Zamanda Kolculuk (1)

Önümde duran kâğıttaki isimler arttıkça, sabrımda doğal bir azalma oluyordu; ama böylesi durumlarla karşılaştığımda ne yapmam gerektiğini, bu sinir bozucu ama bir o kadar da umut dolu işe başlamadan önce kendime anlatmıştım; şarj olmalıydım. Güzel hatıralarımı düşünerek, hayal kurarak ya da bu cenabetliği nasıl yaptıklarını öğrenip tıpkı onlar gibi zamana hükmetme olayını kavrayarak. Zor görünmüyordu. Kolay mı? Hiç değildi. Düşünmem gerekiyordu. Odaklanmam ve odaklandığım şeye inanmam. İsimlere. Mahallelere. Sayılara. İhtimallere. Çözmemi sağlayacak şey her neyse, ona. En küçük detayı bile gözden kaçırmamam gerektiğini biliyordum. Kendime bir bardak su koydum ve bir kısmını içip, kalanını kafamdan aşağı boca ettikten sonra çalışmama kaldığım yerden devam ettim.

Ahmet K. Bu eleman baş şüphelimdi. Yılda bir bilemediniz iki kez ganyandan büyük para kaldırıyordu. Ayda da iki veya üç kez de sadece atlara oynayarak yüksek rütbeli bir devlet memurunun maaşı kadar kazanabiliyordu. İşte bir bit yeniği olduğunu fark etmemek için ahmak olmak gerekirdi ve onun mahallesinde herkes birer ahmaktı. Ona “altılı canavarı” diyorlar, ama hilekâr olduğunu göremiyorlardı. Onlara göstermek gibi bir niyetim olmadığından da aracıları kullanmak yerine direkt olarak kendisiyle, o sözde canavarla görüşmek istedim. Tıpkı bir meslek gibi, sabah dokuzdan girdiği ve en az hava kararana kadar kaldığı kıraathane minvalindeki ganyan bayiine girdim. Nasıl biri olduğunu az çok duymuştum; özensiz bir adamdı ve karakteristik bir görünümü vardı. Beline kadar uzanan taranmamış ve nispeten beyazlamış saçları, güldüğünde “ben buradayım” dercesine bağıran sarımtırak dişleri ve düşmüş omuzlarına karşın “ben buradaki en kaliteli dölüm” alt mesajı veren bakışları. Ahmet K.’dı bu. Masada ondan başkası yoktu. Önünde bir spor gazetesi, spor gazetesinin hemen yanında da renksiz bir altılı dergisi vardı. Yanına doğru seğirttim. Beni gördü.

“Nasıl beceriyorsun bunu.”

Güldü. Hayır, sırıttı. Pis bir şekilde, beni aşağılarcasına yaptı bunu. Ama etkilenmedim; bu tip ufak numaralara karşı kendimi korumayı uzun zaman önce öğrenmiştim. Beni davet etmeyeceğini bildiğimden yanındaki sandalyeyi çekip oturdum. “Her bulduğun masaya konar mısın sen böyle?” diye sordu. Başımı salladım. Evet ya da hayır anlamında değil, sanki içimdeki bir dürtünün emriyle, öylesine ama bir amaçla, bilmediğim bir amaçla. “Hadi oradan.” dedi. Mırıldanarak. İyi bir kulağınız yoksa bunu duyamazdınız.

Bir çay söyledim ve onu izlemeye başladım. Ardından bir tane ve bir tane daha. İnsanlar bağırdılar. Güldüler. Yüzlerini astılar. Atlar padoklarda ikinci sınıf mankenleri kıskandırırcasına yürüdüler. Hepsinin hayalinde oradan kaçıp gitmek vardı. Daha iyi ya da daha kötü bir yere, ama sadece kaçmak, bunu görüyordum. Kuponlar oynandı. Kuponlar yürüdü. Kuponlar yattı. Kuponlar tuttu. “Ne yapıyorum burada?” diye kendime sordum. Cevabım yoktu. Ahmet K. o adamlardan değildi. Yalnızca bu işi iyi beceriyordu. Atlar onun hayatı olmuştu. Günün birinde bir atla seviştiğini görsem şaşırmayacaktım. Ona acıdım, ama acımda üzüntü yoktu. Kağıdımın üzerindeki çiziklere bir yenisini daha eklemiştim. Seçeneklerin azalması sabrımı rahatlatıyor, ama umudumu kırıyordu. Eve gittim. Kıçımın rahat ettiği ilk bulduğum yerde sızdım. Bunun bana iyi geleceğini biliyor gibiydim. Hayır, bir bok bilmiyordum. Kafamda sadece dört haftadır sayısalı beşleyen Haluk S. vardı. Yeni baş şüphelim oydu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder