ay kırığı. iki.

Onu kendime bağlamayı öğrenmiştim, ama bu şekilde ona tutunamıyordum. Yapaydı çünkü yaptığım şey; aşkın aptal bir stratejisiydi. Bana zevk vermiyor, yalnızca acı çekmemi engelliyordu. Acaba engelliyor muydu? Sorularım vardı, cevapları yoktu. Onu ilk gördüğüm anda iyi ya da kötü bir ilişkimiz olabileceğini düşünmüştüm, ama şu an bol miktarda çelişkimiz vardı. Daha ne kadar katlanabilirdim? Katlanmalıydım. Onu kaybetmeyi hiçbir şekilde göze alamazdım, ama bir yandan da elimde tuttuğum adamın benim adamım olmadığını biliyordum. Benim adamım olsaydı, o benim elimden tutardı çünkü. Elimden tutsun istedim. Tutmadı. Tutmayacaktı. Üstelik bir defa bırakırsam, bir daha asla geri gelmeyecekti. Bunu göze alamazdım. Ona bir başkasının sahip olacağı düşünmektense, onu sonsuza dek tasmalı bir köpek gibi beslemeyi tercih edebilirdim. Öyle yapacaktım. Öyle yapmalıydım. Bunu kafama koymuştum. Aslına bakarsanız önceleri işler tam olarak da planladığım gibi gitmişti. Alışmıştık birbirimize. Aşk değildi belki yaşadığımız şey, ama aşık olduğum adamla, aşkın dışında ne varsa, onu yaşayabiliyordum. Bana aitti. Ona ait değilmiş gibi davrandığım için böyleydi. Size başka türlü davranamayacağımı, davranırsam da kaybedeceğimi söylemiştim. Ama tüm bunlara karşın onu özel hissettirdiğim anlar da yok değildi. Altına girdiğim olurdu, bana bağırdığı, aşağıladığı, ağlattığı olurdu. Kalıcı olmadığını, kalıcı olamayacağını bilirdi, öğrenmişti, öğretmiştim. Köpeğinin sesinden ve dişlerinden nadiren de olsa korkan o sahibeydim ben. Beslemezsem ölürdü, sevmezsem üzülürdü. Bana muhtaçtı ve ona muhtaç olmadığımı o hayvani içgüdüleriyle tahlil edebiliyordu. Ama bir hayvan değildi, o yüzden tahlilleri de doğru değildi.

Ve sonra bir gün, beni alt üst eden bir olayla karşılaştım; tabii, planlarımı da. Bir telefon almıştım ve yanımda ondan başkası yoktu. Şöyle demişti telefondaki ses, ritmini baştan sona hiç bozmadan, bir robot gibi duygusuzca, bir insan gibi alçakça, bir düşman gibi kalleşçe, bir anne gibi şefkatle. Çünkü arayan annemdi. “Baban öldü kızım.” dedi. Sonra sustu. Sonra hep susacaktı; çünkü ertesi gün tüm vücuduna felç inecek, ertesi yıl da yerin dibini boylayacaktı. Bilemezdim. Bildiğim tek şey, birkaç saniye içinde en yakınımdaki adamın kollarına kendimi bırakacağım ve çığlıklar atarak ağlayacağımdı. Oysa hiç ağladığıma şahit olmamıştı. Nasıl olabilirdi, dört yıldır ağlamıyordum ben. Nasıl bilebilirdim, dört yılın tüm acısını, dört dakikada gözlerimden boşaltacaktım ben. Ağladım. Ağladıkça sarıldı bana. Kolları bedenimi sardı. O sardıkça, ben kendimi güvende hissettim. Rolleri değişmeye tam o an, orada başlamıştık, ama ben bunu ancak şu anda fark edebiliyorum. Tahmin edebilirsiniz, her şey için fazlasıyla geç kaldığımı. Her şey için geç kalan herkes gibi, kaderime boyun eğdiğimi. Kaderine boyun eğen tüm insanlar gibi, hayatımın geri kalanına bir kaybeden olarak devam edeceğimi. Ama diyorum ya sizlere, o an bilemezdim işte. Bilemedim. Kolları gevşedikçe ben aşağı süzüldüm. Ben aşağı süzüldükçe o biraz daha gevşedi. Siyah ve sıkı bir kot pantolonu vardı altımda. Düğmelerini yavaşça açmaya başladım önce. Sonra hızlandım. Kendimi kaybettim. Kendimi bulduğum andaysa yüzüm yapış yapıştı ve ben gülüyordum. Bir günün sonu, yeni bir ömrün başlangıcıydı.

1 yorum:

  1. Her şey için geç kalan herkes gibi,kaderime boyun eğdiğimi.Kaderine boyun eğen tüm insanlar gibi, hayatımın geri kalanına bir kaybeden olarak devam edeceğimi...

    YanıtlaSil