“Madem sonsuza dek susmamı istiyorsunuz, şimdi beni dinleyeceksiniz.” dedi Refik Bey, ellerinde bulunan bavulları hiddetle yere bırakırken.
Oğlu, gelini ve torunu şaşkınlık içerisinde ona bakıyorlardı. Şaşkınlardı, çünkü onu daha önce hiç bu kadar sinirli bir hâlde görmemişlerdi. Oğlu elini Refik Bey’in omzuna doğru götürerek, “Ne oldu baba” dedi, “Seni sinirlendiren şey ne?” Sesi her zamankinden inceydi ve babasının dudaklarına sabitlenmiş gözlerinde merak dolu bir bekleyiş vardı.”
“O bakımevine gitmek istemi…”
Refik Bey’in sözünü bitirmesine fırsat vermeden gelini araya girdi; “Baba, orası bakımevi değil, emekliler yurdu.”
Refik Bey ayağını yere vurarak, “O ufacık toriğinle bana neyin ne olduğunu öğretmeye mi çalışıyorsun gelin?” dedi, “Olmadın sen o kadar. Olmadın.”
“Ama baba…”
Gözlerini elinde tuttuğu sopaya götüren Refik Bey, “Sıçtırtma şimdi babanın şarap çanağına. Ben hâlâ buradayım ve çok şükür gücüm, sağlığım da yerinde. Nah görüyor musun, geçiririm vallahi kıçına şu bastonu, kızım falan demeden.”
“Sakin ol baba.” dedi oğlu, “Ayıp oluyor.”
“Aile içinde ayıp mı olurmuş ulan.”
“Baba, öyle demek istemedim.”
“Ben gayet iyi biliyorum senin ne demek istediğini kerkenez. Sus şimdi, söyleyeceklerimi dinle.”
“Dinliyorum baba.”
“Ben senin baban değilim.” dedi Refik Bey gözlerini oğluna dikerek. Tereddüt bile etmemişti bunu söylerken, bir çırpıda, sanki öylesine bir şey söylüyormuş gibi çıkmıştı dudaklarından sözcükler birbiri ardına.
Oğlu şaşkındı, bir süre öylece, hiçbir şey söyleyemeden duraksadı, ardından belli belirsiz bir şeyler söylemeye çalıştı. “Şaka yapıyor…”
“Hayır.” dedi Refik Bey oğlunun sözünü tamamlamasını beklemeden, “Şaka falan yapmıyorum. Baban değilim senin. Babanın kim olduğunu da bilmiyorum. Annenle evlenmeden önce, annen bana hamile olduğunu söylemişti. Bunu ikimizden başka kimsenin bilmemesini ve çocuğuna, kendi çocuğummuş gibi davranmamı istedi. Söz vermemi istedi benden. Aşıktım ona, hâliyle kabul etmiştim de. Zor olmadı başlarda, ama büyüdükçe değişti işler. Benim çocuğun olmadığın anlaşılıyordu. Ne boyun posun beni andırıyordu, ne de huyun bana çekmişti. Üstelik büyüdükçe de uzaklaşıyordun benden. Günün birinde dikildin karşıma şu aptal karıyla, “Ben evleniyorum.” dedin ve evlendin. Sütsüz şu veledi peydahladınız sonra. Varımı yoğumu aldınız benden ve şimdi de beni kendi evimden gönderiyorsunuz. Neymiş efendim, emekliler yurduymuş. Sıçayım emekliler yurdunuza da, evinize de, babanıza da. Kansızlar sizi. Bari kırk yıl boyunca sana babalık yapmış olan şu adama bir kez olsun yardım et de, al şu bavulları elimden.”
Refik Bey’in sözleri üzerine evdeki herkes susmuştu, Refik Bey de dahil. Oğlu bavulları bagaja yerleştirdikten sonra arabaya geçtiler ve oğlu emekliler yurduna doğru sürmeye başladı. Beş dakikalık mesafe, sanki beş saniyeymiş gibi, çabucak geçti. Yurdun tam önüne gelmişlerdi ve hâlâ kimse konuşmuyordu. Sessizliği Refik Bey, dudaklarından gözyaşlarına eşlik ederek dökülen sözcükleriyle zoraki de olsa bozdu, “Oğlum.” dedi, “Sen benim oğlumsun, sana demin yalan söyledim.”
“Zaten hiç inanmamıştım ki.” dedi oğlu, ağlıyordu. Refik Bey’in sözleri arabadaki herkesi ağlatmıştı; torunu da dahil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder