Bilmiyordum.
Haziranda oldu her şey, bir haziran günü. Kahvelerimizi içmiştik, falına bakmamı istediğini belli eden bir şekilde fincanını ters çevirmiş, eliyle benim önüme itelemiş ve suratında muzip ve aynı zamanda mahcup bir ifadeyle bana gülümsemişti. Onu görmeyeli seneler geçti ama o ifadeyi nasıl yapabildiğini hala merak ederim. Kocaman bir adamın içindeki çocuğu o kadar net görebilmek beni şaşırtırdı.
Alaycı bir ses tonuyla:
-"Falınıza bakayım mı?" dedim.
-"Madem istiyorsun..." dedi sırıtarak, "... çok memnun olurum."
Gülümsemekten kendimi alamadım. Olabilecek en ciddi ifademi takındıktan sonra fincanı elime aldım, ve ne yaptığımı çok iyi biliyormuşçasına konuşmaya başladım.
-"Yakın zamanda uzun süredir görmediğiniz bir arkadaşınızdan - tabi akrabanız da olabilir - bir haber alacaksınız. Bu haber sizi en başta çok etkilemeyecek gibi gözükse de birkaç ay sonra sizin için çok önemli olduğunu fark edeceksiniz. Üç vakte kadar size şans getirecek bir şey olacak. Milli piyango da devretti zaten, bence bilet almalısınız."
Büyük bir ciddiyetle beni dinliyordu. Akademik hayatında bu kadar başarılı olan birinden beklemediğim bir ciddiyet. Ona dair hatırladığım şeylerden biri de, ciddi olduğunda sol işaret parmağı çenesini yanağına birleştiren noktada sabit kalırdı.
Karşımdakini zorlamayı seven bir yapım olduğunu annem küçüklüğümden beri söyler.
Sesimi incelttim ve gözlerimi fincana yönelttim:
"Vallahi bir ada görüyorum burada, adadaki dağın tepesinde de siz. A-aa! Adayı satın alıyorsunuz! Galiba piyango çıkacak. Tabi büyük bir banka soygunu planlamıyorsanız. Ama adayı aldığınıza göre, başarılı bir plan olduğunu söyleyebilirim."
Kafamı kaldırdım. Hala çok ciddi. Parmak hala kıpırdamadı.
Annem, sabırsızlığımın her zaman kötü sonuçlar doğurduğunu ve doğurmaya devam edeceğini de söyler.
Ani bir hareketle fincanı masanın üstüne bıraktım ve suratına baktım.
-"Ne yaptığım konusunda bir fikrim olmadığının ve iyice saçmaladığımın farkındasınız, değil mi?"
Başıyla onayladı beni, ciddiyetinden hiçbir şey eksiltmeden. Bunun üzerine ben de en ciddi tavrımı takınarak suratına baktım. Gözlerine. Göz teması beni huzursuz etse de, asla gözünü kaçıran taraf olmazdım. Daha da güzeli, bana saatler gibi geçen saniyelerin bana huzursuzluk verdiğini karşı taraf hiçbir şekilde anlamazdı. Olası diyalogları kafamda gözden geçirmeye başladım ki söyleyeceği şeye verecek hazır bir cevabım olsun. Ama hiç beklemediğim bir soruyla karşılaştım. Beklemediğim soruları sevmem.
-"Sana rakı sözüm vardı benim, değil mi?"
Alakayı anlamak için iki saniye duraksadım. Sadece iki. İki saniye, karşı tarafın senin afalladığını anlamayacak kadar kısa, düşünmek için yeteri kadar uzundur. Bu sefer değildi. Anlamadım, ama iki saniyenin sonunda ağzımdan cevabım döküldü:
-"Evet, vardı. Ama üç vakte kadar bir rakı sofrası sözü göremedim falda. Yalan olacak galiba."
Başarmıştım. İşaret parmağı artık çenede değildi. Gülümseyerek sandalyesinde gerindi.
-"O zaman bu akşam sözümü tutuyorum."
-"Kötü bir falcı olduğumu kanıtlamak için yapıyorsanız eğer ..."
Cümlem bitmedi. Kahkahalar.
-"Ah çocuk ah. Sen de olmasan kim güldürecek beni?"
Yine alaycı sesim:
-"Sağ olun efendim, işim bu tabi. Eğitim sistemimiz sağ olsun, öğrencilik bir nevi soytarılık."
-"Estağfurullah çocuk. İyi bir şey demeye çalışmıştım ben. İyi ki varsın anlamında."
Gülümsedim. Gerçekten.
-"Biliyorum." dedim. Saatime baktım. On dört dakika daha o odada oturabilecek vaktim vardı, ama o an gitmemin çok daha iyi olacağını hissediyordum. Bir yandan da kalmak istiyordum ama... Ve iki saniyem dolmuştu.
-"Neyse, benim artık gitmem lazım, malum, derse gitmem lazım."
-"Tamamdır, akşam için arayacağım seni."
-"Falda gözükmüyordu ama?"
Yine o ifade. Muzip ve mahcup gülümseme.
-"İyi dersler çocuk."
-"İyi dersler çocuk."
-"Teşekkür ederim, görüşürüz."
Odadan yüzümde bir gülümsemeyle çıktım. O odadan gülerek çıktığım son gündü. Bilmiyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder