Yok Oluşunu Görmek İstedim

Sokakta düşünmek daha zor olabiliyor bazen. İyi bir gözlemci olun veya olmayın etrafınızdaki insanlar bazen o kadar çok ilginizi dağıtabiliyorlar ki buna siz bile şaşıyorsunuz. Ama bazen o anlamsız kalabalık, maddi kitle anlam veremediğiniz şeylere sebep olabiliyor.

En son sokağa çıktığımda bundan yirmi yıl öncesini düşündüm. Bunu düşündürdükleri için sokakta yürüyen insanlardan da bir kez daha nefret ettim. Tabi bunun bir anlamı yoktu. Çünkü eğer bir terörist falan değilseniz toplum sizi ciddiye bile almaz. Onlar iyi niyetli berduşlardan korkmak, güzel giyimli canileri de aklamak için neden aramaktadırlar çünkü. Bunu sokakta kimin gözüne baksanız anlayabilirsiniz. Bu gerçeği gördükçe gömleğinizi çıkartıp köprüden aşağıya atlayasınız gelir bazen. Ya da lüks bir lokantaya girip çırılçıplak soyunmak istersiniz. Belki de istemezsiniz ama ben hep istedim bunları yapmayı. Neden yapmadığımı anlatacağım size. Bir gün yapabilirim hatta her an yapabilirim çünkü ben size özgürlüğümü kazandığım ilk günü anlatıyorum. Yirmi yıl sonra sokağa çıktığım ilk günü.

Çok eskiye gitmiş gibi olsam da lise günlerime gitmek zorundayım. O günlere dönmeden yazar olamazsınız.  İstediğiniz kadar iyi anılara sahip olun bazı şeyleri yapmak için eski günlere dönmek gerekir. Biraz olsun çocukluğunda güzel günler geçirmemiş kimse komedyen olamaz. Bunu, etrafına gülücükler, kahkahalar saçarak bir şeyler anlatan ve hitap ettiği topluluğun her bir bireyinden nefret etse bile espri yapmaktan hoşlanan insanın suratında görürsünüz. Ben bu yüzden yirmi yıl boyunca şaka yapamadım. Etrafınızın farkında değilseniz, nefret de şaka da buhar olur.

Özgürlüğüm elimden alınmadan önce bir kokteyle katılmıştım. Lisedeydim, yeni yetmeydim ama bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Hep ayak altında dolaşıyordum, yaptığım her yalakalığa kulp bulurdum mutlaka. Yaptığım her yalakalığın güzel sonuçlar getirdiğini sanırdım. Kendime olan güvenim sonsuzdu. Karşıma dikilecek her kapının anahtarını taşıdığımı düşünürdüm. Zaten boyum uzun olduğu için anahtarı deliğe sokmak için biraz eğilmek zorunda kalıyordum. O küçük kafamda yalakalıklarıma bulduğum müthiş benzetme buydu işte. Herkes ne zaman fark edecek bilmiyorum ama toplumda vaktini en çok boşa harcayan kitle kendine çok güvenen ergenler. Çünkü onlar illa ki bir kulp bulurlar yaptıklarına.

Uzun bir uğraşın ve edindiğim geniş çevrenin sayesinde katılmıştım şu bahsettiğim kokteyle. Salonda klasik müziğin eşliğinde etraftaki insanlara bakıyor ve yanımdaki iki üç kafadarla çene çalıyordum. Her kadın potansiyel avdı. Çünkü orda hiçbir kadını tanımıyorduk. Ne diye uğraştığımızın anlamını yitirmiştik. Dünyayı yaratan bir tanrı edasıyla kokteyle katılana kadar çabalamış, katıldıktan sonra da bir köşeye geçip etrafımızı izlemekten başka bir şey yapmamıştık. Birbirlerinden nefret eden adamların fıkralar anlatıp gülüştüklerini görmüştük. Yeni aşıklar görmüştük. Eski aşıklar, arası bozuk aşıklar, kavgalı ama birbirini seven aşıklar, barışık ama birbirini sevmeyen aşıklar, aranan gözler, şaraptan çakırkeyif olmuş aşıklar. Çok aşık vardı etrafımızda. Aynı yatağı paylaşan her çift birbirine aşık değil miydi nasılsa? Ne diye kafa yoruyorduk ki? İnsanların sıradanlığını görüp gülüşüyorduk sürekli.

O geceyi neşe içerisinde tamamladık dört arkadaş. Boşa da olsa yeni bir ortam görmüştük. Belki ilk defa adam yerine konmuştuk. Geri kalan her şey zaten önemini yitiriyordu bu tablo karşısında. O gün yüzünden yirmi yıla mahkum edileceğimi bilseydim hiç gitmezdim oraya. Hatta oraya gidersem cezamdan beş yıl indirim yapacaklarını söyleseler bile gitmezdim oraya. Baştan sona trajedinin günüydü o gün çünkü.

Bazen ilahi güçleri bilemezsiniz. Hayatınıza ne kadar etki ettikleri ise baştan sona muammadır. En kötüsü ise bu ilahi güçlerin kimin yanında yer aldığını bilememektir. Öğrendiğinizde ise iş işten geçmiş olur. İşte ilahi dünyanın da gerçek dünyayla benzeştiği tek nokta budur. İkisinde de başınıza gelecek kötü şeylere engel olamazsınız. Hep iş işten geçer.

O gece, kokteyl gecesi biz üç arkadaş birilerinin canını sıkmıştık. Bir arkadaşımız her grupta var olması gereken şanslı kişiydi. Nedenini yüzyıllarca sorgulasanız da bulamazsınız. Şanslıdır o işte. Cezayı üç kişi çekecektik. Üç kadının canını sıkmıştık, üç özel kadının. Yorumlarımızı duymuşlar ve ahkam kesmemizden çok rahatsız olmuşlardı. Ne olduğunuzu bile bilmediğiniz bir çağda dünyanın acımasız bir tanrıça tarafından yönetildiğini ve gittiğiniz herhangi bir yerde bu tanrıçayla bağlantılı olan kadınlar olabileceğini bilmek imkansızdır. Cezamızı duyduğumuzda bunun aslında bir ödül olduğunu sanmıştık. Sinsi sinsi gülmüştük hatta. Ama bu cezaydı, dünyaya gelmemizden daha büyük bir cezaydı.

Üç arkadaş yirmi yıl bir kütüphaneye kapatıldık.  Büyüklüğünü algılaması çok zor olan bir kütüphaneye. Yemeğimiz ve canlı kalmamızı sağlayacak her şeyimiz oldu yirmi yıl boyunca. Sigaramız, nargilemiz dahi vardı. İlk zamanlar keyifli gitti. Sürekli okuyor ve okuduklarımız üzerine konuşuyorduk sabahlara kadar. Bir iki yıl sonra keyfimiz kaçmaya başladı. Duvarlarda resim yoktu. Tiyatrodan, sinemadan uzaktık. Senaryoları ezberleyip kendimiz canlandıralım dedik önce ama olmadı. Okudukça ve farklı şeyler denedikçe özgüvenimiz düşüyordu. Mesela berbat tiyatroculardık. Her oynadığımız oyunun ayrı ayrı içine ettik. Kavga edememeye başladık günden güne. Hepimizin egosu inanılmaz incinmişti. Kitaplarda anlatılan kahramanlardan değildik. Karakterler gibi bir şeyler kaybetmemiştik, haliyle hiçbir şey de kazanamamıştık. Bilgimiz çoğaldıkça duygusal açlığımız da artıyordu. Kaç ay sonra bilmiyorum ama artık dostluğumuz bile bizi mutlu etmez olmuştu. Birbirimize baktıkça kendimize acıyorduk. Son beş yılımızda sigara içmekten ve nargilede uzmanlaşmaktan başka bir şey de yapmadık zaten.

Dışarı çıktığımızda haksızlık olmasın diye sadece beş yıl yaşlandırılmıştık. Tabi bu yirmi yılın çöküklüğünü gidermiyor. Dostluğumuz inanılmaz perçinlenmişti. Çok konuşmuyorduk ama konuşmadan da iki gün bile duramayacağımızı biliyorduk.

Sokağa, serbest kaldıktan üç gün sonra çıktım ilk defa. İşte o gün sokakta düşünmenin daha zor olduğunu fark ettim. Daha zordu ama başardığınızda çok güzel sonuçlara erişebiliyordunuz.
O gün sokağa çıktığımda kalabalığın arasında bir kız gördüm, zamanında çok sevdiğim bir kızı. Hiç ummadığım bir anda beni terk eden, duygusal çöküntüden çöküntüye sürükleyen kızı. Gördüğümde de anılar geldi aklıma. Sonra kütüphanede okuduğum Tolkien kitaplarını hatırladım. Özellikle de Silmarillion’ı. Zamanında aşık olduğum kızın, Morgoth’un yanına gidişini izlemek istiyordum o an. Hiçlik ülkesinin bir sakini olması gerekiyordu. Ölümünü ya da katledilişini değil yok oluşunu görmek istedim. Hiç var olmamışçasına. Bunları düşünürken kütüphanede yıllarca düşünmeme ve okumama rağmen fark edemediği bir şeyi fark ettim. Bir hiç olduğumu, güçsüz olduğumu kabullenmiştim kütüphanede. Ama hala çocuk kaldığımı düşünmemiştim hiç. Eskiden sevdiğim, şimdi nefret ettiğim bir insanın ölümünü değil yok oluşunu düşlüyordum. Bunu ancak bir çocuk düşünebilirdi. Yetişkin bir insan ya affeder, ya da nefretini kusacağı günü hayal ederdi. Ya ben? Ben onu var olmamış bir kitap karakterinin yanına göndermeyi düşlüyordum. Yirmi yılda öğrenemediğimi sokakta beş dakikada öğrenmiştim. Hala çocuktum ben. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder