On yedi mart iki bin yedi. Tanıştığımız gündü ama o bunu henüz bilmiyordu. Saçları boynuna dek iniyordu. Siyahtı sonra; sonuna kadar siyahtı. Savruluyordu rüzgarda, bir yandan bir yana. Ya da rüzgarı savuruyordu. Aşık oldum saçlarına. Dokunmak istedim, koklamak istedim, saçlarında uyumayı istedim. Geniş omuzlarından başlayan ve kalçalarına doğru incelen vücudunun altında ezilmeyi istedim. Yok gibiydi sanki kalçaları. Küçüktü. Küçücüklerdi. Bacakları başlıyordu onların bittiği yerde. Hiç bitmeyecekmiş gibilerdi, uzunlardı. Arasına girmek istedim onların. Bacaklarının arasında olduğumu hayal ettim. Aman Allah’ım, ne güzel bir hayaldi bu. Sonra korna çaldı. Hayallerim bir anda dağıldı, ama hayallerimin adamı karşımdaydı hâlâ. Kafamı kaldırdım. Yeşil bir adamın yanıp sönmekte olduğunu gördüm yaslandığım direğin üzerinde. Karşıya geçmem gerekiyordu. Karşıya geçecektim. Yanına. Ya sonra? Adını sorabilir miydim, tanışabilir miydim onunla, o gece yatağına girebilir miydim? Tüm bu soruların cevabını bulmak için öncelikle yürümem gerekiyordu. Eğer yürümezsem kaybedebilirdim onu. Ona dair tüm hayallerimi de peşinden sürüklerdi eğer giderse. Sürüklemesin istedim. Gitmesin istedim. Yanına gideyim istedim. Yürüdüm. Koştum. Oysa ben koşmayı hiç sevmezdim.
Yanındaydım. Nereye gittiğini bilmiyordum, ama gittiği yerin gideceğim yer olacağını iyi biliyordum. Omuzlarına geliyordum neredeyse. Topuklu giydiğimi hayal ettim; yetişiyordum ona. Gerçi belki bunu hiç dert etmeyecekti bile. Hem kısa bir kadın da sayılmazdım, uzun olan oydu. Uzun oluşu hoşuma gitmişti; sonraları daha da hoşuma gideceğini bilmiyordum. Kafama onu yerleştirmiştim çoktan, ama “Merhaba, ben Zeynep.” demek ve onunla tanışmaya çalışmak beni hafif bir kadın gibi gösterebilirdi. Hafif bir kadın gibi görünmemeliydim; baştan kaybederdim. Kaybetmek istemiyordum. Kazanmak da istemiyordum gerçi. Sadece o an onunla olmayı istiyordum ve sonraki an da. Sonraki birçok an. Her an. Bilirsiniz bu hissi. Ya da saçmalıyorum, nereden bileceksin, o ana dek ben bile bilmemişken.
Tilkiler dönüyordu kafamda. Daha fazla dönmesinler istedim. “Bir şeyler yapmalısın kızım.” dedim kendime ve hafifçe hızlanıp önüne geçtim. Önündeyken tökezledim bilerek. Olur da düşer gibi görünürsem arkadan koluma elini atar, beni tutmaya çalışır diye düşündüm. Arkamı döner ve gülümserim, gülümsediğimi görünce gülümser, kolumdan elini hafifçe çeker ve elime doğru uzatır, selam verir ve ismini söyler, sonra da oturur bir kahve içer, konuşur, iyice tanışır ve günün sonunda sevişiriz diye düşündüm. Ama öyle olmadı. Önünde tökezledim ve bana bakmadı bile. Acelesi var gibi de görünmüyordu oysa. Kızarmıştım. Morarmıştım belki. Ama yılmamıştım. Yürümeye devam ettim arkasından. Terliyordum, ne yapacağımı bilemiyordum, sadece yürüyordum. O an bir şey oldu. Olduğu yerde çivilendi sanki. Onunla birlikte ben de çivilendim. Garip bir telaş sardı içimi. “Acaba beni fark etti mi?” diye düşündüm. Düşünürken, birkaç saniye sonra beynimi kemiren bu soruya, içimi ısıtan bir cevap bulacağımı elbette bilmiyordum. Arkasını döndü ve bana bakmaya, baktıkça da gülmeye başladı. Kahkaha atıyordu neredeyse. Önce korktum, ama sonra rahatladım. Gülüşüne, gülüşümle eşlik etmeye başladım. Elini uzattı. Evet, gerçekten eli elimdeydi, bir saniyeliğine de olsa. Ve şöyle dedi, “Hey. Mısır yiyelim mi?”
Cevap veremedim. Cevap veremezdim, tatlı bir heyecan vardı çünkü üzerimde. Heyecanlıyken dilim tutulurdu. Kekelerdim. Gerçi bunun bana yakıştığını birçok insandan duymuştum, ama bilirsiniz, bir şeyi kendinize yakıştıramadığınızda, diğerlerinin ne düşündüğü pek de önemli kalmaz. Başımı öne doğru hafifçe salladım. “Evet.” demekti bu benim dilimde. Belli ki onun dilinde de farklı bir anlama gelmiyordu. Yürümeye başladık sahile doğru. Onunla birlikte yürümek beni fena hâlde mutlu etmişti. Uzunca bir süre de mutlu edecekti. Aksini düşünemezdim, aksini düşünmeyi istemezdim. Ama adımlarımın beni farklı bir hayata götürdüğünü ve o hayatla bir önceki hayatım arasındaki tek ortak noktanın pişmanlıklarım olacağını bilseydim, acaba gider miydim? Gitmezdim. Giderdim. “Keşke” ve “iyi ki” arasında bir fark yoktu çünkü gözümde. Acı ve mutluluk eş anlamlıydı bende. İkisi de kalıcı değildi. İkisi de bir şeyler götürürdü benden. Kalan kişi ben olmazdım, ben olmadığımı bilirdim ve kaybettiğim parçalarımı arardım. Hiç bulamazdım, bulamadıkça da eksilmeye devam ederdim. Ama o an bunun bir önemi yoktu. Bu düşüncelerin, kitaplığımın yanında duran ve sürekli muz kabuğu kokan o aptal çöp kovasından farkı yoktu; ve içindekilerden. Yürüdüm. Kendimi kaybetmek istercesine yürüdüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder