yosun kokan hatıralar.

Eski bir film izliyordum. Karşımdaki adam artık nefes almıyordu, biliyordum bunu. Onun yerine kendimi koydum ve bir anlığına da olsa nefes almadığımı hissettim. Almıyordum da. Tutmuştum çünkü, nedenini bilmeden. Kısılmış hissettim o an. Ellerimi boğazıma götürdüm yavaşça, dokundum kendime. Ellerim tenimden soğuktu. Üşüdüm. İlk defa üşümek beni mutlu etti, çünkü yaşıyordum. Ölmeye kendisini her zaman bir adım daha yakın hissetmiş olan, ama kendisini öldürmeyi hiçbir zaman becerememiş olan o adamlardandım işte, ne yaparsın. Bizim gibiler için yaşam ucuz bir fahişeydi. Hani tam anlamıyla tat vermese bile, kendinizi kollarında güvende hissettiğiniz türden olan, mahalle arasındakilerden. Ölümse. Ah, ölümse ulaşılmaz bir film yıldızıydı. Anca düşlemekle yetiniyorduk. Anca düşlerken kendimizi tatmin ediyorduk. Birkaç saniye, birkaç dakika ya da en fazla birkaç gün. Sonra mı? Her şey sıradan, her zamanki gibi, belki daha da sıradan. Evet dostlarım, sıradanlığın da ölçütleri vardır ve inanmayacaksınız belki ama, daha sıradan olmayı, daha kötü olmaya tercih edenlerdenim ben de. Birçok kişinin yaptığı gibi. Sikeyim, ama gidemiyordum. Liman bendim. Gemi bendim. Deniz bendim. Gidemiyordum. Gitmek göründüğü kadar kolay değildir, gidemeyenlere sorun. Kalmak göründüğü kadar kolay değildir, bunu da onlara sorun.

“Kısılmış.” Ne güzel bir sözcük bu. Biri gelse ve benden hayatımı özetlememi istese –ki asla olmayacak, tanrı bile benden bunu istemeyecek, ona bunu söylerdim. Yeterliydi. Tek başına yeterince güçlüydü. Doğal bir eğilimdir hem bu, güçlü olana yakınlık duyabilmek. Güçlü olana yakın olursanız asla kaybetmezsiniz dostlarım; en fazla kişiliğiniz gider, onun da bu değersiz dünyada pek bir önemi olduğunu sanmıyorum. Gerçi ne bakıyorsunuz siz bana; asılsız bir aynayım ben, dinlemeyin beni, dinleseniz bile aldırış etmeyin, en fazla zamanınızı çalmış olayım sizlerden ve eğer bir başka dünya varsa buranın ötesinde –ki olduğunu sanmıyorum, orada hakkınızı arayın benden.

Yazıyorum dostlarım. Hayat beni çiziyor, ben de size yazıyorum. İçimden geçiriyorum da –ki aynı şeyi daha önce defalarca kez geçirmiş ve dilemiştim, o Amerika’ya giden ilk geminin içinde ben olmalıydım, ya da ne bileyim birkaç yüz yıl önce yaşamış olmalıydım en kötü, nerede doğacağımı, kimin piçi olacağımı, hangi karın ağrısı işlerle uğraşacağımı hiç dert etmiyorum bile. Hâlimden memnun değilim, Allah beni affetsin. Allah demişken. Onu hep gökteki aya benzetirdim küçükken. Beyaz bıyıkları vardı. Dali’ninkiler gibi uzuyorlardı yanlara. Gökyüzüne değiyorlardı. Gülerdi bir de hep. Gözleri kocamandı ve yüzü delik deşikti. Tonton bir ihtiyardı anlayacağınız. Severdim o adamı. İçtendi. Bendendi. Ötedendi. Ama şimdi sevmiyorum. Çünkü o zamanlar yalnızca benimdi, şimdi herkesin. Herkesten duyduğum, herkesin korktuğu, ama kimsenin sevemediği o Allah’ı, ben de sevemiyorum artık. Biraz daha güneyde doğmuş olsam –yaklaşık yirmi paralel kadar, bu söylediklerim yüzünden ölebilirdim. Öldürürlerdi beni. Ne de iyi ederlerdi. Gerçi orada doğmuş olsam bunları hiç söylemezdim bile. Şaşırdınız mı? Ben o güçlülerin yanında olmayı kendi kişiliğine yedirememiş olan aptal ve gururlu insanlardan değilim. Elimden gelse Allah olurdum, peygamber falan olurdum, ne bileyim, taptığınız her ne varsa, o olurdum. Olamayacağımı fark ettim ama dostlarım, bu yüzden de hiçbir şey olmamayı daha doğru buldum ve hiçbir şey olmadan ölmeyi. Ölüyorum dostlarım. Yaşamadan ölüyorum. Siz ve sizden önce gelen herkes gibi ve sizden sonra geleceklerden kendimi daha şanslı sayarak. Öylece gidiyorum.



“Yenileyeyim mi?”

Tıknaz bir adam. Onun yüzünden ölemedim. Şimdi ölebilmek için bir duble daha devirmem gerekiyor, ama bir duble devirip de yine ölemezsem, para suyunu iyiden iyiye çekecek ve Aysel de benim ipimi çekecek. Ama olsun. İçeceğim. Belki Aysel her zamankinden fazla sinirlenir de öldürür beni. Ya da ne bileyim, babasının yanına falan kaçar da, kafamı dinlerim şöyle üç beş gün.

“Doldur usta. Doldur. Hep doldur.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder