Her taraf sudan yapılmış gibi geliyordu Mehmet’e. Gemi, kamarası, diş fırçası. Her şey ama her şey sudan yapılmış gibiydi. Hiçbir şey yapmadan oturmak zorunda olduğu saatlerde delice teoriler üretiyor ve üzerlerine düşünüyordu. Arkadaş sıkıntısı çekiyordu. Kusmalar dalgalı günlere, mide bulantıları her gününe iz bırakmıştı artık. Hiçbir şey yapma isteği kalmamıştı içinde. Bir an önce yolculuğun bitmesi için dua ediyordu. Hiç deniz yolculuğu yapmadığı için bu yolculuk sinirlerini çok yıpratmıştı. Sıradan şeyler bile çileden çıkarabiliyordu onu.
Son günlerde yemeğini kamarasına Jane getiriyordu. Normalde yemek için mutfağa inmesi gerekmesine rağmen oraya gidecek gücü kalmamıştı. Mutfağa inmemek için açlıktan ölmeyi göze alabilirdi. Eğlendiği nadir anlar arasında odasında poker oynadıkları zamanlar vardı. Bir kitabın sayfalarına tek bir sözcüğü bile okumadan boş boş bakarken kapısı hafifçe tıklanıyordu. Çalış şeklini ezberlediği Jane’i hemen tanıyordu. Kapı açılıyor ve gülen suratların arasında Jane, çarkçıbaşı ve elektrik zabiti gözüküyordu. Pulların şıkırtısı ve viski şişesinin bardaklara çarparak çıkardığı ses hayatında duyduğu en güzel sesler arasında ilk iki sıraya oturmuştu bile.
Oyun haftada 3 gece oluyordu. Kimsenin işi olduğundan değil, her gün oynayıp işin zevkinin kaçmasından korkuyorlardı. Elektrik zabiti masayı kuruyor ve diğerleri de pulları hazırlayıp içkiyle ilgileniyorlardı.
Kartlar dağıtılmaya başladıktan sonra ilk kartlara dokunmak ve heyecanla kimseye göstermeden kartlara bakmak Mehmet’in hayatında duyduğu en büyük hazdı sanki. Oyun ortalarına doğru Jane bir Küba purosu uzatıyordu. Haftada bir puro içme hakkı vardı ve o günü de Jane belirliyordu. Jane ilk defa purosunu uzattığında, Mehmet yakmak için çakmağını aramaya başlamıştı. Jane onu durdurmuş ve purosunu yakmıştı. O günden beri hep puroyu Jane yakıyordu, bir adet haline gelmişti.
Yolculuğun son günlerine doğru karaya çıktığında onu gemidekinden daha rahat bir ortamın bekleyip beklemediği kuşkusu düştü Mehmet’in içine. Defalarca delirdiğini düşündü. Delirmediğini bilse bile defalarca kıyısından döndüğünü düşünüyordu. Kötü olduğu anlarda kendine günah keçisi olarak Jane’i seçiyor, ona ya küfrediyor ya da bir şeyler fırlatıyordu. Kendini güçsüz hissettiği zamanlarda Jane’in aylardır hiç değişmeyen tavrı ve güçlü duruşu aşırı derecede sinirlerini bozuyordu Mehmet’in. Kurtuluş olarak ölümü bile düşünmeye başlamıştı. Hatta bunu fark eden Jane, gizlice Mehmet’in peşine bir adam takmıştı. Hiçbir şeyin farkında olmayan Mehmet bunu da görmemişti tabi.
Kaç gündür ya da kaç aydır gemide olduğunu bilmiyordu artık. Yine aynı şeylerin yaşanacağını düşündüğü bir güne gözleri açmıştı Mehmet. Her sabah ki gibi tavana bakıyor, tavanda ip asılabilecek bir yer arıyordu aklınca. Hayatında bir şeyi daha yitirmişti. Bir şey eksikti ama bulamıyordu. Odada garip bir durgunluk seziyordu. Odaya şöyle bir göz gezdirdi. Eşyaları çantasına yerleştirilmişti. Sandalyenin üstünde temiz kıyafetler duruyordu. Yavaş yavaş doğruldu. Tam o sırada kapı çaldı ve içeriye Jane girdi.
''Temiz kıyafetlerini bıraktım. Giyindiğinde gemiyi terk edeceğiz. Limana yanaştık.''
Mehmet şimdi durgunluğun sebebini anlıyordu. Gemi durmuştu. Bunu sanki hissetmiş ama adlandıramamıştı. İçini buruk ve kuşkulu bir sevinç kapladı. Onca yıkıma rağmen limanın ayakta durabilmiş olmasına şaşırıyordu. Jane odadan çıktı ve üstünü değiştirmeye başladı Mehmet.
Kudüs’e gelmişlerdi. Burada çok insan vardı New York’un aksine. Her yer toz bulutuydu. Yıkık binalar vardı her tarafta. Tabi bu Kudüs için yeni bir şey değildi. Gemiden indiklerinde şuursuzca gezinen bir kafile geçti yanlarından. Bir bez parçasına bir şeyler yazmış geziniyorlardı. Mehmet ne yazdığını merak etti.
''Ne yazıyordu adamların elinde taşıdıkları bezde, okuyabildin mi?''
''Evet, Mehdi neredesin yazıyordu.''
''Daha çok beklerler. Mehdi gelmiş olsa bile haberi yoktur. O bile bu şuursuz kalabalığın içinde Mehdi’yi bekliyordur. Kendinin Mehdi olduğunu bilse bile bu insanları kurtarmaya tenezzül edeceğini sanmıyorum.''
''Kurtarmama gibi bir hakkı var mıymış ki?''
''Bilmem, kurtarma hakkı varsa bence kurtarmama hakkı da vardır. Yoksa bile bu hali görünce kurtarma isteği falan kalmaz.''
''Bir kahvehaneye gitmemiz lazım. O yüzden şu çantayı tutar mısın?''
Mehmet nedenini anlamasa da çantayı tuttu. Jane çantanın içinden bir baş örtüsü çıkardı ve saçlarını kapattı. Anlaşılan bazı şeyler ne olursa olsun değişmiyordu. Gördüğü manzara karşısında Mezopotamya’ya, Ortadoğu’ya hayranlık duydu. Bu toprakların insanı hala sevmesine ve yaşama hakkı tanımasına çok şaşırmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder