psikanaliz

Psikanaliz yapmaya çalıştığınız sürece, bir insanın gerçek duygularını anlamanız olanaksızdır. Çünkü psikoloji, gerçek duygulara erişemez. Psikoloji, gerçek duygulara erişmenin gereksiz olduğunu savunan bir anlayışın baştansavma yöntemidir. Bir insanı anladığınızı hissettirmek istiyorsanız, onu çözmüş bilge insan rolünden uzaklaşıp, onunla aynı konumda, aynı arenada bulunmalısınız. Uzaktan her şey göründüğü gibi değildir, olmamıştır. 'Seni anlıyorum' sözünün kökeninde bir umursamazlık var. Psikolojik reaksiyonlar, duyguları yansıtmaz. Duygular içte oluşurken, bir diğer kanaldan 'bunu nasıl aktarabilirim?' sorusuna cevap arar. Çünkü duygularınızın farkedilmesini istersiniz. Sonra birileri size onun öyle olmadığını anlatmaya çalışır. Bunu yaparken psikolojik yöntemlerden yardım alır. Oysa gerçek duyguların sadece su yüzündeki yansımalarını yorumlamaktan başka bir şey yapmıyordur. Sizi, size sormadan anladığını iddia eden insanlar, sizi anlamaya üşenen insanlardır. Birileri gelir ve size duygularınızın açıklamasını yapmaya koyulur. Dinlersiniz. Ama o anlattıkları, gerçek duygularınız değildir işte. Bunu bilirsiniz ve neden böyle olduğunu anlayamazsınız. Çünkü siz de anlamaya üşenirsiniz, sizi anlamaya üşenen insanları.

Ne diyeyim; üşenmeye devam edin o zaman. Ben zaten sizden başka bir frekansta yazıyorum; dikkate almanıza bile gerek yok. Okuyup geçin işte.

İyi eğlenceler...

martı. bir.

Bir adama güvenmek yanlıştır. Daha doğrusu, o adamın asla sizinle yatmak istemeyeceğini düşünmek yanlıştır. Bunu defalarca tecrübe etmeme rağmen her seferinde unutuyordum. Bana bunu hatırlatacak adam o olacakmış. Bilmiyordum. O adam her ne kadar sizden yirmi beş yaş büyük de olsa, sevdiğiniz bir hocanız da olsa, size "çocuk" diye sesleniyor da olsa, evli de olsa, çocukları size "abla" diye sesleniyor da olsa, belli bir promile ulaştıktan sonra bütün bunların hiçbir önemi kalmıyormuş.
Bilmiyordum.
Haziranda oldu her şey, bir haziran günü. Kahvelerimizi içmiştik, falına bakmamı istediğini belli eden bir şekilde fincanını ters çevirmiş, eliyle benim önüme itelemiş ve suratında muzip ve aynı zamanda mahcup bir ifadeyle bana gülümsemişti. Onu görmeyeli seneler geçti ama o ifadeyi nasıl yapabildiğini hala merak ederim. Kocaman bir adamın içindeki çocuğu o kadar net görebilmek beni şaşırtırdı.
Alaycı bir ses tonuyla:
-"Falınıza bakayım mı?" dedim.
-"Madem istiyorsun..." dedi sırıtarak, "... çok memnun olurum."
Gülümsemekten kendimi alamadım. Olabilecek en ciddi ifademi takındıktan sonra fincanı elime aldım, ve ne yaptığımı çok iyi biliyormuşçasına konuşmaya başladım.
-"Yakın zamanda uzun süredir görmediğiniz bir arkadaşınızdan - tabi akrabanız da olabilir - bir haber alacaksınız. Bu haber sizi en başta çok etkilemeyecek gibi gözükse de birkaç ay sonra sizin için çok önemli olduğunu fark edeceksiniz. Üç vakte kadar size şans getirecek bir şey olacak. Milli piyango da devretti zaten, bence bilet almalısınız."
Büyük bir ciddiyetle beni dinliyordu. Akademik hayatında bu kadar başarılı olan birinden beklemediğim bir ciddiyet. Ona dair hatırladığım şeylerden biri de, ciddi olduğunda sol işaret parmağı çenesini yanağına birleştiren noktada sabit kalırdı.
Karşımdakini zorlamayı seven bir yapım olduğunu annem küçüklüğümden beri söyler.
Sesimi incelttim ve gözlerimi fincana yönelttim:
"Vallahi bir ada görüyorum burada, adadaki dağın tepesinde de siz. A-aa! Adayı satın alıyorsunuz! Galiba piyango çıkacak. Tabi büyük bir banka soygunu planlamıyorsanız. Ama adayı aldığınıza göre, başarılı bir plan olduğunu söyleyebilirim."
Kafamı kaldırdım. Hala çok ciddi. Parmak hala kıpırdamadı.
Annem, sabırsızlığımın her zaman kötü sonuçlar doğurduğunu ve doğurmaya devam edeceğini de söyler.
Ani bir hareketle fincanı masanın üstüne bıraktım ve suratına baktım.
-"Ne yaptığım konusunda bir fikrim olmadığının ve iyice saçmaladığımın farkındasınız, değil mi?"
Başıyla onayladı beni, ciddiyetinden hiçbir şey eksiltmeden. Bunun üzerine ben de en ciddi tavrımı takınarak suratına baktım. Gözlerine. Göz teması beni huzursuz etse de, asla gözünü kaçıran taraf olmazdım. Daha da güzeli, bana saatler gibi geçen saniyelerin bana huzursuzluk verdiğini karşı taraf hiçbir şekilde anlamazdı. Olası diyalogları kafamda gözden geçirmeye başladım ki söyleyeceği şeye verecek hazır bir cevabım olsun. Ama hiç beklemediğim bir soruyla karşılaştım. Beklemediğim soruları sevmem.
-"Sana rakı sözüm vardı benim, değil mi?"
Alakayı anlamak için iki saniye duraksadım. Sadece iki. İki saniye, karşı tarafın senin afalladığını anlamayacak kadar kısa, düşünmek için yeteri kadar uzundur. Bu sefer değildi. Anlamadım, ama iki saniyenin sonunda ağzımdan cevabım döküldü:
-"Evet, vardı. Ama üç vakte kadar bir rakı sofrası sözü göremedim falda. Yalan olacak galiba."
Başarmıştım. İşaret parmağı artık çenede değildi. Gülümseyerek sandalyesinde gerindi.
-"O zaman bu akşam sözümü tutuyorum."
-"Kötü bir falcı olduğumu kanıtlamak için yapıyorsanız eğer ..."
Cümlem bitmedi. Kahkahalar.
-"Ah çocuk ah. Sen de olmasan kim güldürecek beni?"
Yine alaycı sesim:
-"Sağ olun efendim, işim bu tabi. Eğitim sistemimiz sağ olsun, öğrencilik bir nevi soytarılık."
-"Estağfurullah çocuk. İyi bir şey demeye çalışmıştım ben. İyi ki varsın anlamında."
Gülümsedim. Gerçekten.
-"Biliyorum." dedim. Saatime baktım. On dört dakika daha o odada oturabilecek vaktim vardı, ama o an gitmemin çok daha iyi olacağını hissediyordum. Bir yandan da kalmak istiyordum ama... Ve iki saniyem dolmuştu.
-"Neyse, benim artık gitmem lazım, malum, derse gitmem lazım."
-"Tamamdır, akşam için arayacağım seni."
-"Falda gözükmüyordu ama?"
Yine o ifade. Muzip ve mahcup gülümseme.
-"İyi dersler çocuk."
-"Teşekkür ederim, görüşürüz."
Odadan yüzümde bir gülümsemeyle çıktım. O odadan gülerek çıktığım son gündü. Bilmiyordum.

Madonna ve İkizler Burcu Queen Ass!

Evlilik programlarına katılan ve her yere gelin gidebileceğini söyleyen kadınlar var, ne güzel. En azından özgün bir yanları var. Herkesin birbirine benzemek için yarıştığı klonlar dünyasında başka bir grup daha var. Onlar da Allah korkusu olan talip arayan ve her yere gelin gidemeyeceğini beyan eden muhafazakar gelin modeli. Aslında bunlara hiç gerek yok. Hep sevişince etkisi geçecek olan hislerin yönettiği insanlarız neticede. Yaptığımız şeylerin karşısına geçip bozmayı da seviyoruz haliyle. Kibritten ev yapıp bir köşesinden yakarak karşısında sigara içen ebeveynlerin çocukları olarak hep sonuçlara güdümlüyüz bir şekilde. İnsanlardaki genelleme hastalığı bana da sirayet etmiş durumda. "Hepimiz" kelimesiyle bağladığım ve genele yaymak istediğim düşüncelerime başkaca ortaklar arayarak belki de rahatlama amacındayım. Ama bu genelleme hastalığından dolayı çok şeyleri kaçırabiliyoruz da. Herkes, herkese amcaoğlu, anne-baba bir öz kardeş gibi benzemeye başladı. Bu yüzden kimseyi de sevmiyoruz aslında. Çünkü heyecan yaratan insan sayısı azaldı. Burda da genelleme yapmış olabilirim, dedim ya bu bir hastalık.

Her yere gelin olarak gidebilen kadınlar taliplerini arayadursun, bu yıl balık burcunun yılı olacak. Balık burcu gerçekçiliğinin zirvesinde yaşayacak. Mesela Madonna'yı ele alalım bu yıl Madonna ve onun kotardıklarının yılı olacak. Genellemelerimizi başkalarına sokarak özel hissetmeye çalışıp, insanları kategorize etmeye devam edeceğiz. Gideyim de başkaca gelin damat adayları bularak başkaca örneklemler toplayayım lakin elimdekiler eskiyip çürümeye başladı bile. Son olarak son bir genelleme daha; kendimizi kandırmayalım. Ortak yönler etrafında bir araya gelip, bunların hevesi geçince birbirinin ağzına sıçan insanlarız...

yargı ve infaz

Her insan dostunu da düşmanını da kendisi yaratır, kendi elleriyle besler, büyütür ve gitmesi gerektiği gün yine kendi hançeriyle öldürür. Devran derler bunun adına; oysa bu senin kendin’ce tasarladığın sevgi-nefret harmanındır. Marifetse senin marifetin, suçsa senin suçundur. Kimse bu mahkemeyi yargılayamaz, yargılamamalı. Şayet yargılayan olursa o artık senin ruhunun efendisi olmuştur. O durumda yaşama daha iyi.

Ruhun sana seçme özgürlüğü vermiş; kendi kafana göre insan ekle, insan çıkar, çarp, böl… Yeter ki sevgi-nefret harmanındaki kıstaslara sahip çık. Onurlu bir yargıç ol. Öldürmen gerekeni de, yaşatman gerekeni de doğru seç. Aksi takdirde acı çeken sen olursun. Çünkü tüm bu gelişigüzel kararlarının sonunda hesap vermen gereken ve genelde beklenmedik anda karşına çıkan, soğuk, ürkütücü ve sert bir ses vardır:

vicdan…

Nereye? Oraya!

-Nereye gidelim?
-Bilmem sen söyle?
-Kalabalık mı olsun, yoksa sakin mi?
-Sen olduktan sonra önemli değil bunlar.
-O zaman eve gidelim.
-Tamam kimin evine gidelim?
-Benim eve gidelim.
-Neden?
-Daha iyi bir fikrin var mı?
-Hayır yok.
-O zaman bana gidiyoruz.
-Daha iyi bir fikrim yok dedim, fikrim yok demedim!
-E o zaman söyle?
-Arabayla gezelim.
-Nereyi?
-Her yeri.
-Peki her yer neresi?
-Orası, burası, şurası.
-Orasını biliyor musun?
-Hayır ama gidince biliyor olacağız, gitmeden bilemeyiz değil mi?
-Haklısın.
-Haklı olmasam zaten söylemezdim.
-Söylerdin.
-Söylemezdim.
-Söylerdin haksızım derdin.
-Ah evet haklısın.
-Evet nereye gidiyorduk.
-Her yere!
-Oraya?
-Önce arabaya!
-Benim yolum yol değil, sen bana yolumu tarif eder misin?
-Yanında olduğum her zaman, senin yolun benim yolum değil.
-Nasıl yani? Güzel bir şey söyleyeceksin sanmıştım.
-Gelecek, sabırlı ol. Her yer bizim yolumuz. Olmadı, bize yol açarız. Ya da bir yolunu buluruz işte. Gerçi biz kavramını sevmem. Sen sen olduğun için, ben de ben olduğum için yürürüz birlikte.
-Harikasın sevgilim.
-Sen de öylesin, bir öylesin bir böylesin dün de kızıyordun bana!
-Düne bakma ne varsa bugünde var.
-Peki hadi gidelim o zaman.
-Gidelim. Araba nerede?
-Orada.
-Nerede göremiyorum?
-Gitmeden bilemezsin değil mi?
-Gel kaçma buraya, gellll...

Yok Oluşunu Görmek İstedim

Sokakta düşünmek daha zor olabiliyor bazen. İyi bir gözlemci olun veya olmayın etrafınızdaki insanlar bazen o kadar çok ilginizi dağıtabiliyorlar ki buna siz bile şaşıyorsunuz. Ama bazen o anlamsız kalabalık, maddi kitle anlam veremediğiniz şeylere sebep olabiliyor.

En son sokağa çıktığımda bundan yirmi yıl öncesini düşündüm. Bunu düşündürdükleri için sokakta yürüyen insanlardan da bir kez daha nefret ettim. Tabi bunun bir anlamı yoktu. Çünkü eğer bir terörist falan değilseniz toplum sizi ciddiye bile almaz. Onlar iyi niyetli berduşlardan korkmak, güzel giyimli canileri de aklamak için neden aramaktadırlar çünkü. Bunu sokakta kimin gözüne baksanız anlayabilirsiniz. Bu gerçeği gördükçe gömleğinizi çıkartıp köprüden aşağıya atlayasınız gelir bazen. Ya da lüks bir lokantaya girip çırılçıplak soyunmak istersiniz. Belki de istemezsiniz ama ben hep istedim bunları yapmayı. Neden yapmadığımı anlatacağım size. Bir gün yapabilirim hatta her an yapabilirim çünkü ben size özgürlüğümü kazandığım ilk günü anlatıyorum. Yirmi yıl sonra sokağa çıktığım ilk günü.

Çok eskiye gitmiş gibi olsam da lise günlerime gitmek zorundayım. O günlere dönmeden yazar olamazsınız.  İstediğiniz kadar iyi anılara sahip olun bazı şeyleri yapmak için eski günlere dönmek gerekir. Biraz olsun çocukluğunda güzel günler geçirmemiş kimse komedyen olamaz. Bunu, etrafına gülücükler, kahkahalar saçarak bir şeyler anlatan ve hitap ettiği topluluğun her bir bireyinden nefret etse bile espri yapmaktan hoşlanan insanın suratında görürsünüz. Ben bu yüzden yirmi yıl boyunca şaka yapamadım. Etrafınızın farkında değilseniz, nefret de şaka da buhar olur.

Özgürlüğüm elimden alınmadan önce bir kokteyle katılmıştım. Lisedeydim, yeni yetmeydim ama bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Hep ayak altında dolaşıyordum, yaptığım her yalakalığa kulp bulurdum mutlaka. Yaptığım her yalakalığın güzel sonuçlar getirdiğini sanırdım. Kendime olan güvenim sonsuzdu. Karşıma dikilecek her kapının anahtarını taşıdığımı düşünürdüm. Zaten boyum uzun olduğu için anahtarı deliğe sokmak için biraz eğilmek zorunda kalıyordum. O küçük kafamda yalakalıklarıma bulduğum müthiş benzetme buydu işte. Herkes ne zaman fark edecek bilmiyorum ama toplumda vaktini en çok boşa harcayan kitle kendine çok güvenen ergenler. Çünkü onlar illa ki bir kulp bulurlar yaptıklarına.

Uzun bir uğraşın ve edindiğim geniş çevrenin sayesinde katılmıştım şu bahsettiğim kokteyle. Salonda klasik müziğin eşliğinde etraftaki insanlara bakıyor ve yanımdaki iki üç kafadarla çene çalıyordum. Her kadın potansiyel avdı. Çünkü orda hiçbir kadını tanımıyorduk. Ne diye uğraştığımızın anlamını yitirmiştik. Dünyayı yaratan bir tanrı edasıyla kokteyle katılana kadar çabalamış, katıldıktan sonra da bir köşeye geçip etrafımızı izlemekten başka bir şey yapmamıştık. Birbirlerinden nefret eden adamların fıkralar anlatıp gülüştüklerini görmüştük. Yeni aşıklar görmüştük. Eski aşıklar, arası bozuk aşıklar, kavgalı ama birbirini seven aşıklar, barışık ama birbirini sevmeyen aşıklar, aranan gözler, şaraptan çakırkeyif olmuş aşıklar. Çok aşık vardı etrafımızda. Aynı yatağı paylaşan her çift birbirine aşık değil miydi nasılsa? Ne diye kafa yoruyorduk ki? İnsanların sıradanlığını görüp gülüşüyorduk sürekli.

O geceyi neşe içerisinde tamamladık dört arkadaş. Boşa da olsa yeni bir ortam görmüştük. Belki ilk defa adam yerine konmuştuk. Geri kalan her şey zaten önemini yitiriyordu bu tablo karşısında. O gün yüzünden yirmi yıla mahkum edileceğimi bilseydim hiç gitmezdim oraya. Hatta oraya gidersem cezamdan beş yıl indirim yapacaklarını söyleseler bile gitmezdim oraya. Baştan sona trajedinin günüydü o gün çünkü.

Bazen ilahi güçleri bilemezsiniz. Hayatınıza ne kadar etki ettikleri ise baştan sona muammadır. En kötüsü ise bu ilahi güçlerin kimin yanında yer aldığını bilememektir. Öğrendiğinizde ise iş işten geçmiş olur. İşte ilahi dünyanın da gerçek dünyayla benzeştiği tek nokta budur. İkisinde de başınıza gelecek kötü şeylere engel olamazsınız. Hep iş işten geçer.

O gece, kokteyl gecesi biz üç arkadaş birilerinin canını sıkmıştık. Bir arkadaşımız her grupta var olması gereken şanslı kişiydi. Nedenini yüzyıllarca sorgulasanız da bulamazsınız. Şanslıdır o işte. Cezayı üç kişi çekecektik. Üç kadının canını sıkmıştık, üç özel kadının. Yorumlarımızı duymuşlar ve ahkam kesmemizden çok rahatsız olmuşlardı. Ne olduğunuzu bile bilmediğiniz bir çağda dünyanın acımasız bir tanrıça tarafından yönetildiğini ve gittiğiniz herhangi bir yerde bu tanrıçayla bağlantılı olan kadınlar olabileceğini bilmek imkansızdır. Cezamızı duyduğumuzda bunun aslında bir ödül olduğunu sanmıştık. Sinsi sinsi gülmüştük hatta. Ama bu cezaydı, dünyaya gelmemizden daha büyük bir cezaydı.

Üç arkadaş yirmi yıl bir kütüphaneye kapatıldık.  Büyüklüğünü algılaması çok zor olan bir kütüphaneye. Yemeğimiz ve canlı kalmamızı sağlayacak her şeyimiz oldu yirmi yıl boyunca. Sigaramız, nargilemiz dahi vardı. İlk zamanlar keyifli gitti. Sürekli okuyor ve okuduklarımız üzerine konuşuyorduk sabahlara kadar. Bir iki yıl sonra keyfimiz kaçmaya başladı. Duvarlarda resim yoktu. Tiyatrodan, sinemadan uzaktık. Senaryoları ezberleyip kendimiz canlandıralım dedik önce ama olmadı. Okudukça ve farklı şeyler denedikçe özgüvenimiz düşüyordu. Mesela berbat tiyatroculardık. Her oynadığımız oyunun ayrı ayrı içine ettik. Kavga edememeye başladık günden güne. Hepimizin egosu inanılmaz incinmişti. Kitaplarda anlatılan kahramanlardan değildik. Karakterler gibi bir şeyler kaybetmemiştik, haliyle hiçbir şey de kazanamamıştık. Bilgimiz çoğaldıkça duygusal açlığımız da artıyordu. Kaç ay sonra bilmiyorum ama artık dostluğumuz bile bizi mutlu etmez olmuştu. Birbirimize baktıkça kendimize acıyorduk. Son beş yılımızda sigara içmekten ve nargilede uzmanlaşmaktan başka bir şey de yapmadık zaten.

Dışarı çıktığımızda haksızlık olmasın diye sadece beş yıl yaşlandırılmıştık. Tabi bu yirmi yılın çöküklüğünü gidermiyor. Dostluğumuz inanılmaz perçinlenmişti. Çok konuşmuyorduk ama konuşmadan da iki gün bile duramayacağımızı biliyorduk.

Sokağa, serbest kaldıktan üç gün sonra çıktım ilk defa. İşte o gün sokakta düşünmenin daha zor olduğunu fark ettim. Daha zordu ama başardığınızda çok güzel sonuçlara erişebiliyordunuz.
O gün sokağa çıktığımda kalabalığın arasında bir kız gördüm, zamanında çok sevdiğim bir kızı. Hiç ummadığım bir anda beni terk eden, duygusal çöküntüden çöküntüye sürükleyen kızı. Gördüğümde de anılar geldi aklıma. Sonra kütüphanede okuduğum Tolkien kitaplarını hatırladım. Özellikle de Silmarillion’ı. Zamanında aşık olduğum kızın, Morgoth’un yanına gidişini izlemek istiyordum o an. Hiçlik ülkesinin bir sakini olması gerekiyordu. Ölümünü ya da katledilişini değil yok oluşunu görmek istedim. Hiç var olmamışçasına. Bunları düşünürken kütüphanede yıllarca düşünmeme ve okumama rağmen fark edemediği bir şeyi fark ettim. Bir hiç olduğumu, güçsüz olduğumu kabullenmiştim kütüphanede. Ama hala çocuk kaldığımı düşünmemiştim hiç. Eskiden sevdiğim, şimdi nefret ettiğim bir insanın ölümünü değil yok oluşunu düşlüyordum. Bunu ancak bir çocuk düşünebilirdi. Yetişkin bir insan ya affeder, ya da nefretini kusacağı günü hayal ederdi. Ya ben? Ben onu var olmamış bir kitap karakterinin yanına göndermeyi düşlüyordum. Yirmi yılda öğrenemediğimi sokakta beş dakikada öğrenmiştim. Hala çocuktum ben. 

Milyonda Bir Ölüyüm

Belki binde bir ya da milyarda bir. Olasılıkları iyi hesaplayabilseydim bunu yazıyor olmazdım. Siz de okumazdınız. Zaten okumaya başladıysanız olabildiğince çabuk bırakmanızı tavsiye ediyorum, hiçbir işe yaramayacağını bilerek. Bırakamayacaksınız çünkü bu yazı size hiçbir şey kazandırmayacak. Okuduklarınızda yer yer kendinizden bir şeyler bulacaksanız ama sizi hiçbir zaman tamamen ifade edemeyecek. Kendinizin gölgesini görür gibi olacaksınız çünkü benliğiniz bu yazının ışığına çıkamayacak kadar kendinden memnun. Siz farkında olsanız da olmasanız da.

Topluluğa ''siz'' diyorum çünkü seslendiğim boşluğu tanıyamadım, belki hiçbir zaman da tanıyamayacağım. Birbirini tanımayan insanlar konuşurken ''siz'' diye hitap ediyorlarsa birbirlerine ben de okuyana siz demeyi uygun görüyorum.

Hiçbir yararı olmamasına rağmen bu yazıyı okuyorsunuz, zerre fayda görmediğiniz insanlara aşık oluyorsunuz ve size bir yararı dokunup dokunmadığı meçhul olan varlıklara tapıyorsunuz. İnsansınız işte, maymuna yakın ya da uzak, evrimleşmiş olsanız bile insansınız. Duygularınızı öldürmedikçe faydasız işlerden uzak duramıyorsunuz. Duygularınızı öldürdüğünüzde ise insanlığınızdan şüphe ediyor, bunalımdan bunalıma sürükleniyorsunuz. Duygusuzken mutlu olsanız da eksik hissediyorsunuz kendinizi ve tutkularınıza sarılıyorsunuz. Seks için, para için, güç için yaşıyorsunuz. İşeyen erkek aslanlar gibi sınırlarınızı çiziyorsunuz bu da evriminizi anlamsız kılıyor. İnsan nedir? İnsan, toplamda hiçbir şeydir. Bir yığın paradokstur sadece. Maddi bir varlıktır, ama kendine anlamsızca idealler belirler. Güce tapar. Bir yandan da yardım kuruluşları kurar. Çoğu zaman kimseyi umursamaz. Görmediği her şey maddeden ibarettir insan için. Gördüklerini, yakınlarını ise bir şekilde anlamlı kılmaya çalışır. Neden mi böyle konuşuyorum? Çünkü ben bir ölüyüm, milyonda bir.

Size nasıl öldüğümü anlatayım önce. On dokuz yaşlarındaydım herhalde ama tam emin değilim çünkü üstünden çok zaman geçti. Yaz aylarının sonuna geliyorduk. Günü birlikçiler deniz kenarına gitmez olmuşlardı artık. İş yerinden izin alıp tatile çıkan kalmamıştı. Yazlık yerlerde dolaşmaya çıktığınızda görebileceğiniz en genç insan altmış yaşlarındaydı. Ben o zaman da işsiz güçsüz olduğumdan hala tatildeydim. Şehre gitmemin bir anlamı yoktu, ya da yazlıkta kalmanın. Bir boşluk başka bir boşluktan daha cazip gelemez çünkü hiçbir insana. Can sıkıntısında toprakla, bitkilerle uğraşır hale gelmiştim. Şunu çok iyi biliyordum veya en iyi bildiğim şey de diyebilirim ki; insan ölü olsun canlı olsun işlevini yitirdiğini düşünüyorsa ancak toprakta huzur bulabilir. O yüzden insan yaşlandıkça çiftçi olmanın, köye gitmenin hayalini kurar. O yüzden büyük şehirlere gidip mutsuz olmuş işçiler hep memlekete geri dönebilmenin, küçük olsa da kendi toprağını ekip biçmenin düşleriyle yaşarlar. İşte, hep bu yüzden bir insan öldüğünde gömülmesi gerekir.

İşte bu toprak fikri beni mutlu ediyor, ertesi güne uyanmam için bir sebep oluyordu. Domatesler ekmiştim. Toprağın üstünde dallara tutturulmuş yeşilliğin içinde kırmızı kırmızı bitiverirler, bilirsiniz o görüntüyü. Koşuşturmaktan yanaklarını kan basmış küçük, mutlu çocukları görürdüm bahçede domateslere baktıkça. Domateslerin aşağısında güllerim vardı. Alacalı, pembe, beyaz… Yediverendi hepside. Her mevsim açarlardı. Bilirdim. Kışları görmezdim ama açtıklarını bilmem bana huzur verirdi. Küçüktü bahçem, mezarımdan biraz daha büyük biraz daha neşeliydi sadece. Arada sırada başka evlerin bahçelerindeki çimenleri sulardım. Hortumun ağzını sıkıştırdığınıza dağılan suyun çimlerin üstüne çarpışını duymanız lazım. Samimi bir teşekkürü koklarsınız ve duyarsınız su çimlere ve yer yer kelleşmiş bahçeye çarptıkça. Bahçeden uzaklaştıkça canım çekilirdi. Diyorum ya, hiçbir amacım ya da hedefim yoktu dünyada ve bence böyle insanlar ancak toprakla huzur bulabilirler.

Bahçenin üstündeki gökyüzü sanki tek gerçek gökyüzüydü. Şehirden uzaktım, ışıklar çok azdı ve her bir yıldız kendini özgürce ve rekabete girmeden sergileyebilirdi. Ben onlara isim vermedim ya da şekiller çıkarmadım. Kaydılar diye hiç dilek tutmadım. Ya da o yıldızların altında hiçbir kızı öpmedim. Öpmeye de çalışmadım. Orada doğaya aittim ben çünkü. Hiçbir gül dalından kopup insana ulaşmaya çalışmaz, hiçbir ekin kendi kendini biçmez. Aslında bunları yapabilirler, emin olun. Sadece yapmak istemezler çünkü kendilerini doğa denen bütünü oluşturan ayrılmaz parçalar olarak görürler. Ben bahçemin üstünde yıldızların altında akşamdan sulanmış toprağın hafif iç burkan kokusunu koklayarak o bütünün bir parçası olurdum ve işte bu yüzden de hiçbir kızı öpmeye yeltenmezdim. Ya da anlamsız bir arkadaşla sohbet etme ihtiyacı duymazdım. Siz de o bütünün parçası olsaydınız insanlığa ait herhangi bir şeye ihtiyaç duymazdınız, emin olun.

İşte yine bir akşamüstü, güneşin tamamen ufuktan silinmesine yakın bir vakitte domateslerin arasındaydım. Toprağa uzanmıştım. Kafamı sağa çevirmiş karıncaların çalışmasını, yer yer üstümde dolaşmalarını izlemeye çalışıyordum. Seslerini duyuyor fakat ne kadar yakınımda olduklarını bilmiyordum. Doğanın beni daha da fazla sarması isteği duydum bir anda. Nefes nefese kalana kadar koşmak ve suya atlamak istiyordum. Doğruldum, ayağa kalktım ve var gücümle koşmaya başladım. O kadar heyecanlanmıştım ki karanlıkta denizin ne tarafta olduğunu karıştırdım ve yanlış yöne doğru koştum bir süre. Zeytin dallarına çarpıyordum koştukça. Çarpan her dala seviniyordum. Canımı acıtmıyorlardı. Tabiatla aramızdaki barışın ve mutluluğun sembolü olduklarını düşünüyor ve deli gibi tek başıma karanlıkta gülüyordum kahkahalar atarak. Ne kadar koşarak dolandığımı bilmiyorum. Hatırlamaya çalışmanın da bir anlamı yok. Sonunda deniz kenarını buldum. Kumsala girdim koşar adım. Kıyıda kimseler yoktu, bu duruma çocuklar gibi sevindim. Sandaletlerimi hışımla çıkardım. Üstümü de fırlattım attım. Altımda sivrisinekler ısırmasın diye uzun kot pantolon vardı, onu da çıkardım. Anadan doğmaydım artık. Koşarak girdim suya. Karanlık olduğu ve boğulmaktan çok korktuğum için fazla açılmıyor, ayaklarımı yere değdiremediğim derinliklerde yüzüyordum. Sık sık dibe dalıyor ve karanlığın basıncını kokluyor, iyot kokusunun keskinliğini görüyordum gözlerim kapalı bir şekilde.

Uzun süre yüzdüm, ellerim ayaklarım buruş buruş olmuştu. Bir kez daha dalıp sonra çıkmaya karar verdim. Daldım, suyun üstüne çıktığımda suratımda ve kafamda ufak, tatlı dokunuşlar hissettim ve derinden bir gürültü duydum. Yağmur başlamıştı. Yavaşça kıyıya doğru yüzmeye başladım. Her bir kulacımda yağmur daha da şiddetleniyordu. Dağlara doğru baktığınızda kızıl yıldırımların hışmını görebiliyordunuz. Sahile ulaştığımda yağmur artık sağanak halini almıştı. Şu meşhur yaz yağmurlarındandı ama beni çok ürkütmüştü. Çok şiddetli yağıyordu çünkü. Bir an önce eve gidip domateslerin üstüne naylon germeliydim. Bunu düşünerek kotumu geçirdim ilk önce ayağıma. Kotumu geçirdim, kotumu geçirdim, kotumu geçi…

Bundan sonrası inanılmaz hızlı gelişti. Yani kotumu giydikten sonrasını söylüyorum. Çünkü bir anda, ne olduğunu anlayamadan ölmüştüm. Son hatırladığım fermuarımı çekmeye çalıştığımdı. Aslında yağmuru çok severdim ve tuzlu sudan çıktıktan sonra giyinmekten de nefret ederdim. O gün giyinmeden eve gitsem ne olacaktı ki sanki? Kim görecekti beni ayağımda sadece bir donla, hem görseler ne olurdu ki? İşte alışkanlıklar hayatınıza böyle mal olur. Ben kotumu giyip fermuarımı çektiğimde vücudumdaki tuzlu su ve fermuarın alaşımı yüzünden bir elektriklenme gerçekleşmiş ve üstüme yıldırım düşerek ölmüştüm. Komik, biliyorum. Rahat rahat gülün. Çünkü ben ölmeme rağmen hala gülüyorum.

Öldükten sonra hikayeler hep kısadır ve bunu herkes bilir. Ben ölüyüm ve bana börtü böcek milyonda bir diye seslenirler. Ben onlara cevap veremem çünkü artık bir işlevim var. İronik bir şekilde işlevsiz insanı toprak, ancak öldükten sonra işlev sahibi yapabiliyor. Benim bir amacım var artık. Evet, ben gübre olup yaşarken bana huzur vermiş toprağın bir parçası olacağım.

refik bey.

“Madem sonsuza dek susmamı istiyorsunuz, şimdi beni dinleyeceksiniz.” dedi Refik Bey, ellerinde bulunan bavulları hiddetle yere bırakırken.

Oğlu, gelini ve torunu şaşkınlık içerisinde ona bakıyorlardı. Şaşkınlardı, çünkü onu daha önce hiç bu kadar sinirli bir hâlde görmemişlerdi. Oğlu elini Refik Bey’in omzuna doğru götürerek, “Ne oldu baba” dedi, “Seni sinirlendiren şey ne?” Sesi her zamankinden inceydi ve babasının dudaklarına sabitlenmiş gözlerinde merak dolu bir bekleyiş vardı.”

“O bakımevine gitmek istemi…”

Refik Bey’in sözünü bitirmesine fırsat vermeden gelini araya girdi; “Baba, orası bakımevi değil, emekliler yurdu.”

Refik Bey ayağını yere vurarak, “O ufacık toriğinle bana neyin ne olduğunu öğretmeye mi çalışıyorsun gelin?” dedi, “Olmadın sen o kadar. Olmadın.”

“Ama baba…”

Gözlerini elinde tuttuğu sopaya götüren Refik Bey, “Sıçtırtma şimdi babanın şarap çanağına. Ben hâlâ buradayım ve çok şükür gücüm, sağlığım da yerinde. Nah görüyor musun, geçiririm vallahi kıçına şu bastonu, kızım falan demeden.”

“Sakin ol baba.” dedi oğlu, “Ayıp oluyor.”

“Aile içinde ayıp mı olurmuş ulan.”

“Baba, öyle demek istemedim.”

“Ben gayet iyi biliyorum senin ne demek istediğini kerkenez. Sus şimdi, söyleyeceklerimi dinle.”

“Dinliyorum baba.”

“Ben senin baban değilim.” dedi Refik Bey gözlerini oğluna dikerek. Tereddüt bile etmemişti bunu söylerken, bir çırpıda, sanki öylesine bir şey söylüyormuş gibi çıkmıştı dudaklarından sözcükler birbiri ardına.

Oğlu şaşkındı, bir süre öylece, hiçbir şey söyleyemeden duraksadı, ardından belli belirsiz bir şeyler söylemeye çalıştı. “Şaka yapıyor…”

“Hayır.” dedi Refik Bey oğlunun sözünü tamamlamasını beklemeden, “Şaka falan yapmıyorum. Baban değilim senin. Babanın kim olduğunu da bilmiyorum. Annenle evlenmeden önce, annen bana hamile olduğunu söylemişti. Bunu ikimizden başka kimsenin bilmemesini ve çocuğuna, kendi çocuğummuş gibi davranmamı istedi. Söz vermemi istedi benden. Aşıktım ona, hâliyle kabul etmiştim de. Zor olmadı başlarda, ama büyüdükçe değişti işler. Benim çocuğun olmadığın anlaşılıyordu. Ne boyun posun beni andırıyordu, ne de huyun bana çekmişti. Üstelik büyüdükçe de uzaklaşıyordun benden. Günün birinde dikildin karşıma şu aptal karıyla, “Ben evleniyorum.” dedin ve evlendin. Sütsüz şu veledi peydahladınız sonra. Varımı yoğumu aldınız benden ve şimdi de beni kendi evimden gönderiyorsunuz. Neymiş efendim, emekliler yurduymuş. Sıçayım emekliler yurdunuza da, evinize de, babanıza da. Kansızlar sizi. Bari kırk yıl boyunca sana babalık yapmış olan şu adama bir kez olsun yardım et de, al şu bavulları elimden.”

Refik Bey’in sözleri üzerine evdeki herkes susmuştu, Refik Bey de dahil. Oğlu bavulları bagaja yerleştirdikten sonra arabaya geçtiler ve oğlu emekliler yurduna doğru sürmeye başladı. Beş dakikalık mesafe, sanki beş saniyeymiş gibi, çabucak geçti. Yurdun tam önüne gelmişlerdi ve hâlâ kimse konuşmuyordu. Sessizliği Refik Bey, dudaklarından gözyaşlarına eşlik ederek dökülen sözcükleriyle zoraki de olsa bozdu, “Oğlum.” dedi, “Sen benim oğlumsun, sana demin yalan söyledim.”

“Zaten hiç inanmamıştım ki.” dedi oğlu, ağlıyordu. Refik Bey’in sözleri arabadaki herkesi ağlatmıştı; torunu da dahil.

yosun kokan hatıralar.

Eski bir film izliyordum. Karşımdaki adam artık nefes almıyordu, biliyordum bunu. Onun yerine kendimi koydum ve bir anlığına da olsa nefes almadığımı hissettim. Almıyordum da. Tutmuştum çünkü, nedenini bilmeden. Kısılmış hissettim o an. Ellerimi boğazıma götürdüm yavaşça, dokundum kendime. Ellerim tenimden soğuktu. Üşüdüm. İlk defa üşümek beni mutlu etti, çünkü yaşıyordum. Ölmeye kendisini her zaman bir adım daha yakın hissetmiş olan, ama kendisini öldürmeyi hiçbir zaman becerememiş olan o adamlardandım işte, ne yaparsın. Bizim gibiler için yaşam ucuz bir fahişeydi. Hani tam anlamıyla tat vermese bile, kendinizi kollarında güvende hissettiğiniz türden olan, mahalle arasındakilerden. Ölümse. Ah, ölümse ulaşılmaz bir film yıldızıydı. Anca düşlemekle yetiniyorduk. Anca düşlerken kendimizi tatmin ediyorduk. Birkaç saniye, birkaç dakika ya da en fazla birkaç gün. Sonra mı? Her şey sıradan, her zamanki gibi, belki daha da sıradan. Evet dostlarım, sıradanlığın da ölçütleri vardır ve inanmayacaksınız belki ama, daha sıradan olmayı, daha kötü olmaya tercih edenlerdenim ben de. Birçok kişinin yaptığı gibi. Sikeyim, ama gidemiyordum. Liman bendim. Gemi bendim. Deniz bendim. Gidemiyordum. Gitmek göründüğü kadar kolay değildir, gidemeyenlere sorun. Kalmak göründüğü kadar kolay değildir, bunu da onlara sorun.

“Kısılmış.” Ne güzel bir sözcük bu. Biri gelse ve benden hayatımı özetlememi istese –ki asla olmayacak, tanrı bile benden bunu istemeyecek, ona bunu söylerdim. Yeterliydi. Tek başına yeterince güçlüydü. Doğal bir eğilimdir hem bu, güçlü olana yakınlık duyabilmek. Güçlü olana yakın olursanız asla kaybetmezsiniz dostlarım; en fazla kişiliğiniz gider, onun da bu değersiz dünyada pek bir önemi olduğunu sanmıyorum. Gerçi ne bakıyorsunuz siz bana; asılsız bir aynayım ben, dinlemeyin beni, dinleseniz bile aldırış etmeyin, en fazla zamanınızı çalmış olayım sizlerden ve eğer bir başka dünya varsa buranın ötesinde –ki olduğunu sanmıyorum, orada hakkınızı arayın benden.

Yazıyorum dostlarım. Hayat beni çiziyor, ben de size yazıyorum. İçimden geçiriyorum da –ki aynı şeyi daha önce defalarca kez geçirmiş ve dilemiştim, o Amerika’ya giden ilk geminin içinde ben olmalıydım, ya da ne bileyim birkaç yüz yıl önce yaşamış olmalıydım en kötü, nerede doğacağımı, kimin piçi olacağımı, hangi karın ağrısı işlerle uğraşacağımı hiç dert etmiyorum bile. Hâlimden memnun değilim, Allah beni affetsin. Allah demişken. Onu hep gökteki aya benzetirdim küçükken. Beyaz bıyıkları vardı. Dali’ninkiler gibi uzuyorlardı yanlara. Gökyüzüne değiyorlardı. Gülerdi bir de hep. Gözleri kocamandı ve yüzü delik deşikti. Tonton bir ihtiyardı anlayacağınız. Severdim o adamı. İçtendi. Bendendi. Ötedendi. Ama şimdi sevmiyorum. Çünkü o zamanlar yalnızca benimdi, şimdi herkesin. Herkesten duyduğum, herkesin korktuğu, ama kimsenin sevemediği o Allah’ı, ben de sevemiyorum artık. Biraz daha güneyde doğmuş olsam –yaklaşık yirmi paralel kadar, bu söylediklerim yüzünden ölebilirdim. Öldürürlerdi beni. Ne de iyi ederlerdi. Gerçi orada doğmuş olsam bunları hiç söylemezdim bile. Şaşırdınız mı? Ben o güçlülerin yanında olmayı kendi kişiliğine yedirememiş olan aptal ve gururlu insanlardan değilim. Elimden gelse Allah olurdum, peygamber falan olurdum, ne bileyim, taptığınız her ne varsa, o olurdum. Olamayacağımı fark ettim ama dostlarım, bu yüzden de hiçbir şey olmamayı daha doğru buldum ve hiçbir şey olmadan ölmeyi. Ölüyorum dostlarım. Yaşamadan ölüyorum. Siz ve sizden önce gelen herkes gibi ve sizden sonra geleceklerden kendimi daha şanslı sayarak. Öylece gidiyorum.



“Yenileyeyim mi?”

Tıknaz bir adam. Onun yüzünden ölemedim. Şimdi ölebilmek için bir duble daha devirmem gerekiyor, ama bir duble devirip de yine ölemezsem, para suyunu iyiden iyiye çekecek ve Aysel de benim ipimi çekecek. Ama olsun. İçeceğim. Belki Aysel her zamankinden fazla sinirlenir de öldürür beni. Ya da ne bileyim, babasının yanına falan kaçar da, kafamı dinlerim şöyle üç beş gün.

“Doldur usta. Doldur. Hep doldur.”

Putlar İmparatorluğu Bölüm: 10

Tozlu yollardan bir süre yürüdüler. Mehmet ve Jane yan yana yürüyorlardı. Önlerinde iki kişi ve arkalarında da iki kişi vardı. Akıllarınca güvenlik kordonu oluşturmuşlardı. Ama Mehmet hayatta kalmalarının şansa kaldığını çok iyi fark ediyordu. Bir çocuğun sapanından çıkan taşla bile öldürülebilirlerdi. Belki de çok şanslıydılar ve müthiş katillerdense anca bir çocuk ve bir sapan tarafından öldürülebilirlerdi. Eğer öyleyse bile Mehmet katiline saygı duymaya hazırdı. Hem müthiş planından dolayı hem de gittikçe anlamsızlaşan hayatından kendini kurtardığı için. Her ne kadar çıkmazlara sapsa da kendini öldüremezdi Mehmet. İlk önce içinde her zaman bir inanç vardı. Ayrıntılarını bilmese de, gücü kavrayamasa bile inanıyordu. En az bunun kadar önemli bir sebep de egosuydu. Kendini nasıl hissederse hissetsin müthiş biri olabileceğini düşündüğü için kendini öldürmezdi. Çünkü müthiş biri olduğunda nefret ettiği insanların hayatlarıyla uğraşma fırsatını göz ardı edemezdi. Son sebep ise korkaklığıydı. Kendi farkında olmasa da muhtemelen en büyük engel buydu.

Toprak yoldan ayrılıp asfalt bir yola saptılar. Giderek tenhalaşıyordu yol. Gündüz olmasına rağmen Gittikleri yolun arkasında gözüken tepedeki ışıltıyı seçebiliyordu. Işıltıya daldı. Yola bakmıyordu yürürken. İçindeki meraka yenilip Jane’e doğru döndü.

''Şu parıltı ne?''

Sorusunu çok çocukça bulmuştu ama bunu yadırgamadı. Etrafına sorgusuz sualsiz uyum sağlayan insanlar büyüyebilirlerdi ancak. Soran insan her an çocuktu, her an ergen ve her an yaşlı. Yaşadığı onlarca şeyden sonra o bir çocuktu, hiçbir şey bilmeyen fakat küçük yaşta ölümler görmüş sorunlu bir çocuk. En rahatsız olduğu şey ise insanların sahte olgun tavırlarıydı. Jane’in tavırları onu hayattan soğutuyordu. Ruhu, bedeni ve tüm varlığı kurumuştu bu kadının. Kendi kendini kurutmuştu bir sebze, bir meyve gibi. Böylece şartlara vurdumduymaz bir şekilde uyum sağlıyordu. Daldaki meyve hep kaygılıyıdır çünkü. Olgunlaşabilecek mi, toprağa mı düşecek. Yoksa çiftçi tarafından toplanıp pazara mı götürülecek? Her şeyden geçip de sorumsuz bir ailenin mutfağında çürüyüp gidecek mi yoksa? Bunca kaygıdan arınamaz yaş bir meyve ve bu yüzden yaş meyve hep bir yanıyla çocuktur, hep renk renktir. Kaygılarına rağmen, ölümünü bilmesine rağmen renginden ve çocukluğundan hiçbir şey kaybetmez taze, kokulu bir meyve.

Tüm bunları düşünürken sorusuna cevap alamadığının farkına varamadı uzun süre. Tekrar sağına döndü ve şansını denedi.

''Jane?''

''Şu an ilgimi dağıtamam Mehmet, kafamda konuşmamın provasını yapıyorum.''

Bu soğukluktan, bu salaklıktan sonra diyebileceği hiçbir şeyi yoktu Mehmet’in. Ataerkil bir toplumda söylediklerinin önemi yoktu bir kadının. Gidecekleri yere bir anlaşma için gittiklerini biliyorlardı nasılsa. O yüzden sadece anlaşma maddelerini anlamaya çalışacaklardı. Jane’in güzel konuşması bilgili olması, yalakalıkları hiçbir anlam ifade etmeyecekti. Ne derse desin aynı kapıya çıkacaktı zaten. Eğer Jane’in sesini ya da gözlerini beğenen olursa onu evinde bir obje olarak görmek isteyecekti. Kendini İslamiyet ile ya da başka bir öğretiyle evrimleştirmiş Ortadoğulular ancak aşık olabilirlerdi.

Her geçen gün Jane’in bilgisine olan güveni sarsılıyordu. Etrafına bakınırken tekrar tozlu bir yola girdiklerini fark etti. Yolun sonuna doğru üç dört tane eski taş yapılardan vardı. Yolun sağ kenarında kahve gibi bir şey gözüküyordu.

Öndeki iki koruma kahvenin on adım ilerisinde yolun karşı tarafına geçip sigara yaktılar ve hararetli bir şekilde konuşmaya başladılar. Çok iyi rol yapıyorlardı. O kadar iyi rol yapıyorlardı ki hiç tiyatroya sinemaya gitmemiş bir insan bile mükemmellikten dolayı onların rol yaptığı anlayabilir ve onları takdir duygusuyla birlikte öldürebilirdi. Arkadaki iki koruma peşlerinden ayrılacak gibi gözükmüyordu.

Jane kahvenin önüne geldiğinde Mehmet’e içeriyi işaret etti.

''Önden sen gir.''

İşte o an Mehmet bu oyundaki rolünü sorguladı. Tipi ve erkek olması yüzünden mi gelmişti buralara kadar? Görevi bittiğinde bir putun acımasızlığına mı kurban gidecekti?  

ay kırığı. üç.

Bir aksilik çıkmadıkça günde en az üç defa sevişiyorduk. Ya da düzelteyim; o beni beceriyor, ben de buna sesimi çıkarmıyordum. Daha doğrusu çıkaramıyordum; açıkçası o kadar cesur biri değildim. İçinde duygusallık barındırmasa bile, içimde olması beni anlamsız bir şekilde mutlu edebiliyordu. Epey uzaklaşmıştı benden ve uzaklaşmaya da devam ediyordu. Aptal değildim, farkındaydım bunun, ama farkında olmam her şeyi daha kötü hâle getiriyordu. Arada soruyordum, inkar ediyordu, tekrar soruyordum, bağırıyordu, üçüncü kez sormaya cesaret edemiyordum, olur da ceketini alır gider diye. Evet, bir ceketi vardı. Siyah bir deridendi ve beline kadar iniyordu. Bugün yaktım onu. Yakmak zorundaydım, ondan bir hatıra kalamazdı dolabımda. Çünkü düşmanımdı o benim. Güleceksiniz bana ama, hiç belli edememiş olsam da böyleydi. Sarhoş bir tutsaklıktı daha çok benimki. Bağlıydım ona. Benden gitmesi de hiçbir şeyi değiştirmeyecekti üstelik, biliyordum. Çünkü ilkimdi ve ben ilkleri unutma konusunda başarılı biri sayılmazdım. Sıradandım ben ve o beni sıradan hissettirmeyen tek şeydi. Hayal gibiydi ama bir yandan da tek gerçeğimdi. Hep öyle kalacaktı ve söylemiştim sizlere, bu yüzden benden başkasında olmasına tahammül edemezdim. Eğemezdim o gün boynumu, önceki onlarca günün aksine. Yapamazdım. Kaybedemezdim onu. Çünkü ondan başka kaybedebileceğim hiçbir şey kalmamıştı artık hayatımda. Babama bile yeterince üzülememiştim. Oysa ben babasına aşık olan o kız çocuklarındandım. Yani, öyle sanırdım; masumiyetini, masum olmayan bir adamla harcayan bir kadına dönüştüğümü fark edene dek.

“Keşke.” diyorum şimdilerde. “Keşke biraz daha yetenekli olabilseydim.” diyorum. Ne bileyim. Ekmek bıçağını vücudunda gezdirirken dalmasaydım ona dair düşlere. Bıçağı düşürmeseydim yere. Bıçağın sesi uyandırmasaydı onu. Beni üzerinden atıp, “deli karı” diye çığlıklar atarak kaçıp gitmeseydi evimden. Adresini yıllar sonra öğrenip gittiğimde, onu başka bir kadının elinden tutmuş giderken görmeseydim sokağında. “Keşke” diyorum kendime. “Her şey başka olurdu belki.” diyerek avunuyorum. Bileğimden kanlar akıyor. Kanlar suya karışıyor. Uyuşuyorum. Uyuyorum. Uyurken bile onu düşünüyorum. “Keşke” diyorum kendime, “O ilk gün kırmızı ışık hiç sönmeseydi.”

sonsuz, ağrı.

bu gece dişim ağrıyor. her gece ağrıyan yerlerim bugün dinleniyor, ağrısı dişime vuruyor. gözlerim doluyor, en tiz gitar sesi kulaklarımı çınlatıyor. boğuluyor, bir balık kendi iç denizinde. savruluyor, rüzgarın istediği yöne solmuş bir yaprak. o yaprak yere düşüyor, beni görüyor. "neden burdasın?" diyor bana, "uçsana."

benim sevgilim bir balık oluyor o gece. balık boğuluyor, kendi iç denizinde. o ölüyor, ben doğuyorum. ben doğunca, o gülüyor. o gülünce, ben uçuyorum. kanatlarım o oluyor. o kanat olunca, ben gövde oluyorum. ben gövde olunca, o bırakıyor. o bırakınca, bir uçurum oluyor, biri düşüyor. bir düşünce, beni uçuruyor. ben düşünce, herkes uyuyor. onlar uyuyunca, ben ölüyorum. ben ölünce, bir balık oluyor, gözyaşlarıyla ağlayan.

ağlıyor.
sonlu dünyanın sonsuzu gibi.
dün varmışsın da
bugün olacaksın da
yarın için çok geçmiş, gibi.

dişim biraz daha ağrıyor, bir sigara yakıyorum. sigara yandıkça, ben ürperiyorum. ben ürperdikçe, hava daha çok soğuyor. hava soğudukça, ben titriyorum. titreyen ben, dişimi unutuyor. dişimi unutunca, yatağın üzerinde unuttuğum kitabı anımsıyorum. o, uyuyor.

ay kırığı. iki.

Onu kendime bağlamayı öğrenmiştim, ama bu şekilde ona tutunamıyordum. Yapaydı çünkü yaptığım şey; aşkın aptal bir stratejisiydi. Bana zevk vermiyor, yalnızca acı çekmemi engelliyordu. Acaba engelliyor muydu? Sorularım vardı, cevapları yoktu. Onu ilk gördüğüm anda iyi ya da kötü bir ilişkimiz olabileceğini düşünmüştüm, ama şu an bol miktarda çelişkimiz vardı. Daha ne kadar katlanabilirdim? Katlanmalıydım. Onu kaybetmeyi hiçbir şekilde göze alamazdım, ama bir yandan da elimde tuttuğum adamın benim adamım olmadığını biliyordum. Benim adamım olsaydı, o benim elimden tutardı çünkü. Elimden tutsun istedim. Tutmadı. Tutmayacaktı. Üstelik bir defa bırakırsam, bir daha asla geri gelmeyecekti. Bunu göze alamazdım. Ona bir başkasının sahip olacağı düşünmektense, onu sonsuza dek tasmalı bir köpek gibi beslemeyi tercih edebilirdim. Öyle yapacaktım. Öyle yapmalıydım. Bunu kafama koymuştum. Aslına bakarsanız önceleri işler tam olarak da planladığım gibi gitmişti. Alışmıştık birbirimize. Aşk değildi belki yaşadığımız şey, ama aşık olduğum adamla, aşkın dışında ne varsa, onu yaşayabiliyordum. Bana aitti. Ona ait değilmiş gibi davrandığım için böyleydi. Size başka türlü davranamayacağımı, davranırsam da kaybedeceğimi söylemiştim. Ama tüm bunlara karşın onu özel hissettirdiğim anlar da yok değildi. Altına girdiğim olurdu, bana bağırdığı, aşağıladığı, ağlattığı olurdu. Kalıcı olmadığını, kalıcı olamayacağını bilirdi, öğrenmişti, öğretmiştim. Köpeğinin sesinden ve dişlerinden nadiren de olsa korkan o sahibeydim ben. Beslemezsem ölürdü, sevmezsem üzülürdü. Bana muhtaçtı ve ona muhtaç olmadığımı o hayvani içgüdüleriyle tahlil edebiliyordu. Ama bir hayvan değildi, o yüzden tahlilleri de doğru değildi.

Ve sonra bir gün, beni alt üst eden bir olayla karşılaştım; tabii, planlarımı da. Bir telefon almıştım ve yanımda ondan başkası yoktu. Şöyle demişti telefondaki ses, ritmini baştan sona hiç bozmadan, bir robot gibi duygusuzca, bir insan gibi alçakça, bir düşman gibi kalleşçe, bir anne gibi şefkatle. Çünkü arayan annemdi. “Baban öldü kızım.” dedi. Sonra sustu. Sonra hep susacaktı; çünkü ertesi gün tüm vücuduna felç inecek, ertesi yıl da yerin dibini boylayacaktı. Bilemezdim. Bildiğim tek şey, birkaç saniye içinde en yakınımdaki adamın kollarına kendimi bırakacağım ve çığlıklar atarak ağlayacağımdı. Oysa hiç ağladığıma şahit olmamıştı. Nasıl olabilirdi, dört yıldır ağlamıyordum ben. Nasıl bilebilirdim, dört yılın tüm acısını, dört dakikada gözlerimden boşaltacaktım ben. Ağladım. Ağladıkça sarıldı bana. Kolları bedenimi sardı. O sardıkça, ben kendimi güvende hissettim. Rolleri değişmeye tam o an, orada başlamıştık, ama ben bunu ancak şu anda fark edebiliyorum. Tahmin edebilirsiniz, her şey için fazlasıyla geç kaldığımı. Her şey için geç kalan herkes gibi, kaderime boyun eğdiğimi. Kaderine boyun eğen tüm insanlar gibi, hayatımın geri kalanına bir kaybeden olarak devam edeceğimi. Ama diyorum ya sizlere, o an bilemezdim işte. Bilemedim. Kolları gevşedikçe ben aşağı süzüldüm. Ben aşağı süzüldükçe o biraz daha gevşedi. Siyah ve sıkı bir kot pantolonu vardı altımda. Düğmelerini yavaşça açmaya başladım önce. Sonra hızlandım. Kendimi kaybettim. Kendimi bulduğum andaysa yüzüm yapış yapıştı ve ben gülüyordum. Bir günün sonu, yeni bir ömrün başlangıcıydı.

ay kırığı. bir.

On yedi mart iki bin yedi. Tanıştığımız gündü ama o bunu henüz bilmiyordu. Saçları boynuna dek iniyordu. Siyahtı sonra; sonuna kadar siyahtı. Savruluyordu rüzgarda, bir yandan bir yana. Ya da rüzgarı savuruyordu. Aşık oldum saçlarına. Dokunmak istedim, koklamak istedim, saçlarında uyumayı istedim. Geniş omuzlarından başlayan ve kalçalarına doğru incelen vücudunun altında ezilmeyi istedim. Yok gibiydi sanki kalçaları. Küçüktü. Küçücüklerdi. Bacakları başlıyordu onların bittiği yerde. Hiç bitmeyecekmiş gibilerdi, uzunlardı. Arasına girmek istedim onların. Bacaklarının arasında olduğumu hayal ettim. Aman Allah’ım, ne güzel bir hayaldi bu. Sonra korna çaldı. Hayallerim bir anda dağıldı, ama hayallerimin adamı karşımdaydı hâlâ. Kafamı kaldırdım. Yeşil bir adamın yanıp sönmekte olduğunu gördüm yaslandığım direğin üzerinde. Karşıya geçmem gerekiyordu. Karşıya geçecektim. Yanına. Ya sonra? Adını sorabilir miydim, tanışabilir miydim onunla, o gece yatağına girebilir miydim? Tüm bu soruların cevabını bulmak için öncelikle yürümem gerekiyordu. Eğer yürümezsem kaybedebilirdim onu. Ona dair tüm hayallerimi de peşinden sürüklerdi eğer giderse. Sürüklemesin istedim. Gitmesin istedim. Yanına gideyim istedim. Yürüdüm. Koştum. Oysa ben koşmayı hiç sevmezdim.

Yanındaydım. Nereye gittiğini bilmiyordum, ama gittiği yerin gideceğim yer olacağını iyi biliyordum. Omuzlarına geliyordum neredeyse. Topuklu giydiğimi hayal ettim; yetişiyordum ona. Gerçi belki bunu hiç dert etmeyecekti bile. Hem kısa bir kadın da sayılmazdım, uzun olan oydu. Uzun oluşu hoşuma gitmişti; sonraları daha da hoşuma gideceğini bilmiyordum. Kafama onu yerleştirmiştim çoktan, ama “Merhaba, ben Zeynep.” demek ve onunla tanışmaya çalışmak beni hafif bir kadın gibi gösterebilirdi. Hafif bir kadın gibi görünmemeliydim; baştan kaybederdim. Kaybetmek istemiyordum. Kazanmak da istemiyordum gerçi. Sadece o an onunla olmayı istiyordum ve sonraki an da. Sonraki birçok an. Her an. Bilirsiniz bu hissi. Ya da saçmalıyorum, nereden bileceksin, o ana dek ben bile bilmemişken.

Tilkiler dönüyordu kafamda. Daha fazla dönmesinler istedim. “Bir şeyler yapmalısın kızım.” dedim kendime ve hafifçe hızlanıp önüne geçtim. Önündeyken tökezledim bilerek. Olur da düşer gibi görünürsem arkadan koluma elini atar, beni tutmaya çalışır diye düşündüm. Arkamı döner ve gülümserim, gülümsediğimi görünce gülümser, kolumdan elini hafifçe çeker ve elime doğru uzatır, selam verir ve ismini söyler, sonra da oturur bir kahve içer, konuşur, iyice tanışır ve günün sonunda sevişiriz diye düşündüm. Ama öyle olmadı. Önünde tökezledim ve bana bakmadı bile. Acelesi var gibi de görünmüyordu oysa. Kızarmıştım. Morarmıştım belki. Ama yılmamıştım. Yürümeye devam ettim arkasından. Terliyordum, ne yapacağımı bilemiyordum, sadece yürüyordum. O an bir şey oldu. Olduğu yerde çivilendi sanki. Onunla birlikte ben de çivilendim. Garip bir telaş sardı içimi. “Acaba beni fark etti mi?” diye düşündüm. Düşünürken, birkaç saniye sonra beynimi kemiren bu soruya, içimi ısıtan bir cevap bulacağımı elbette bilmiyordum. Arkasını döndü ve bana bakmaya, baktıkça da gülmeye başladı. Kahkaha atıyordu neredeyse. Önce korktum, ama sonra rahatladım. Gülüşüne, gülüşümle eşlik etmeye başladım. Elini uzattı. Evet, gerçekten eli elimdeydi, bir saniyeliğine de olsa. Ve şöyle dedi, “Hey. Mısır yiyelim mi?”

Cevap veremedim. Cevap veremezdim, tatlı bir heyecan vardı çünkü üzerimde. Heyecanlıyken dilim tutulurdu. Kekelerdim. Gerçi bunun bana yakıştığını birçok insandan duymuştum, ama bilirsiniz, bir şeyi kendinize yakıştıramadığınızda, diğerlerinin ne düşündüğü pek de önemli kalmaz. Başımı öne doğru hafifçe salladım. “Evet.” demekti bu benim dilimde. Belli ki onun dilinde de farklı bir anlama gelmiyordu. Yürümeye başladık sahile doğru. Onunla birlikte yürümek beni fena hâlde mutlu etmişti. Uzunca bir süre de mutlu edecekti. Aksini düşünemezdim, aksini düşünmeyi istemezdim. Ama adımlarımın beni farklı bir hayata götürdüğünü ve o hayatla bir önceki hayatım arasındaki tek ortak noktanın pişmanlıklarım olacağını bilseydim, acaba gider miydim? Gitmezdim. Giderdim. “Keşke” ve “iyi ki” arasında bir fark yoktu çünkü gözümde. Acı ve mutluluk eş anlamlıydı bende. İkisi de kalıcı değildi. İkisi de bir şeyler götürürdü benden. Kalan kişi ben olmazdım, ben olmadığımı bilirdim ve kaybettiğim parçalarımı arardım. Hiç bulamazdım, bulamadıkça da eksilmeye devam ederdim. Ama o an bunun bir önemi yoktu. Bu düşüncelerin, kitaplığımın yanında duran ve sürekli muz kabuğu kokan o aptal çöp kovasından farkı yoktu; ve içindekilerden. Yürüdüm. Kendimi kaybetmek istercesine yürüdüm.

sahibi var.

Otuzar adet şınav ve mekik çektim. Zamanı önemsiz, ama günde en az iki kere yaparım bunu. Yapmadan kendimi iyi hissedemem. Aslına bakarsanız spor yapmak ve kendimi formda tutmak da değil amacım. Doğrusu başlarda böyleydi, ama zamanla farklılaştı. Benim için bu rutin bir döngü artık. Görev gibi. Sonunda kendimi iyi hissediyorum. Benim gibi takıntılı biriyseniz bilirsiniz; orgazm sonundaki o tatlı ve esrik duygu gibi. Ya da işemek gibi. Sarhoşken kusmak gibi. Sarhoş değilken kusmak gibi. Rahatlatıcı işte, bilirsiniz.

Düşünmeye başlamıştım. Bir şeyler yapmam gerektiğini biliyordum, ama ne yapmam gerektiğinden pek de emin değildim. Hayatımı bir film şeridi gibi gözlerimin önüne getirmeye çalıştım. Gelmedi. Gözlerimi kapadım ki en başta kapamam gerekiyordu, ama yine olmadı. Koltuğumdan kalktım ve elimdeki kitabı ki ismini dahi hatırlamıyorum, odamın bir kenarına fırlattım ve kendimi yatağıma bıraktım. Bir şeyler canlandı gözlerimde. Aslında gözlerimde mi pek emin değilim. Kafamda diyelim. Bir şeyler görmeye başladım. Gördüklerim beni iyi hissettirmedi. “Geçmişim ne kadar da boktan.” diye geçirdim içimden. Öyleydi. İyi değildi ve düşünmedikçe aklıma yalnızca iyi olmayan geçmişimden kalan az sayıda iyi hatıra gelirdi. Onlara tav olurdum doğrusu. Tav olmayı severdim de. Tav olamıyordum işte düşünürken, sorunum buydu. Düşünmek bana iyi gelmiyordu ve düşünmenin iyi gelmediği her insan gibi, kendimi düşünmekten de alamıyordum. Paradokslar içindeydim ya da başlı başına bir paradokstum. Çözmeye çalıştıkça da biraz daha kayboluyordum. Kendi içimde kaybolmak da fenaydı üstelik. Karanlıktı orası. Beni aydınlattığını sandığım her insanla biraz daha kararmıştı. Üstelik bunu ben yapmıştım. Yapmaya devam edeceğimden de eminim. Kendime acımadığından ya da kendime saygı duymadığımdan değil. Aslında tam tersi. Ama “neden tersi?” diyecek olursanız bunu da açıklayamam. Sizin anlayacağınız garip durumlar. Çok garip. Öyle garip ki, ilk defa bir yazımda üç nokta kullandım ve nerede kullandığımı hatırlamıyorum. Dönüp düzeltmeyeceğim de. Çünkü biraz sonra babam odamın kapısını çalacak ve sesini inceltip ki zaten incedir sesi, “Şu senin kıtırlı şapkalardan birini versene bakayım.” diyecek, sonra da kahkahayı basacak ve kahkaha attığını fark edince de sesini bir anda azaltacak ve sırıtmaya başlayacak. Bir maymun gibi. Doğrusu maymunlar sırıtır mı bilmem. Sanırım sırıtırlar. Aslında ben prezervatife insanlar neden şapka dediğini de bilmem. Kıtırın ne anlama geldiğini de. Sanırım bilmem de gerekmiyor. Sonuç olarak hayat oldukça güzel. Hayatımda nefesimi kesebilen biri var çünkü ve o olmasaydı nefes almamın bu kadar değerli bir şey olduğunu fark edemezdim. Sanırım nefes almayı da çoktan bırakmış olurdum.

Hayatımın kadınısın sevgilim. Hayalimin de. Bana dair ne varsa orada duruyorsun işte. Hiç gitmeyecekmiş gibi. Sahi, mısır yiyecektik en son, hatırladın mı?

Putlar İmparatorluğu: Bölüm 9

Her taraf sudan yapılmış gibi geliyordu Mehmet’e. Gemi, kamarası, diş fırçası. Her şey ama her şey sudan yapılmış gibiydi. Hiçbir şey yapmadan oturmak zorunda olduğu saatlerde delice teoriler üretiyor ve üzerlerine düşünüyordu. Arkadaş sıkıntısı çekiyordu. Kusmalar dalgalı günlere, mide bulantıları her gününe iz bırakmıştı artık. Hiçbir şey yapma isteği kalmamıştı içinde. Bir an önce yolculuğun bitmesi için dua ediyordu. Hiç deniz yolculuğu yapmadığı için bu yolculuk sinirlerini çok yıpratmıştı. Sıradan şeyler bile çileden çıkarabiliyordu onu.

Son günlerde yemeğini kamarasına Jane getiriyordu. Normalde yemek için mutfağa inmesi gerekmesine rağmen oraya gidecek gücü kalmamıştı. Mutfağa inmemek için açlıktan ölmeyi göze alabilirdi. Eğlendiği nadir anlar arasında odasında poker oynadıkları zamanlar vardı. Bir kitabın sayfalarına tek bir sözcüğü bile okumadan boş boş bakarken kapısı hafifçe tıklanıyordu. Çalış şeklini ezberlediği Jane’i hemen tanıyordu. Kapı açılıyor ve gülen suratların arasında Jane, çarkçıbaşı ve elektrik zabiti gözüküyordu. Pulların şıkırtısı ve viski şişesinin bardaklara çarparak çıkardığı ses hayatında duyduğu en güzel sesler arasında ilk iki sıraya oturmuştu bile.

Oyun haftada 3 gece oluyordu. Kimsenin işi olduğundan değil, her gün oynayıp işin zevkinin kaçmasından korkuyorlardı. Elektrik zabiti masayı kuruyor ve diğerleri de pulları hazırlayıp içkiyle ilgileniyorlardı.

Kartlar dağıtılmaya başladıktan sonra ilk kartlara dokunmak ve heyecanla kimseye göstermeden kartlara bakmak Mehmet’in hayatında duyduğu en büyük hazdı sanki. Oyun ortalarına doğru Jane bir Küba purosu uzatıyordu. Haftada bir puro içme hakkı vardı ve o günü de Jane belirliyordu. Jane ilk defa purosunu uzattığında, Mehmet yakmak için çakmağını aramaya başlamıştı. Jane onu durdurmuş ve purosunu yakmıştı. O günden beri hep puroyu Jane yakıyordu, bir adet haline gelmişti.

Yolculuğun son günlerine doğru karaya çıktığında onu gemidekinden daha rahat bir ortamın bekleyip beklemediği kuşkusu düştü Mehmet’in içine. Defalarca delirdiğini düşündü. Delirmediğini bilse bile defalarca kıyısından döndüğünü düşünüyordu. Kötü olduğu anlarda kendine günah keçisi olarak Jane’i seçiyor, ona ya küfrediyor ya da bir şeyler fırlatıyordu. Kendini güçsüz hissettiği zamanlarda Jane’in aylardır hiç değişmeyen tavrı ve güçlü duruşu aşırı derecede sinirlerini bozuyordu Mehmet’in. Kurtuluş olarak ölümü bile düşünmeye başlamıştı. Hatta bunu fark eden Jane, gizlice Mehmet’in peşine bir adam takmıştı. Hiçbir şeyin farkında olmayan Mehmet bunu da görmemişti tabi.

Kaç gündür ya da kaç aydır gemide olduğunu bilmiyordu artık. Yine aynı şeylerin yaşanacağını düşündüğü bir güne gözleri açmıştı Mehmet. Her sabah ki gibi tavana bakıyor, tavanda ip asılabilecek bir yer arıyordu aklınca. Hayatında bir şeyi daha yitirmişti. Bir şey eksikti ama bulamıyordu. Odada garip bir durgunluk seziyordu. Odaya şöyle bir göz gezdirdi. Eşyaları çantasına yerleştirilmişti. Sandalyenin üstünde temiz kıyafetler duruyordu. Yavaş yavaş doğruldu. Tam o sırada kapı çaldı ve içeriye Jane girdi.

''Temiz kıyafetlerini bıraktım. Giyindiğinde gemiyi terk edeceğiz. Limana yanaştık.''

Mehmet şimdi durgunluğun sebebini anlıyordu. Gemi durmuştu. Bunu sanki hissetmiş ama adlandıramamıştı. İçini buruk ve kuşkulu bir sevinç kapladı. Onca yıkıma rağmen limanın ayakta durabilmiş olmasına şaşırıyordu. Jane odadan çıktı ve üstünü değiştirmeye başladı Mehmet.

Kudüs’e gelmişlerdi. Burada çok insan vardı New York’un aksine. Her yer toz bulutuydu. Yıkık binalar vardı her tarafta. Tabi bu Kudüs için yeni bir şey değildi. Gemiden indiklerinde şuursuzca gezinen bir kafile geçti yanlarından. Bir bez parçasına bir şeyler yazmış geziniyorlardı. Mehmet ne yazdığını merak etti.

''Ne yazıyordu adamların elinde taşıdıkları bezde, okuyabildin mi?''

''Evet, Mehdi neredesin yazıyordu.''

''Daha çok beklerler. Mehdi gelmiş olsa bile haberi yoktur. O bile bu şuursuz kalabalığın içinde Mehdi’yi bekliyordur. Kendinin Mehdi olduğunu bilse bile bu insanları kurtarmaya tenezzül edeceğini sanmıyorum.''

''Kurtarmama gibi bir hakkı var mıymış ki?''

''Bilmem, kurtarma hakkı varsa bence kurtarmama hakkı da vardır. Yoksa bile bu hali görünce kurtarma isteği falan kalmaz.''

''Bir kahvehaneye gitmemiz lazım. O yüzden şu çantayı tutar mısın?''

Mehmet nedenini anlamasa da çantayı tuttu. Jane çantanın içinden bir baş örtüsü çıkardı ve saçlarını kapattı. Anlaşılan bazı şeyler ne olursa olsun değişmiyordu. Gördüğü manzara karşısında Mezopotamya’ya, Ortadoğu’ya hayranlık duydu. Bu toprakların insanı hala sevmesine ve yaşama hakkı tanımasına çok şaşırmıştı.

Putlar İmparatorluğu: Bölüm 8

Mehmet, tankerin güvertesinde okyanusa karşı sigarasının küllerini savururken şunu çok iyi anlamıştı; normal dünya düzeninde bir hiçken, dengelerin değişmesiyle önemli biri olmuştu. Bunu keşfedilmemiş yetenekleri sayesinde elde edip etmediğini bilmiyordu. Sonuçta anladığı kadarıyla işlerin ters gitmesi ihtimaline karşı b planı olarak Ortadoğu hep vardı ve belki Mehmet, olaylardan sonra hayatta kalan tek Ortadoğulu olduğu için bu kadar yükselebilmişti. Bunları geçiriyordu aklından. Önemsemek istemiyor ama elinde olmadan önemsiyordu. Ne önemi vardı ki? Hiçliği önemsemezken,  neden önemli biri olmayı önemsiyordu? Hiç kazanamamış olmayı bir kere bile sorgulamamışken kazanabilmeyi her gün sorguluyordu. Anlaşılan hiçlik mutluluk ve üzüntü, umut ve kaygı vermediği için güzeldi. O yüzden insanoğlu doğarken ağlıyordu. Nefes alma umudu taşırken aynı zamanda alamama kaygısı duyuyordu. Yaşadığı çaresizliğin izlerini ölene kadar taşıyordu böylece.

Derin düşüncelere dalmış köpüren okyanus suları izlerken arkadan gelen ayak seslerini duydu. Hipnozdan parmak şıklamasıyla uyanmış bir kişi gibi tüm düşüncelerinden sıyrılmıştı. Hafifçe arkasına baktı, gelen Jane’di. Merkezde Jane’i, Mehmeti’in yardımcısı ve danışmanı olarak belirlemişlerdi.  Arap dili ve kültürü üzerine eğitim almış olan Jane şüphesiz çok işe yarayacaktı. Kadın yumuşak adımlarla  Mehmet’in bir iki adım yanına kadar geldi. Buğulu ve çok bilmiş bir sesle konuşuyordu.

‘’Neler düşünüyorsun bakalım Robinson?’’

‘’Bir adaya düşmeyecek olsaydım yanıma ne alırdım diye düşünüyorum.’’

‘’Ne alırmışsın peki?’’

‘’Daha az bilmiş birini.’’

‘’Bayım, yoksa bana sinir mi oluyorsunuz?

Mehmet, Jane’in sinsi sinsi güldüğünü görmüyor ama hissedebiliyordu. Sinirini de belli etmek istemiyordu çünkü yanında götürdüğü onca insandan çok daha yetenekli biriydi.

‘’Sempati duyuyorum ve seviniyorum aslına bakarsan. Bir ağacın haddinden fazla uzayan dalını keserler önce. Bu sivriliğe ve burnu büyüklüğe devam edersen düşmanlarımız dikkati sende yoğunlaşacaktır. Kim bilir belki onların o kadar gözüne batarsın ki, benim hayatımı bile kurtabilirsin.’’

‘’Görevini layıkıyla yapmaya çalışan biri görünce sevinen insanı da ilk defa görüyorum. Ah… Doğru ya, nasıl da unutmuşum. Çünkü ben ilk defa Ortadoğulu tanıyorum, sizin karakteristik özelliklerinizden biri oysa ki.’’

‘’Şimdi hayatımdan kaygı duymaya başladım, yoksa senin şu oryantalist kitapların bu özelliğimizi yazmıyor muydu? Eğitimin kötüyse zira, bana iyi hizmet edemezsin.’’

‘’Hizmet etmek? Size kulluk edenlere iyi alışmışsınız sultanım. Ama rütbelerimiz aynı, hizmet değil yardım edeceğim ben size Mehmet Sultan.’’

‘’Mehmet Sultan değil, Sultan Mehmet.’’

‘’Anladım, pardon. Sohbetinize de doyum olmuyor, bunu bilesiniz.’’

‘’Sizin de.’’

‘’En iyisi susmak öyleyse.’’

‘’Yavaş yavaş anlaşmaya başlıyoruz sanırım. Çünkü en başından beri düşündüğüm şeyi dile getirdiniz.’’

İkisi de ayakta dirseklere önlerindeki demire dayanmış bir şekilde manzarayı izlediler bir süre. Mehmet cebinden sigara paketini çıkarttı ve Jane’e uzattı.  İnce ve kemikli parmaklarıyla bir çekişte çıkardı sigarayı Jane. İkisi de kendi çakmaklarıyla yaktılar sigaralarını ve hava soğuyana kadar orda öylece durdular. Hiçbir şeyden haberi olmayan sıradan bir insan bu sahneye tanık olsa taraflardan birinin umutsuzca aşık olduğunu düşünürdü. Atmosfere ve yaşanan konuşmalara inat, mutlu ve romantik bir rüzgar esiyordu ikisinin arasından.

Yaşamak Güzeldir.

Çok küçükken başladım tehlikelere karşı gelip, hayata tutunmaya. Göbek bağım çözüldüğünde henüz beş gün olmuştu hayatla tanışalı. Kısa zamanda çok sevdim kendisini sanırım o da bana karşı hiç boş değildi ki vazgeçmedik birbirimizden. Limanda demirlemiş on bir teknenin dahi battığı fırtınada açık denizde hayata tutunurken on birimdeydim. Dalış yaparken sıkıştığım kayalardan ölmek üzereyken kurtulduğumda ise on sekiz . Yedi kişinin öldüğü yirmi altı kişinin ağır yaralandığı tren kazasından kurtulduğumda yirmi üç . Koynumda beslediğim yılan beni soktuğunda ise yirmi beş . Bir Brütüsüm oldu ama ben asla Sezar kadar kolay yenilmedim gerçi hiç Sezar da olamadım ya neyse. Hâlâ hayatla ilişkimiz son sürat devam ediyor ve biliyorum ki beni daha birçok tehlike bekliyor... Hepsini birer birer aşarken her defasında bir çığlık büyüyor içimde işte o an herşeye inat avazım çıktığı kadar bağırıyorum: "YAŞAMAK GÜZELDİR!!!''

Sondan bir önce, Baştan bir sonra.

Kapılar kapanana kadar yalnız olamazsın. Son söz söylenene kadar hiçbir hikayeyi bitiremezsin. Çoraplarını çıkarmadan asla çıplak olamazsın. Ekmeğin son parçasını çiğnemeden doyamazsın.

Görmezsin. Göremezsin.

Bulamayacağım şeyleri aramaya başlayalı kaç ay olmuştu, hatırlamıyorum. Bu işte zamanın hiçbir önemi yok. İnsanlar bana gelir ve “Bu eşyayı herkesin bulabileceği bir yere sakladım.” derler. Ve benim gerçekten o eşyayı bulup bulamayacağımı izlemeye koyulurlar.

Bulmam. Bulamam.

Gözlerim kör olduğundan değil oysa ki, yaradılışımdan gelen bir handikap. İnsanların bulabildiklerini bulamam. “Bende ne buluyorsun anlamam.” Sözünün sahibi benim. Bulamadan sahip olduklarım var. İstemeden sahip olduklarım gibi.

Mesela.

İsmim gibi. Hiç istememiştim onu. İnsanların bana “bir şey” demesini. Kim bir şey olmak ister ki? Herkes her şey olmak ister. Belgisizler şahıs olmak ister. Faili meçhuller bulunmak ister. Ben ise bulmak isterim. Ama.

Bulmam. Bulamam.

Gökyüzüne baktığımda gördüklerimi, kimseye gösteremem. Benim gördüklerimi onlar, onların gördüklerini ben göremem. Onlara “Gökyüzüne dokunabiliyorum.” derim, inanmazlar. Ama Allah’la konuştum diyen birinin yazdığı bir kitaba milyarlarcası birlikte taparlar. Allah’la konuşamıyorum derim, taşlarlar. İçimde kötülük hissediyorum derim, taşlarlar.

Taşlar, kalbimin en derinini taşlar.

Bulamadığımı söylerim, sevgiyi. Onların gözlerin içine baktığında gördüklerini. Büyük tutkuyu. Uyumu, iki tane ayrı yatanın uyumunu. Müziğin bu uyuma eşlik edişini. Işığın loşluğuyla arkadaki açıkları kapatışını.

Kalp atışını.

Hiçbir filmin sonunda şaşırmam, başında meraklanmam, ortaşında heyecanlamam. Kapalı ortamlarda korkmam, öpüşen insanlara bakmam. Bir perdeye yansıyan ışıkların renk cümbüşünü izlerken, kaç ayrı kare olduğunu hesaplar, renkleri gruplandırır, hangi renkler sevişirse nasıl bir renk çocukları olacağını hayal ederim.

Mesela.

Siyahla beyazı ise görücü evliliğine benzetirim. Sevişmek zorunda olanlara, hep sevişenlere, konservatiflere. Geleneksel avrupa sinemasını faşistlere benzetirim, aşılmayan değer yargıları ve koyu renk savunuşlarıyla. Hollywood’a ise “Devrim!” derim. Sinemadan anlamıyorsun derler.

Oysa renkler.

Onlar başka şeyler anlatıyorlar. Çeşitlendikçe güzelleşiyorlar, kayıp bir çocuğun hayalgücünde var olan adamın yok olma savaşında en öndeki askerleri oluyorlar, doluyorlar. Renkler azalınca da soluyorlar.

Yapraklar gibi.

Sonbaharda başlayan bir salgın gibi, grip gibi soluyorlar. Her biri düşüyorlar, hastaneleri olmadığı için kurtarılamıyorlar. Soyları tükenmesin diye güneş tekrar göğe tüm ihtişamıyla yükseldiğinde ona yalvarıyorlar; Yaprakların anneleri, kökler. Babaları, gövdeler. Babaları güneş yükseldikçe ona eğiliyor, Anneleri güneşin son kalıntısına doğru yaklaşmaya çalışıyorlar, en derine giderek. Giderek gidiyorlar. Severek gidiyorlar. Zoraki gidiyorlar. Yazgılarına gidiyorlar.

Biliyorlar.

Hiçbir zaman bulamayacaklarını. Onlara benziyorum. Koca bir ağacın japon bir çocuğun elinde çizgi romana dönüşeceği o küçük kağıda benzediğini bilmediği gibi. Benziyorum, ama neden?

Bulmam. Bulamam.

Köyün tek okulunun açık kalan camından dışarı fırlayan kağıdın evren üzerindeki tek hısmına, herhangi kocaman bir ağaca tekrar kavuşmak istemediğini kim söyleyebilir? Ona ulaştığında söyleyecek hiçbir sözü olmasa bile. Hiçbir söz olmadan yazılan şarkılar gibi, yalnızlığın tanımı gibi.

Gibi gibi.

Dünyada benden de yalnız olan tek bir şeyin olduğuna inanırım, etrafı başka arkadaşlarıyla süslenmemiş tek bir nota. Gitardan çıkan yalnızca bir nota. Hangisi olduğunun hiç önemi yok, tek.

Bir tek.

Bi tek atılan akşamların sonrasından bahsedeceğim akşamlarım hiç olmadı. Ben alkol tüketmem, üretmem de. Neden benimle aynı geni taşıdığını bilmediğini bir kısım akrabam ise üretir. Taptığı kitaplar izin vermediği için ise tüketmezler. Bundan 40 yıl önce, benim şimdiki yaşımdayken benimle aynı gözüktüğünü iddia eden bir akrabam bu durumu şöyle açıklar: “Allah bize rızkını verdi, günahını başka boyunlara asabilelim diye.” O adamı severdim.

Ama.

En çok kendimi.

SON.

(of a bitch)

Putlar İmparatorluğu: Bölüm 7

Toplantı odasına çıktıklarında ilk defa erkek bir yetkili karşılamıştı onları. Mehmet üst düzey bir erkek yetkili gördüğüne şaşırmıştı, şaşkınlığını gizleyememiş olacak ki adam söze girdi.

‘’İtalyan mahallesi işlerine bir erkeği yönetici yapmak zorundasın. Ataerkil düzenden ancak bir erkek anlar. Lütfen, oturun.’’

Adamın işaret ettiği yerlere oturdular. Adamın masası son derece yalındı. Bir bilgisayar dışında masada sadece üç dört tane kağıt duruyordu. Adam arkasına yaslandı.

‘’Evet sizi dinliyorum.’’

Mary önce Mehmet’e baktı. Kafasındakileri düzene sokmaya çalışır bir hali vardı. Nerden başlayacağını bilemiyordu sanki. Birkaç dakikalık sessizlik oldu. Adam deri koltuğunda huzursuzca kıpırdandı. Adamın bu hareketini bir uyarı kabul eden Mary konuşmaya başladı.

‘’İş olmadı efendim’’

‘’Bunu görebiliyorum, minibüs nerde? Kızlar nerde? Bunların açıklamasını merak ediyorum ben.’’

‘’Don Antonini anlaşmayı yenilemek ve paylarını artırmak istiyor. Kızları teslim etmedi. Göz dağı vermek için de minibüsü yaktırdı.’’

‘’Anlaşılan Don Antonini, Atilla’nın kırbacını unutmuş, hatırlatmak lazım. Mehmet, yarın Ortadoğu’ya gidiyorsun. Halletmen gereken işler var.’’

Adam konuşmasını sonlandırdığında Mehmet şaşkına dönmüştü. Ortadoğu’ya neyle, nasıl gidecekti? Dahası orda ne yapacaktı? Bunları düşünürken yolculukla ilgili bilgilendirme yapmak için iki kadın girmişti odaya.