Görmezsin. Göremezsin.
Bulamayacağım şeyleri aramaya başlayalı kaç ay olmuştu, hatırlamıyorum. Bu işte zamanın hiçbir önemi yok. İnsanlar bana gelir ve “Bu eşyayı herkesin bulabileceği bir yere sakladım.” derler. Ve benim gerçekten o eşyayı bulup bulamayacağımı izlemeye koyulurlar.
Bulmam. Bulamam.
Gözlerim kör olduğundan değil oysa ki, yaradılışımdan gelen bir handikap. İnsanların bulabildiklerini bulamam. “Bende ne buluyorsun anlamam.” Sözünün sahibi benim. Bulamadan sahip olduklarım var. İstemeden sahip olduklarım gibi.
Mesela.
İsmim gibi. Hiç istememiştim onu. İnsanların bana “bir şey” demesini. Kim bir şey olmak ister ki? Herkes her şey olmak ister. Belgisizler şahıs olmak ister. Faili meçhuller bulunmak ister. Ben ise bulmak isterim. Ama.
Bulmam. Bulamam.
Gökyüzüne baktığımda gördüklerimi, kimseye gösteremem. Benim gördüklerimi onlar, onların gördüklerini ben göremem. Onlara “Gökyüzüne dokunabiliyorum.” derim, inanmazlar. Ama Allah’la konuştum diyen birinin yazdığı bir kitaba milyarlarcası birlikte taparlar. Allah’la konuşamıyorum derim, taşlarlar. İçimde kötülük hissediyorum derim, taşlarlar.
Taşlar, kalbimin en derinini taşlar.
Bulamadığımı söylerim, sevgiyi. Onların gözlerin içine baktığında gördüklerini. Büyük tutkuyu. Uyumu, iki tane ayrı yatanın uyumunu. Müziğin bu uyuma eşlik edişini. Işığın loşluğuyla arkadaki açıkları kapatışını.
Kalp atışını.
Hiçbir filmin sonunda şaşırmam, başında meraklanmam, ortaşında heyecanlamam. Kapalı ortamlarda korkmam, öpüşen insanlara bakmam. Bir perdeye yansıyan ışıkların renk cümbüşünü izlerken, kaç ayrı kare olduğunu hesaplar, renkleri gruplandırır, hangi renkler sevişirse nasıl bir renk çocukları olacağını hayal ederim.
Mesela.
Siyahla beyazı ise görücü evliliğine benzetirim. Sevişmek zorunda olanlara, hep sevişenlere, konservatiflere. Geleneksel avrupa sinemasını faşistlere benzetirim, aşılmayan değer yargıları ve koyu renk savunuşlarıyla. Hollywood’a ise “Devrim!” derim. Sinemadan anlamıyorsun derler.
Oysa renkler.
Onlar başka şeyler anlatıyorlar. Çeşitlendikçe güzelleşiyorlar, kayıp bir çocuğun hayalgücünde var olan adamın yok olma savaşında en öndeki askerleri oluyorlar, doluyorlar. Renkler azalınca da soluyorlar.
Yapraklar gibi.
Sonbaharda başlayan bir salgın gibi, grip gibi soluyorlar. Her biri düşüyorlar, hastaneleri olmadığı için kurtarılamıyorlar. Soyları tükenmesin diye güneş tekrar göğe tüm ihtişamıyla yükseldiğinde ona yalvarıyorlar; Yaprakların anneleri, kökler. Babaları, gövdeler. Babaları güneş yükseldikçe ona eğiliyor, Anneleri güneşin son kalıntısına doğru yaklaşmaya çalışıyorlar, en derine giderek. Giderek gidiyorlar. Severek gidiyorlar. Zoraki gidiyorlar. Yazgılarına gidiyorlar.
Biliyorlar.
Hiçbir zaman bulamayacaklarını. Onlara benziyorum. Koca bir ağacın japon bir çocuğun elinde çizgi romana dönüşeceği o küçük kağıda benzediğini bilmediği gibi. Benziyorum, ama neden?
Bulmam. Bulamam.
Köyün tek okulunun açık kalan camından dışarı fırlayan kağıdın evren üzerindeki tek hısmına, herhangi kocaman bir ağaca tekrar kavuşmak istemediğini kim söyleyebilir? Ona ulaştığında söyleyecek hiçbir sözü olmasa bile. Hiçbir söz olmadan yazılan şarkılar gibi, yalnızlığın tanımı gibi.
Gibi gibi.
Dünyada benden de yalnız olan tek bir şeyin olduğuna inanırım, etrafı başka arkadaşlarıyla süslenmemiş tek bir nota. Gitardan çıkan yalnızca bir nota. Hangisi olduğunun hiç önemi yok, tek.
Bir tek.
Bi tek atılan akşamların sonrasından bahsedeceğim akşamlarım hiç olmadı. Ben alkol tüketmem, üretmem de. Neden benimle aynı geni taşıdığını bilmediğini bir kısım akrabam ise üretir. Taptığı kitaplar izin vermediği için ise tüketmezler. Bundan 40 yıl önce, benim şimdiki yaşımdayken benimle aynı gözüktüğünü iddia eden bir akrabam bu durumu şöyle açıklar: “Allah bize rızkını verdi, günahını başka boyunlara asabilelim diye.” O adamı severdim.
Ama.
En çok kendimi.
SON.
(of a bitch)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder