hiç kimse de şaşırmasın, biz istediklerimizi elde edemezsek elde ettiklerimizle yetinmeyi bilen insanlarınız. Haksız mıyım? Tabii hırsımız olacak, sonuna kadar isteme hakkımızı kullanacağız ama bekleme hakkını ve beklerken sıkılma hakkımızı unutmayalım lütfen. Anlaşılmaya da takıntılı bir vaziyetteyim. Yanlış anlaşılmaya demiyorum dikkat ederseniz anlaşılmaya sadece, yanlış anlaşılırsam niye yanlış anlaşıldım, doğru anlaşılırsam hayret nasıl da doğru anladı beni hiç de öyle birine benzemiyordu yanılgısı ve takıntısı peşimi bırakmaz bir türlü. İşte takıntılar zordur hayatta, bazen de zorlar takıntılar. “Bir şey eğer bozuksa üzülme, onu tamir etmeye çalış. Belki eskisinden daha iyi olur, ne dersin?”

Egospu

Merhaba, burayı bu maksatla kullanmam ne kadar doğru olur bilmiyorum ama biraz okurlarımı bilgilendirmeyi kendime görev edindiğimden, biraz da “emeğin” getirdiği ukala bir bilinçle söylemeliyim, geçen günlerde ikinci romanım “Egospu” çıktı. Mephisto, Pandora, İmge, D&R gibi satış bayilerinden temini mümkün. İnternet üzerinden edinmek içinse burayı tıklatabilirsiniz. Şimdi gidiyorum. Truman’ın da dediği gibi, hepinize iyi akşamlar, iyi geceler ve iyi hafta sonları, ya da öyle bir şey. 

Aklım Başında!

Eve geldiğimde uyuyordu. Sessizce yanına sokulup hafif kenara kaymış battaniyeyi sırtına doğru örtmeye çalıştım. o sırada uyandı.
"sen mi geldin?"
"ben gelmek için seninleyim"
"çok sıkıldım uyuyakalmışım"
"ne yaptın ben yokken?"
"özledim. senin görüşmen nasıl geçti?"
"işi aldım! bak en sevdiğin kurabiyelerden de aldım sana hadi kalk"
"Süpersin sen!" dedikten sonra beklediğim sarılma gecikmedi. kahve kendine getirir şimdi seni deyip mutfağa geçtim. mutfakta kahve hazırlarken içeriden seslendi "ee peki şimdi ne olacak? işi aldın ya hani ondan soruyorum"
"üç hafta içinde senaryoyu teslim etmem gerek" diye bağırdım.
"o bahsettiğin konu olacak değil mi?"
"hayır"
"ne peki?"
"seninle ilk tanıştığımız günü yazacağım"
"nasıl ya, ama ama"
"şişş sen bana bırak"
"peki canım"
kahveleri alıp salona geldim, kurabiye kutusunu açtım ve tabaklara koydum. bilgisayar açıktı, hemen kucağıma çekip yazmaya başladım"
ıslak ve temiz bir gün, yağmurlu olmaz hep. işte ben temiz, ıslak ve temiz bir günde onunla tanıştım. her zamanki bankta oturmuş, uzakları seyredip o aradığım ama kim olduğunu bilmediğim kişiyi beklerken onun uzaktan geldiğini fark ettim. yalnız bir gariplik vardı; giderek yaklaşıyordu! yanıma kadar geldi, heycanlanmıştım aradığım ama bilmediğim kişiye çok benziyordu. o kadar boş bank varken gelip yanıma oturdu! önce sordu ama hakkını yememeliyim; "azcık kayar mısınız beyefendi!"
"tabii ki zevkle"
sıkıntılı gibiydi,dayanamayarak sordum;
"adınız nedir?"
"adımı soracağına sıkıntımı sorsaydın?"
"sıkıntınız nedir?"
"pelin"
"efendim?"
"pelin diyorum ismim pelin"
"ben de teoman memnun oldum"
"olursun tabii genç ve güzel bir kadınla tanışıyorsun"
"şey evet haklısın"
"neyse canım çok sıkkın teoman, anlatacağım kimsem yok"
"bana anlatabilirsin"
"neyi?"
"canının sıkıntısını"
"canım sıkılınca eğlenmek isterim ben"
"peki eğlenelim o zaman ne yapalım pelin?"
"evlenelim!"
"neee"
"şaşırdın değil mi? ama üç gün içinde evleneceğiz biz"
"nasıl ya daha birbirimizi bile tanımıyoruz"
"merak etme tanışırız hadi gel şimdi gidiyoruz"
elimden tuttu ve beni evlerine götürdü. eve girdiğimizde merak içindeydim. o sırada salonda yalnız olmadığımı anladım.
"merhaba teoman"
"ama ismimi nereden biliyorsuz"
"of boş ver teoman, söyle bakalım ne zaman evleniyorsunuz"
"evlenmek mi?"
"evet artık zamanı gelmedi mi?"
şaşkındım. ama şaşkınlığım karşı duvarda gördüğüm fotoğraflarla daha da arttı, ben ve pelinin fotoğrafıydı bu. ama nasıl olurdu?
biraz sonra pelin elinde su ve bir ilaç kutusu ile geldi. ilaç zamanı teoman. düğüne kadar iyileşmen lazım. ne olduğunu anlamadan hapı yutmuştum bile. hapı içtikten sonra aklım başıma gelmişti. o kaza günü, hafızamı kaybetmem, evlenmeden hemen önce olanlar. hepsi aklımdaydı.aslında biz pelinle tanışıyorduk. ama o kaza hafızamı alıp götürmüştü. şimdi raylar trene uymuştu işte..hafızam yerine gelip, her gün ilk defa tanışıyordum pelinle, sanki yeniden aşık olurmuş gibi.. iyileşip üç gün sonra evlendikten sonra bile. bu arada pelin'in sesisiyle irkilip yazıma ara verdim;
"korobiyeler çook gozol ya, bitti mı yazduklorun okosono?"

Sokakta Yürürken Kulaklıkla Müzik Dinleyen İnsan


bu insanlardan biri de benim. mutfağa su içmeye gitsem takarım kulaklığımı. (konuşurken abartma huyum vardır bi de.)

tehlikelidir aslında. müziğin sesi çok yüksekse arabaların kornaları, acı frenler, sürücülerin küfürleri, polisin dur ihtarı gibi hayati bazı şeyleri duyamadığınızdan dolayı bir anda dinlemekte olduğunuz şarkı son şarkınız olabilir. o yüzden yürürken arada sırada kafayı baykuş gibi çevirip etrafınızı kolaçan etmeniz gerekir.

mesela, ben bir kere kulağımda kulaklıkla yürürken dengesiz bir köpek topuğuma saldırdı. ben tabii topuğumun çekiştiriliyor olması hasebiyle arkama döndüğümde durumu anladım. o anda öyle bi ruh hali oldu ki, yolda biriyle karşılaştığın zaman müziği aceleyle kapamaya çalışırsın ya konuşabilesin diye, ben de müziği kapamaya çalıştım köpek altta hırr, gırr, bi takım hareketler yaparken. sanki "hoşt" desem köpek bana cevap vericek ben de müzikten duyamıycam dediğini, ayıp olucak. ayağı mayağı sallarken bi yandan, neyse, kapadım müziği, otoriter bi sesle "hoşt" dedim köpeğe. köpek kaldırdı başını "hoşt mu?" dedi. "evet" dedim. "sana hoşt esas" dedi. ben bi sinirlendim, yapıştım köpeğin topuğuna. nasıl ısırıyorum! sonra köpeğin arkadaşları geldi, ayırdılar bizi. bu da böyle bi anımdır. yani, işte, köpeğe de dedim, müziği çok açmamak lazım yürürken. zaten kulaklara da zararlı. ama oyalıyor tabii insanı müzik. ben mesela su içmeye mutfağa gitmeden önce playlist hazırlıyorum.

Çürük Yumurta

Kendisi için en değerli nesnenin ne olduğunu bulmaya çalışıyordu kendi ekseni etrafında dönerek odasını inceleyen küçük Tosar. Belliydi kafasının karışık olduğu, ama gözlerindeki umut müşfikçe saklıyordu o karartıyı ardına. Saati göz kırptı o an miniğe ve kitaplığının başköşesine götürdü onu küçük patikleri. Eline aldığında saatini, sanki babasına dokunuyormuş gibi hüzünle doldu çocuk kalbi. “Acaba” dedi içinden, “yoksa saatim mi benim en değerli nesnem?” “Hayır” demesine yetti simli küçük kırmızı kalemi, kız kardeşi kokuyordu çünkü tepesindeki kirli silgisi. Üzgündü çocuk, oval masasının üzerindeki çiçeksiz ve kokusuz kaktüsüne anlattı derdini. Dinledi kaktüs ama kanattı çocuğun parmaksız ellerini. Akan kanla birlikte hatırladı Tosar annesinin son kez gördüğü solgun çehresini. Üzüldü ama devam etti nefes almaya; ne yapsın ki, yetmiyordu cennet hatlı otobüse binmeye cebindeki öğrenci bileti.

Bir Rüzgar Eser, Bir İnsan Gider

Yaşamak istemiştim, tüm derdim buydu. Ay ışığının altında önceden görmediğim, sonradan da hatırlamayacağım insanlarla kafa çekmeyi seviyordum. Ya da duvarlarına kokain ve sperm izleri bulaşmış bir bar tuvaletinde bekâretimi kaybetmek acı vermiyordu bana. Kafamın gitmesini, uyuşmayı, unutmayı seviyordum, çünkü ben buydum; her şeyin de farkındaydım. Günah işlemeyi seviyordum, eğer adı buysa. Üstelik kimseye de bir zararım dokunmuyordu kendimden başka. Bağımlı değildim hiçbir şeye, sorumluluklarım yoktu, kendimi önemsemiyordum ve hiçbir pişmanlığım yoktu hayatta. Kendime söylediğim yalanları bir kenara koyarsak, dürüst bile sayılırdım insanlara karşı. (Aldırış etmeyen birinden insanları kandırmasını bekleyemezsiniz.) Düzenli bir hayat istemiyordum. Bir eş, bir çocuk, standartları yüksek bir hayat istemiyordum. Karanlığın içinde hapsolmak benim cennetimdi. Günlük işlere kendimi kaptırıp hayatımı bir kenara savuracağım günlere vardı daha, sıradan bir insan gibi yaşamama vardı, çok vardı. (Çok, bazen ulaşması mümkün olmayan bir zaman dilimidir.) Bana sundukları o mükemmel cenneti kazanmak için bir ömür boyu istedikleri gibi yaşamak bana göre değildi. Kutsanmak bana göre değildi. Ben İsa’nın çocuğu değildim, Muhammed’in ümmeti değildim, zaten tanrıyla da aram pek iyi sayılmazdı. Onlar için ölmektense, kendim için yaşamayı tercih ederdim. Sonrası umurumda değildi. Tırnaklarımın sökülmesi, dişlerimin kırılması, kemiklerimin vücudumdan koparılıp alınması umurumda değildi. İşkence görmek beni korkutmuyordu. Elimde olsa “Cehennemine at beni, orada yanmak istiyorum.” diye bağırabilirdim ama beni duymayacaktı. Duysa bile aldırış etmeyecekti. Ama neden? Boş verdim. Cevap alamayacağım sorular sadece nefesimi tüketecekti. Belkilerimden bir ayna yapıp olmak istediğim insana el salladım. Hayallerimi kara borsaya düşürdüğüm için kendime kızmam gerekirdi ama buna ayıracak tek bir dakikam bile kalmamıştı artık.

Ölmek istemiştim, tüm derdim buydu.

