En garip halini takıntı
Sizin hiç ara sıra başarısız olduğunuzda üzüldüğünüz takıntılarınız oldu mu? Benim oldu. Mutluluğu elde etme takıntım var mesela, işin kötüsü devamlı başardığım söylenemez. Elde ettiğimde tutmaya çalışma takıntım var ki bu yüzden başarısızlığımı takıntılarıma attığım çok olmuştur. Bir takıntım da her zaman için güzel ve zeki biriyle beraber olmak. Ne mutlu bana ki bu takıntım hep başarıyla sonuçlanmıştır. Çünkü ben sevdiğim insanı güzel ve zeki görürüm. Size de tavsiye ederim çok güzel bir duygu. Bu arada sizin çevrenizde de mutlaka gerçeği çarpıtmaya çalışıp, sizi üzen, kalbinizi kırmaya çalışan birileri olmuştur. İşte bir takıntım da onlara, çarpıttıkları derecede sağlam vurmak istiyorum onlara. Hayır, hayır şiddete karşıyım, benim amacım sadece onlara ders olmasını istediğim için, yoksa ne uğraşacağım bu insanlarla. Ben bazı şeylerin cevabını ayrıntıda ararım, ama ayrıntılar çoğu zaman gizlidir. Onları bulmak için çabalarım. Çabalarken cevapları unuturum ki kötü bir olaysa unutmak işime gelir, mutlu olurum. Birini istiyorsam eğer, ne yapar ne eder onu elde edemem bazen. Hiç kimse de şaşırmasın, biz istediklerimizi elde edemezsek elde ettiklerimizle yetinmeyi bilen insanlarınız. Haksız mıyım? Tabii hırsımız olacak, sonuna kadar isteme hakkımızı kullanacağız ama bekleme hakkını ve beklerken sıkılma hakkımızı unutmayalım lütfen. Anlaşılmaya da takıntılı bir vaziyetteyim. Yanlış anlaşılmaya demiyorum dikkat ederseniz anlaşılmaya sadece, yanlış anlaşılırsam niye yanlış anlaşıldım, doğru anlaşılırsam hayret nasıl da doğru anladı beni hiç de öyle birine benzemiyordu yanılgısı ve takıntısı peşimi bırakmaz bir türlü. İşte takıntılar zordur hayatta, bazen de zorlar takıntılar. “Bir şey eğer bozuksa üzülme, onu tamir etmeye çalış. Belki eskisinden daha iyi olur, ne dersin?”
Egospu
Aklım Başında!
"sen mi geldin?"
"ben gelmek için seninleyim"
"çok sıkıldım uyuyakalmışım"
"ne yaptın ben yokken?"
"özledim. senin görüşmen nasıl geçti?"
"işi aldım! bak en sevdiğin kurabiyelerden de aldım sana hadi kalk"
"Süpersin sen!" dedikten sonra beklediğim sarılma gecikmedi. kahve kendine getirir şimdi seni deyip mutfağa geçtim. mutfakta kahve hazırlarken içeriden seslendi "ee peki şimdi ne olacak? işi aldın ya hani ondan soruyorum"
"üç hafta içinde senaryoyu teslim etmem gerek" diye bağırdım.
"o bahsettiğin konu olacak değil mi?"
"hayır"
"ne peki?"
"seninle ilk tanıştığımız günü yazacağım"
"nasıl ya, ama ama"
"şişş sen bana bırak"
"peki canım"
kahveleri alıp salona geldim, kurabiye kutusunu açtım ve tabaklara koydum. bilgisayar açıktı, hemen kucağıma çekip yazmaya başladım"
ıslak ve temiz bir gün, yağmurlu olmaz hep. işte ben temiz, ıslak ve temiz bir günde onunla tanıştım. her zamanki bankta oturmuş, uzakları seyredip o aradığım ama kim olduğunu bilmediğim kişiyi beklerken onun uzaktan geldiğini fark ettim. yalnız bir gariplik vardı; giderek yaklaşıyordu! yanıma kadar geldi, heycanlanmıştım aradığım ama bilmediğim kişiye çok benziyordu. o kadar boş bank varken gelip yanıma oturdu! önce sordu ama hakkını yememeliyim; "azcık kayar mısınız beyefendi!"
"tabii ki zevkle"
sıkıntılı gibiydi,dayanamayarak sordum;
"adınız nedir?"
"adımı soracağına sıkıntımı sorsaydın?"
"sıkıntınız nedir?"
"pelin"
"efendim?"
"pelin diyorum ismim pelin"
"ben de teoman memnun oldum"
"olursun tabii genç ve güzel bir kadınla tanışıyorsun"
"şey evet haklısın"
"neyse canım çok sıkkın teoman, anlatacağım kimsem yok"
"bana anlatabilirsin"
"neyi?"
"canının sıkıntısını"
"canım sıkılınca eğlenmek isterim ben"
"peki eğlenelim o zaman ne yapalım pelin?"
"evlenelim!"
"neee"
"şaşırdın değil mi? ama üç gün içinde evleneceğiz biz"
"nasıl ya daha birbirimizi bile tanımıyoruz"
"merak etme tanışırız hadi gel şimdi gidiyoruz"
elimden tuttu ve beni evlerine götürdü. eve girdiğimizde merak içindeydim. o sırada salonda yalnız olmadığımı anladım.
"merhaba teoman"
"ama ismimi nereden biliyorsuz"
"of boş ver teoman, söyle bakalım ne zaman evleniyorsunuz"
"evlenmek mi?"
"evet artık zamanı gelmedi mi?"
şaşkındım. ama şaşkınlığım karşı duvarda gördüğüm fotoğraflarla daha da arttı, ben ve pelinin fotoğrafıydı bu. ama nasıl olurdu?
biraz sonra pelin elinde su ve bir ilaç kutusu ile geldi. ilaç zamanı teoman. düğüne kadar iyileşmen lazım. ne olduğunu anlamadan hapı yutmuştum bile. hapı içtikten sonra aklım başıma gelmişti. o kaza günü, hafızamı kaybetmem, evlenmeden hemen önce olanlar. hepsi aklımdaydı.aslında biz pelinle tanışıyorduk. ama o kaza hafızamı alıp götürmüştü. şimdi raylar trene uymuştu işte..hafızam yerine gelip, her gün ilk defa tanışıyordum pelinle, sanki yeniden aşık olurmuş gibi.. iyileşip üç gün sonra evlendikten sonra bile. bu arada pelin'in sesisiyle irkilip yazıma ara verdim;
"korobiyeler çook gozol ya, bitti mı yazduklorun okosono?"
Sokakta Yürürken Kulaklıkla Müzik Dinleyen İnsan
bu insanlardan biri de benim. mutfağa su içmeye gitsem takarım kulaklığımı. (konuşurken abartma huyum vardır bi de.)
tehlikelidir aslında. müziğin sesi çok yüksekse arabaların kornaları, acı frenler, sürücülerin küfürleri, polisin dur ihtarı gibi hayati bazı şeyleri duyamadığınızdan dolayı bir anda dinlemekte olduğunuz şarkı son şarkınız olabilir. o yüzden yürürken arada sırada kafayı baykuş gibi çevirip etrafınızı kolaçan etmeniz gerekir.
mesela, ben bir kere kulağımda kulaklıkla yürürken dengesiz bir köpek topuğuma saldırdı. ben tabii topuğumun çekiştiriliyor olması hasebiyle arkama döndüğümde durumu anladım. o anda öyle bi ruh hali oldu ki, yolda biriyle karşılaştığın zaman müziği aceleyle kapamaya çalışırsın ya konuşabilesin diye, ben de müziği kapamaya çalıştım köpek altta hırr, gırr, bi takım hareketler yaparken. sanki "hoşt" desem köpek bana cevap vericek ben de müzikten duyamıycam dediğini, ayıp olucak. ayağı mayağı sallarken bi yandan, neyse, kapadım müziği, otoriter bi sesle "hoşt" dedim köpeğe. köpek kaldırdı başını "hoşt mu?" dedi. "evet" dedim. "sana hoşt esas" dedi. ben bi sinirlendim, yapıştım köpeğin topuğuna. nasıl ısırıyorum! sonra köpeğin arkadaşları geldi, ayırdılar bizi. bu da böyle bi anımdır. yani, işte, köpeğe de dedim, müziği çok açmamak lazım yürürken. zaten kulaklara da zararlı. ama oyalıyor tabii insanı müzik. ben mesela su içmeye mutfağa gitmeden önce playlist hazırlıyorum.
Çürük Yumurta
Bir Rüzgar Eser, Bir İnsan Gider
Ölmek istemiştim, tüm derdim buydu.
Eylül Ayıydı Ve Sakalar Ölüyordu
Masasına geçti. Elindeki çantayı önüne koyduktan sonra kısa bir süre önündeki kâğıtlara göz gezdirdi; ilgisini çekmemiş olacaklar ki çok geçmeden bize yöneldi. Hiç üşenmeden herkesle kısa sürelerle de olsa göz teması kurdu. Ve sonra konuştu. Onu görmeliydiniz, bir şeytanı andıran sözcükleriyle önce bize cenneti gösterip, sonra cehennemin sıcağının ortasına bıraktı. Yandık. Her birimiz yandık, kendimizden uzaklaştık, ruhumuz zedelendi, parçalandık. Ama geçti. İnsan doğasından bahsetmiştim size, acılara bağışıklık kazanma konusunda üzerimize yoktur.
Geciktim. “Annem” dedi ve saatine baktı, “yaklaşık otuz dakika önce öldü. Bir trafik kazası geçirmiş. O yaştaki bir kadının trafiğe çıkması başlı başına bir hataydı zaten.”
Elimi kaldırdım, ne cesaret ama. Gördü, ne hız ama. Gözleriyle işaret verdi, sevgi dolu ama tehlikeli bir bakışla. Bu muhtemelen “Seni dinliyorum küçüğüm ama saçmalayacak olursan amına koyarım.” deme şekliydi. “Efendim” dedim, “çok üzüldüm.”
Gülümsedi. “Sen” dedi, “karşılaştığım, yalan söyleme konusunda en başarısız kızsın. Ben bile üzülmedim.”
Ne diyordu? Afalladım. Yerime oturdum. Böylesine bir insan, nasıl olur da bu kadar hissiz, düzeltiyorum, gaddarca hislere sahip biri olabilirdi? Şaşkınlığım da kısa sürdü, insan doğasından falan bahsetmeyeceğim şimdi sizlere. Sustum. Bir şey söyleyemedim. Sırtımı yaslayıp küçük bir çocuk gibi dudaklarımı büzdüm ders boyunca. Dersin bitiminde beni yanına çağırdı. Başıma gelecekleri az çok kestirebiliyordum. Her hocanın mutlaka garez beslediği bir öğrencisi olur ve sanırım o bendim. Hayır, değildim. Beni etkileyici bulduğunu söyleyip ayakta dikildiğimiz dakikalar boyunca dudaklarımın güzelliğinden ve dolgunluğundan bahsedip durdu. Ağzımı sikmek istediğini söyledi. İstediğini ona verdim. Daha doğrusu veriyordum ki telefonum çaldı, annemin öldüğünü o esnada öğrendim, bir düşünün. Şaşkındım, korkuyordum, titriyordum ve neredeyse ağlıyordum; karmaşık hislere sahip bir kadına her şeyi yaptırabilirsiniz. Acımadı. Saçlarımı tutup kafamı kasıklarına doğru yasladı. İlk aşkım işte böyle başladı.
Albert O Gece Ölmek İstedi
Tebrikler, Nur Topu Gibi Bir Hayaliniz Oldu.
Paralı adamlar.
Vaatleri vardı, güzel sözleri ve etkileyici yüzleri vardı.
Bizi yanlarına çekip onlar gibi olmamızı istediler.
Olduk.
Kandık.
Bu işlerine geldi.
Bir çocuk da çıkıp söylemedi ki,
Bir deli ya da bir düşünce suçlusu;
“Bankalar dünyanın en gereksiz kurumlarıdır.”
Paralandık.
Paralandık.
Ama ben, neyse ki şanslıyım kardeşim ve akıllandım.
Şimdi seni kurtarmalıyım.
Hayır, diğerleri gibi değil.
Sadece benim görebildiğim bir tanrıdan emirler alıp,
Onun gücüyle denizleri ikiye yarıp,
Gökleri birbirinden ayırarak değil.
Hırslanmadan, kin gütmeden, zorlamadan ve savaşmadan,
Sıradan biri gibi,
Sana sadece sevgi vaat ederek
Şimdi seni sıradanlığa çağırıyorum.
Sesime kulak ver ve gel.
Gel kardeşim, burada yeterince fazlayız.
Kıçımızın rahat görmesi değil çünkü derdimiz,
Lüks bir restoranda akşam yemeği yemek,
Güzel bir yatla dünya turuna çıkmak
Ya da kiralık bir kadınla hızlı bir gece geçirmek değil.
Hayatımızda o takım elbiselere ve şu parlak kravatlara yer yok.
Satın alınmış bir hayat bize fazla çünkü,
Geçici mutluluklar bize fazla, çok fazla.
Biz o kadar olmadık daha, bunu diğerlerine bırak ve gel.
Gel kardeşim, burada yeterince güçlüyüz.
Gel ve sabahtan akşama kadar müzik yapalım,
Karnımız acıktığında balığa çıkalım,
Dağlarda gezelim,
Kendi denizlerimizi kirletelim
Ve kendi kadınlarımızı.
Kimseye hesap vermeyip, kimseden de hesap sormayalım.
Kötü arabalarımız olsun,
Kırık dökük bir evimiz
Ve en az bizim kadar çatlak ahbaplarımız.
Ayaklarımızın götürdüğü her yer vatanımız olsun
Ama gidelim.
Sıyrıl şuradan ve gel.
Gel kardeşim, burada yeterince mutluyuz.
Yarınından korkarak bugününü yaşayamazsın.
Kandırıyorlar seni. Kendini kandırıyorsun.
Buna izin vermeyeceğim,
Kaybolmana göz yummayacağım.
Çünkü hayallerini bırakmak için fazla gençsin kaptan
Ve bu gemiyi batırmana müsade yok!
Sadece aldığın her nefesin,
Yeni bir umut olduğunu görmeye ihtiyacın var.
Ve ben sana göstereceğim.
Bunun için dudaklarını patlatmam,
Kollarını bağlayıp o kağıt parçalarını gözünün önünde yakmam
Ya da kafanın içini baştan sona yıkamam gerekse bile
Bunu yapacağım.
Çünkü
Daha sikeceğimiz kadınlarımız var,
Öpeceğimiz sevgililerimiz
Yıkacağımız tabularımız var.
Ve en önemlisi sıkıldığımızda siktirip gidebileceğimiz,
Sonuna kadar bizim olan bir hayatımız.
Gel.
Gel kardeşim, çünkü yalan söyledim;
Neredeyse bitiyoruz!
Dereağzı'nda Bıraktım En Mutlu Zamanlarımı.
Her zaman güçlü ve inatçı bir çocuk olduğumu söylerdin. Öyleydim, ama bu kirliliği kaldıracak kadar güçlü bir adam olamadım hiçbir zaman. Adam olmayı bile kaldıramadım ki. Arada kaldım, kısıldım, sıkıştım, nefes alamıyorum baba, ölüyorum. Tekrar sokaklara dönmek, koşmak, düşmek, tenimi kirletmek istiyorum. Artık tenimi kirleten her bir çamur izinin, masum ruhuma yeni bir günahın bulaşmasını engellediğini öğrendim. Niye bu kadar geç baba, neden oğlunu hiç uyarmadın? Oysa ben senin her istediğini yaptım, sense hayatın boyunca beni kandırdın.
Hatırlıyor musun, plastik bir top almıştın bana. Onu ayağıma aldığım her anda kendimi bir futbolcu sanacak kadar hayalperest bir yaratıktım. Böyle birinin üzerine o çubuklu formayı hiç geçirmemeliydin baba. Beni o stada hiç götürmemeliydin. Dünyanın en mükemmel locası olan omuzlarında bana maçları seyrettirmemeliydin. Gülmemeliydik baba, Okocha bizi hiç ağlatmamalıydı. Elimizi süremediğimiz bir teneke en büyük amacımız olmamalıydı. Ama oldu ve şimdi sen yoksun. Ben varım, senin yerine de ağlıyorum, bir başıma ağlıyorum… Ama neyse ki Galatasaray var. O olmasaydı Fenerbahçe’yi bu kadar sevebilir miydim? Fenerbahçe’yi bu kadar sevmeseydim, her ağladığımda aklıma düşebilir miydin? Soru sormak bazen ne kadar güzel baba. Bir damla düşürüyor gözden, yavaşça.
Bilmiyorum baba. Hiçbirini bilmiyorum. Sadece yanına gelmek istiyorum ama bileklerime kıyamıyorum. Şayet gelemeyecek olursam, anneme benim yerime söyler misin insan olmaktan bu kadar sıkıldığımı? Hatta bir de rica etsen, beni yeniden doğurabilir mi?
Mutluluk Ölümcül Bir İşkence Metodudur
Korkuyorum Doktor El Ver Bana
Freud Yaşarken
Yokluğa Serenat
serbest müstezat
ben şule-i çeşman-i hayalinle bidarım.
ben ne müteellim ü mükedder,
ne aciz,
bimar-i nigar, bende-i aşkım.
(turkcesi:
sen gozyasi ve huzun gecesinde uykudasin
ben senin hayalinin gozlerindeki isikla uyanigim.
ben ne uzgun ve kederli
ne aciz
sevgilinin hastasi, askin kolesiyim)
(lisedeyken yazmistim, bi kiz mevzusu vardi da. bi bok anlamadi tabii siirden)
(uzun surmedi yani kiz meselesi dedigim)
(aruz vezniyle ha, cakma mustezat degil)
Düttürü Leyla
Ben Çeyrek, Biz Yarım, Allah Büyük
Diğerinde İndirim Yaparız
Zamanda Kolculuk (2)
Zamanda Kolculuk (1)
Kırmızı Kuyruklu Yalanlar
Pedro, koridora açılan kapısını sertçe çekip, hızlı adımlarla mutfağa doğru yöneldi. Sert bir votka, ucuz bir Arnavut şarabı ya da likörlü bir keke ihtiyaç duyduğunun farkındaydı ama mandalinalı sodayla yetinmek zorunda kaldı. Düşünceliydi. Ne zaman düşüncelere dalsa, kendini garip çıkmazların içinde bulurdu. Çıkmazlarına kaynaklık eden anlamsız korkuları, korkularının içinde minik kaçışları, o kaçışlarındaysa büyük heyecanları vardı. Bu heyecanların onu hayata bağlandığından haberdar değildi, ama böyle anlarda mutlu olduğunu fark edebilecek kadar algıları yerindeydi, henüz. O, sorulardan hiçbir zaman çekinmemiş, cevaplardansa aynı ölçüde kaçınmış, kendi içinde gülünç ve bir o kadar da trajik karmaşalar barındıran; çevresine karşı hayatı, bir oyun konsolu başından yönetilirmiş gibi bir izlenim uyandıran, ama tüm bunlara karşın kendisini özensizce kodlanmış demode bir bilgisayar yazılımı olarak görür ve bununla yetinmeyerek kendisi dışında kalan her şeye de ki buna tanrı dahil, bu sıradanlık etiketini yapıştırmaya çekinmezdi. Aslına bakarsanız hiçbir konuda çekinmezdi, çünkü çekinebilecek kadar sorguladığı hiç olmamıştı; o sadece düşünür, düşünmeyi düşünmekten her zaman kaçardı, çünkü düşmekten korkardı. Haklı sebepleri vardı. Eğer bir kez düşerse bir daha kalkamayacağını, eğer bir daha kalkarsa da her seferinde bir öncekinden daha iyi düşmeye çabalayacağını –istemsiz de olsa, iyi biliyordu. Midesi guruldayarak mutfaktan ayrıldı. Koridorda odasına doğru yürürken ani bir karar aldı; salona geçti. Gördüğü manzara şaşırtıcıydı ama şu ana kadar anlattığım kısımdan anlayacağınız gibi, şaşırmak Pedro için olası duygulardan değildi. Annesi bir duvar süsü gibiydi ki nitekim duvarın hemen yanındaydı. Arkasında duran ve durmakla yetinmeyip kalçalarını okşayan ve bununla da yetinmeyip onun içine temposunu bir an olsun bile bozmadan giren –ki buna Pedro ile göz göze geldiği an dahil, Almado işini bitirdikten sonra Pedro’nun omuzuna dostane bir tavırla dokunup, hiç duraksamadan şunları söyledi: “Çocukluğundasın. Hani olmaz da, varsayalım ki rüyanda bir kadın gördün. O güne dek gördüğün hiçbirine benzemiyor. En güzeli. En farklısı. Kısacası seni tahrik etti ve o an, hayatının geri kalanında onu bekleme kararı aldın. Ama kamışına su yürüdü, bıyıkların terledi ve hatta saçına ilk beyaz düştü. O gelmedi. Böyle bir durumda ne yapardın?”
“Cinsiyet değiştirirdim.”
Umudunu Kaybetme, Bulamayabilirim.
Yar mısın Varışa?
-Nereye?
-E mutluluğa.
-Mutluluk nerede?
-İleride bir yerlerde olması lazım.
-İleride olduğunu nereden biliyorsun?
-Çünkü biz duruyorduk, biz dururken mutluluk geçmiş olmalı.
-Biz durunca bizi bekliyor olamaz mı?
-Bunu hiç düşünmemiştim.
-Belki de buralarda bir bir yerlerde.
-Aaa evet olabilir.
-Hadi onu çağıralım.
-Tamam da nasıl yapacağız bunu?
-Güzel şeyler düşüneceğiz.
-Tamam, önce sen.
-Hayır birlikte.
-Mesela seninle bir gün çok mutlu olmuştum şimdi o anı çağırsak gelir mi?
-Bilmem deneyelim o dediğin gün ne yapmıştık.
-Şeyy.
-Heyy dur dur başka ne yapmıştık.Film?
-Evet, çok güzeldi.
-Sonra?
-Sonra..Aaa elimi tutup gözlerime bakarak öylece durmuştun, sonra romantik bir şeyler söyleyeceksin diye beklerken susadım demiştin.
-Evet hatırladım. Ama o gün sadece ikimiz ve sevdiğimiz şeyler vardı. Evet bizi mutlu eden şeyler aslında bizim elimizde olup istediğimiz şekilde yaptığımız şeyler.
-Evet zorlama ve sırf yapmak için yapmak için yaptığımız şeylerden mutlu olmuyoruz, belki mutlu olmuş gibi davranıp kendimizi kandırıyoruz.
-O zaman koşmadan durup düşünerek de mutlu olabiliriz.
-Evet, sadece düşünerek değil içinden geleni de yaparak.
-E o zaman duralım.
-Hayır, biz duracağız ama koşacak bir şeyler olacak, mesela duygularımız.
-Benim duygularım senin duygularını geçer!
-Yar mısın varışa.
-Yarım!
-İlerideki mutluluk düşüncesine kadar!Koş!
Kıymetsiz Hikayeler 10
17:29
Beklenen anın, beklenen karşılığı vermesi; kabulleniş.
Kırgınlık değil, mutluluğun burkulması gibi; biraz acı ve biraz zaman, eski hale dönüşün reçetesi.
Hüzün; sonuçtan mütevellit değil, üzülene üzülmenin ismi.
Diğerkâmlık denir yaptığına, her şeye rağmen ötekini -ötekileştirmeden- düşünmek.
Düşünmek; uykunun kaçması ve geri gelmesi, kelimelerin anlamlarının sarmaşıklaşması.
D u r g u n l u k
Zihnin uyuşmas
İyi uykular... beyefendi... uyanın artık... lütfen.
Klavyemin Tuşlarına Kazıdım Yalnızlığımı
Seni öldürmeliyim, çünkü canımı sıkıyorsun.
Abarttığımı sanma sakın, yok öyle bir dünya.
Zaten dünya diye bir şey yok;
Nereden mi biliyorum? Uzaylılar söyledi.
Ama orasını hiç mi hiç karıştırma.
Neden mi? Çünkü uzay diye bir şey de yok.
Hepimiz kamışına su yürümemiş bir veledin,
Masum hayallerini izleyen kirlenmiş insanlarız.
Ama oradan bakma, çünkü insanlık diye bir şey de yok.
Nereden mi biliyorum? Artan insan nüfusundan.
Ne diyeceğim bak dinle.
Şey, şey, şey işte, şey diye bir şey de yok.
Zaten Ömer Hayyam da hiç doğmadı.
Kısa keselim çocuk.
Seni öldürmeliyim, çünkü canımı yakıyorsun.
Nefes alışın bile batıyor bana.
Hele o yandan bakışın yok mu?
Biraz süzer, biraz keser gibi,
Biraz iş atar, biraz “ben sana bakmam güzelim” der gibi,
Biraz sevecek ve müşfik, biraz da cellat gibi.
Ama en çok neyini seviyorum biliyor musun,
Boynuma ip geçirirken sana kendimi teslim edişimi.
Ama yine oradan bakma, neden mi?
Çünkü ip diye bir şey yok, Stockholm’de aşklar da hep yalan.
Hep dolan.
Hep Ayhan Işık yüzünden bunlar. Biliyorsun.
Tersten, denemeler.
Parodiyi korkuya, gerçeği şakaya tercih ettik. Öldük, dirildik. Ölmedik, en öldüğümüz zamanlardı. Sabah uyanmazdık, perdeler açılmazdı. Perdeler açıldığında, ışıklar kapanırdı. Işıklar kapandığında, ölmek için haklı sebeplerimiz vardı. Ve biz öldüğümüzde, en baştan başlardık.
Sanırım o gece yanıma uğramasının sebebi de buydu. Hakim renk griydi, sokaklar sessizdi, arabalar hareket etmezdi, öylece durur ve bizi izlerdi. Trafik lambaları yeşil yakmayı bırakmış, sadece sarı rengin önderliğinde bir yanıp bir sönerken, çocukluk günlerimde takıldığım bir sokağa benzemeyen yolun en başında sen belirirdin. Parmaklıklar yoktu, kapalılık yoktu, simit satan biri veya otobüs durağı yoktu. Güneş vardı ve yok olmuştu. Sen içeri girdiğinde pencereden içeri sızan rüzgar, suratımı yalayarak sana doğru yaklaştı, sana dokunmadı, dokunmasın istedim ve çıktı. Sen onu fark etmedin, sen beni fark etmedin, ya da gözlerimi. aylar önce bir köprüden aşağıda sana bakan -ya da- ölü bir kuzguna.
Sabah olmuştu, karanlığın önemi kalmamıştı. O gitmişti. Hep giderlerdi. Yükseklerde uçan bir kuzgun hiç gelmemişti, ya da kanalizasyonda yaşayan bir fare. Sen onların yerine de gelmiş, sonra da git-miş-tin. "Bilmiyorum." derdim böyle zamanlarda. Bildiğimi bilmek zorunda olmayan insanlara ders verir gibi, kendimle dalga geçer gibi, öğrenmemiş gibi. Günlerden pazartesi olduğu veya saatin sıfır dokuz on altı olduğunu bilmiyordum. Güneşin tekrar kendini göstereli iki saat otuz altı dakika olmuştu ve ben bunu bilmiyordum. İki blok ötede, bazı sabahlar otobüste gördüğüm ve bunu bilmediğim adam, dokuz on beşi görememişti ve bunu bilmiyordum.
Evden çıktım. Hava almam gerekirdi, insan fizyolojisi bunu emrederdi, üşüdüğümde örtünmemi, terlediğimde soyunmamı, sevişirken soyunmamı, öpüşürken utanmamı. Fizyoloji yalan söyleyemezdi, kızarırdı. Gözlerim kızarırdı, sen kızardın. "Uyu biraz." derdin, Balıklar ölmeli ve kuşlar yüzmeli diye geçirirdim içimden. Uyku zordu, deneyim isterdi, iyi sevişmek deneyim isterdi. Biz iyi sevişirdik.
İki sene boyunca, haftada üç kere seviştik. Bazen dört. Genelde beş. Sonra uyurduk, o zaman uyku kolaydı, huzur isterdi. Biz onu bulur ve saklardık. Akşama kadar o huzuru sağa sola harcardık. Üç kutu nefrete bir tutam huzur, iki şişe kine üç gram huzur.
Huzur bitti.
--
Çocuklardan nefret etmek için haklı sebeplerim var.
Bir soruyla başlamak istiyorum: bir şeyi/kişiyi neden severiz?
İyi özellikleri olduğu için, bize mutluluk yahut fayda sağladığı için değil mi? Bir insanı sevmemizdeki temel etken budur. Annemizi severiz çünkü bize iyi davranır, yemeğimizi verir; babamızı severiz çünkü dünyanın en muhteşem kahramanı odur. Bu söylediklerim küçüklükten beri gelen izlenimlerdi elbette; zaman geçtikçe sevgi rasyonelleşiyor, rasyonelleşemezse de zaten yok oluyor pek çok noktada. Peki çocukları neden seviyoruz? Benim sorunum bunla; çocukları sadece şirin oldukları için, tatlı ve şaşkın tavırları oldukları için seviyoruz ve bu sevgi tamamen üsluba-görünüme indirgenmiş bir iyiliğin karşılığı. Ancak çocuklar gerçekten sevilmeyi hak edecek kadar iyi mi? Böyle olduğu için onları sevmenin bir kadını sadece çok güzel olduğu için, bir adamı çok yakışıklı olduğu için, bir pastayı çok iyi göründüğü için sevmekten bir farkı var mı? Bence yok.
"Peki neden yok Savaş?"
Birkaç argümanla anlatayım, ilk bahsedeceğim şey çocukların fazlasıyla benmerkezli olduklarıdır. Evet; çocuklar hayatın, evrenin ve her şeyin merkezine kendilerini koymaktadırlar. Gerek kendi küçüklüğümden, gerek son birkaç yılda gördüğüm onlarca çocuktan hareketle çok rahat söyleyebilirim ve muhtemelen siz de desteklersiniz ki çocuklarda sıkça görülen bir şeydir bu söyleyeceğim olay, ne mi? Olay şundan ibarettir: çocuk bir yere götürülür, misafirlik ya da onun gibi bir şeye. İşbu götürülmüş çocuk, gittiği yerde güzel bir şey görür ve ışık hızında sahiplenir. Birileri ondan işbu nesneyi geri almaya kalkıştığında çocuk karşı koyar ve "ben-nim." der, açıkça sahiplenir.
Bu durum bir yanda, anne-babasının ilgisinin bölünmesinden dolayı kardeşlerine zarar veren ve psikolojisi bozulan çocuklar da hiç küçük bir azınlık değildir. İlginin devamlı bir şekilde kendi üstünde kalmasını isteyen egoist bir varlıktır çocuk.
Diğer bir durumsa çocukların çıkarcı olmasıdır. Bu durumu örnekleyen elbette çok fazla veri var, ancak başımdan geçen son olayı anlatacağım. Benim bir sürü kuzenim var, bunlardan birinin ailesini ziyarete gittiğimde çocuk "Savaş abim gelmiş, Savaş abim gelmiiş." nidalarıyla evi heyecana boğdu, lakin elimde ona alınmış bir hediye görmemesiyle neşesi son buldu. Aynı evden çıkarken ailesiyle vedalaştıktan sonra bu çocukla da vedalaşırken bana hiç yüz vermedi, "iyi o zaman ben de bir sonraki gelişimde çikolata getirmem." diyince hemen arkasını döndü ve bana sarıldı. İşte bu durum, çocukların her durumda çıkarlarını düşünen, pragmatizmin ete kemiğe bürünmüş halleri olduğunun bir kanıtıdır. Bu da neden çocukları sevmememizin gerektiği hakkındaki ikinci argümanım.
Üçüncü ve son olansa; çocuklarda sıkça gözlemlediğim, üzülerek belirtiyorum benim de başıma çocukken çok fazla gelmiş bir durum: mobbing. Evet, çocukların birbirlerine yaptığı ayrımcılık ve zulümden bahsedeceğim dostlarım, çocuklar zalimdir. Pek çok çocuğun yaptığı bir şey olan bu şey, pek çok çocuğun bir çocuğa farklı bir özelliği yüzünden yüklenmesi, onla dalga geçmesi, sataşması ve hatta fiziksel olarak saldırması şeklinde görülür. Üstelik çocukların yaptığı bu ayrımcılık pek çok farklı sebepten olabilir; çocukken hangi unsurlar yüzünden bu olaya maruz kaldığımı söylemem, argümanımın gidişatı açısından olumlu olacaktır, saymam gerekirse daha önce çocukken şişman olduğum için, galatasaraylı bir arkadaş çevresinin içinde fenerbahçeli olduğum için, esmer olduğum için, mahalle okulunda "ailesi bankacı" bir "zengin piçi" olduğum için bu tarz dışlamalara uğradım. Daha da kötüsü, küçükken hatırlıyorum ben de birtakım çocuklara efemine oldukları için yapılan baskılara ortak olmuştum. Çocuklar bu tarz şeyleri çok fazla yapıyor ve linç onlar için aşırı derecede normal bir şey, ve bu durum da onların sevilmeyi pek de hak etmeyen varlıklar oldukları konusunda vereceğim son argümanım.
"Peki ne yapalım abi, öldürelim mi çocukları?"
Ya ne alakası var ben öyle bir şey mi dedim? Sadece iki şey söyleyeceğim, birincisi üstte saydığım sebeplerden dolayı iddia ediyorum ki çocuklar öyle sevilesi şeyler değildir. İkincisiyse onların bu yaptığı şeyleri "çocukluklarına verip" hoş görmek yerine bunların hayvanlıktan farksız olduğunu bir şekilde onlara anlatmamız, anlatılması; yani bir sonraki neslin "daha az" ruh hastası yetişmesi. Başka da temennim yok.
Buraya kadar okuduysanız teşekkür eder, iyi günler dilerim.
Savaş.
Kıymetsiz Hikayeler 9
Gülümsedi. Ellerini kalçalarıma sürterek yaptı bunu ve ona karşı çıkmadım. Son kez, belki de hiç olmadığı kadar şehvet ve aynı zamanda şefkat dolu dokunuşuna ihtiyacım vardı, çünkü hep bu anı hatırlayacaktım; ilk tanıştığımız günü, eğlenceli, kederli ya da aykırı zamanlarımızı değil, hiç olmadığı kadar sıradan bir şekilde onu terk etme kararı aldığım bu anda, sanki birkaç saat kafamı dinledikten sonra eve gelecekmişim gibi bana veda edişini. Bu yönünü seviyordum. Farklıydı. Nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama karşılıklı oturmuş rakı içerken, arkadan ya da yakından, herhangi bir yerden ama içten bir takım müzikler işlerken içimize, ayağımı masanın üzerine bir çocuğun edasıyla atardım ve hiçbir şey demezdi. Tepkisizliğinde bile bir tür sevecenlik yatardı, onu tanısaydınız bunu fark ederdiniz, ama onu tanıyan birinden bunları dinlemenin sizin için nasıl zırvalıklar olduğunu az çok tahmin edebiliyorum. Bu yüzden, lütfen bağışlayın beni; üzerinden onlarca erkek geçti ama hâlâ kendime hakim olamıyorum onu anlatırken. Nasıl desem. Demesem. Tahmin etseniz. Gerçek bir aşkı ve onu anlatırken yaşadığım hüzün dolu huzuru. Rahatlığı. Bulutları ve sessiz bir kargayı. Sessizliğin çığlığını. Tahmin etseniz ya, ne güzel olurdu.
Randevu
Yine aynı yere döndüm.
Suratlar görüyorum.
Yaşayabildiğim başka bir yer yokmuş gibi, uyandığım yer nedense hep burası.
Sallanıyorum.
Sallandıkça midem bulanıyor. Gördüğüm suratlar gülümsüyor. Gülüyorlar bana. Kahkaha atanlar da oluyor. Midem daha çok bulandıkça onlar daha çok gülüyor. Kusamıyorum bile.
Takırdayan eklemlerimin sesinden rahatsız oluyorum. Sallandıkça takırdıyor eklemlerim. Bunun neşeli bir durum olduğunu kabul edebilirim. Sürekli gülen yüz ifademe bakınca benim de buna oldukça neşelendiğimi söyleyebilirler. Neşeliyim. Ama bunun sebebi takırdayan eklemlerim değil.
Bir ritm tutturabildiğinde eklemlerim, beni neşelendirdiği de oluyor ama sonsuz neşemin asıl sebebi bu değil yine de. Sürekli gülen bir yüz ifadem var. Neşeli oluşumun sebebi sadece bu.
Boyalı yanaklarım var. İki elma gibi. İki domates gibi. Çok yaramaz çocuğun baba dizindeki poposu gibi. Öpüşen palyaçoların burunları gibi. Yanyana batan iki güneş gibi. Neşeli yanaklarım var. Neşeli görünen utangaç yanaklarım.
Baktığım suratların hiçbiri benimki gibi değil. Hiçbiri dememeliyim aslında. Bazen buruşuk bir surat görüyorum. Buruşuk ama boyalı bir surat. Tıpkı benim saçlarım gibi, onunkiler de kafasına yapıştırıcı ile yapıştırılmış da her an düşecekmiş gibi duruyor. O da hep gülümsüyor. Benim gibi. Hep gülmek istemiş de, gülememiş, gülmek için bu zamanları beklemiş gibi gülüyor. Onu gördükçe neşeleniyorum. Gülen yüz ifademi daha çok güldürmek istiyorum, yapamıyorum.
Suratlar uzaklaşıyor. Bir perde kapanıyor iki yandan. Kırmızı bir perde. Yine aynı yere dönüyorum. İplerime doluyorlar beni. Bir kancaya asıyorlar. Dinlenemeden uyuyorum. Sanki uyumuyorum, ölüyorum.
- 2. BÖLÜM -
Uyanıyorum.
Yine aynı yere dönüyorum.
Salonda her zamanki yerimi alırken bu defa daha da zorlanıyorum. Erkenden gelen seyircilerin bacakları ile koltukların arasındaki mesafe beni gün geçtikçe daha çok sıkıştırıyor. Yerime ulaşmak ızdırap veriyor. Sallana sallana ilerliyorum. Sallandıkça takırdıyor eklemlerim ve midem bulanıyor. Bunun neşeli bir durum olmadığını kabul edebilirim. Ama neşeliyim yine de. Sürekli gülen bir yüz ifadem var. Neşeli oluşumun bir sebebi yok. Beni neşelendiren de bu.
Boyalı yanaklarım var. Çürümeye yüz tutmuş yanyana iki erik gibiler. Anca o kadar kırmızılar. Ama ben neşeliyim. Bu yüzden neşeli görünüyor yanaklarım da. Artık gençlik heyecanlarından kızarmayan neşeli yanaklarım.
Baktığım suratların hiçbiri benimki gibi değil. Hiçbiri dememeliyim aslında. Bir tanesi tıpkı benim gibi. Benim gibi boyalı.
Perdeler açılıyor. Sallanmaya başlıyor yine. Onu gördükçe neşeleniyorum. Her gördüğümde daha neşeli geliyor bana. Bazen göz göze geliyoruz. O tahta kafaya oyulmuş gözlerin içine bakıyorum. Gülen yüz ifademi daha çok güldürüyorum. Onu daha çok neşelendirir, daha çok gülümsetirim diye umuyorum. Yapamıyorum.
Perdeler kapanıyor. Usulca kalkıyorum. Yine aynı yere dönüyorum. Bu gece böyle yatmak istiyorum. Beni bulduklarında gülümsemek istiyorum. Sanki uyumuyorum, ölüyorum.
- SON BÖLÜM -
Uyanıyorum.
Yine aynı yere dönüyorum.
Sallanıyorum.
Takırdıyorum.
Suratlar görüyorum. Gülümsüyorlar. Baktığım suratların hiçbiri benimki gibi değil. Hiçbiri benim gibi gülümsemiyor.
Perdeler kapanıyor. Yine aynı yere dönüyorum.
- PG