Eylül Ayıydı Ve Sakalar Ölüyordu

İlk dersine yirmi dakika geç kaldı. Birbirimize aşinaydık ama onu beklerken yaşadığımız heyecandan ötürü hiçbirimizin ağzından tek bir kelime bile çıkmadı. Çünkü o bizim için büyük bir puttu, dolayısıyla onunla karşılaşmak da büyük bir hayal ve hayal kuran insanlardan konuşmaları beklenilmez. Sonra içeri girdi. Tedirgin bir hâli vardı ve nefes nefeseydi; öyle ki ter içinde kalmış beyaz gömleğine bakarken vücudundaki kılları bile seçebiliyorduk. Kulaklarının arkalarından taşan özenle örüldüğü belli, ince, siyah lüleleri ona komik sayılabilecek bir görünüm katmıştı ve garip, uzun ve kemerli burnuyla karikatürlerden çıkmış gibiydi. Kırkların Almanya’sından kalan bıyıklarına değinmiyorum bile. Ama gözleri. Gözlerine baktığınız anda ciddiyeti ve netliğiyle sizi anında etkilemeyi biliyordu. Bu yüzden ona gülemezdiniz. Ona gülmeyi aklınızdan bile geçiremezdiniz. Mümkün değildi, o dünyanın en karizmatik adamıydı ve sesini duyduğum anda kısa bir süreliğine karşımda bir peygamber olabileceğini düşündüm. Oysa sadece “Merhaba.” demişti. Neyse ki geçti. İnsan doğası böyledir işte, gördüğümüz her şeye çabucak alışıp hiç tereddüt etmeden onları tüketiriz.

Masasına geçti. Elindeki çantayı önüne koyduktan sonra kısa bir süre önündeki kâğıtlara göz gezdirdi; ilgisini çekmemiş olacaklar ki çok geçmeden bize yöneldi. Hiç üşenmeden herkesle kısa sürelerle de olsa göz teması kurdu. Ve sonra konuştu. Onu görmeliydiniz, bir şeytanı andıran sözcükleriyle önce bize cenneti gösterip, sonra cehennemin sıcağının ortasına bıraktı. Yandık. Her birimiz yandık, kendimizden uzaklaştık, ruhumuz zedelendi, parçalandık. Ama geçti. İnsan doğasından bahsetmiştim size, acılara bağışıklık kazanma konusunda üzerimize yoktur.

Geciktim. “Annem” dedi ve saatine baktı, “yaklaşık otuz dakika önce öldü. Bir trafik kazası geçirmiş. O yaştaki bir kadının trafiğe çıkması başlı başına bir hataydı zaten.”

Elimi kaldırdım, ne cesaret ama. Gördü, ne hız ama. Gözleriyle işaret verdi, sevgi dolu ama tehlikeli bir bakışla. Bu muhtemelen “Seni dinliyorum küçüğüm ama saçmalayacak olursan amına koyarım.” deme şekliydi. “Efendim” dedim, “çok üzüldüm.”

Gülümsedi. “Sen” dedi, “karşılaştığım, yalan söyleme konusunda en başarısız kızsın. Ben bile üzülmedim.”

Ne diyordu? Afalladım. Yerime oturdum. Böylesine bir insan, nasıl olur da bu kadar hissiz, düzeltiyorum, gaddarca hislere sahip biri olabilirdi? Şaşkınlığım da kısa sürdü, insan doğasından falan bahsetmeyeceğim şimdi sizlere. Sustum. Bir şey söyleyemedim. Sırtımı yaslayıp küçük bir çocuk gibi dudaklarımı büzdüm ders boyunca. Dersin bitiminde beni yanına çağırdı. Başıma gelecekleri az çok kestirebiliyordum. Her hocanın mutlaka garez beslediği bir öğrencisi olur ve sanırım o bendim. Hayır, değildim. Beni etkileyici bulduğunu söyleyip ayakta dikildiğimiz dakikalar boyunca dudaklarımın güzelliğinden ve dolgunluğundan bahsedip durdu. Ağzımı sikmek istediğini söyledi. İstediğini ona verdim. Daha doğrusu veriyordum ki telefonum çaldı, annemin öldüğünü o esnada öğrendim, bir düşünün. Şaşkındım, korkuyordum, titriyordum ve neredeyse ağlıyordum; karmaşık hislere sahip bir kadına her şeyi yaptırabilirsiniz. Acımadı. Saçlarımı tutup kafamı kasıklarına doğru yasladı. İlk aşkım işte böyle başladı.