İlk dersine yirmi dakika geç kaldı. Birbirimize aşinaydık ama onu beklerken yaşadığımız heyecandan ötürü hiçbirimizin ağzından tek bir kelime bile çıkmadı. Çünkü o bizim için büyük bir puttu, dolayısıyla onunla karşılaşmak da büyük bir hayal ve hayal kuran insanlardan konuşmaları beklenilmez. Sonra içeri girdi. Tedirgin bir hâli vardı ve nefes nefeseydi; öyle ki ter içinde kalmış beyaz gömleğine bakarken vücudundaki kılları bile seçebiliyorduk. Kulaklarının arkalarından taşan özenle örüldüğü belli, ince, siyah lüleleri ona komik sayılabilecek bir görünüm katmıştı ve garip, uzun ve kemerli burnuyla karikatürlerden çıkmış gibiydi. Kırkların Almanya’sından kalan bıyıklarına değinmiyorum bile. Ama gözleri. Gözlerine baktığınız anda ciddiyeti ve netliğiyle sizi anında etkilemeyi biliyordu. Bu yüzden ona gülemezdiniz. Ona gülmeyi aklınızdan bile geçiremezdiniz. Mümkün değildi, o dünyanın en karizmatik adamıydı ve sesini duyduğum anda kısa bir süreliğine karşımda bir peygamber olabileceğini düşündüm. Oysa sadece “Merhaba.” demişti. Neyse ki geçti. İnsan doğası böyledir işte, gördüğümüz her şeye çabucak alışıp hiç tereddüt etmeden onları tüketiriz.
Masasına geçti. Elindeki çantayı önüne koyduktan sonra kısa bir süre önündeki kâğıtlara göz gezdirdi; ilgisini çekmemiş olacaklar ki çok geçmeden bize yöneldi. Hiç üşenmeden herkesle kısa sürelerle de olsa göz teması kurdu. Ve sonra konuştu. Onu görmeliydiniz, bir şeytanı andıran sözcükleriyle önce bize cenneti gösterip, sonra cehennemin sıcağının ortasına bıraktı. Yandık. Her birimiz yandık, kendimizden uzaklaştık, ruhumuz zedelendi, parçalandık. Ama geçti. İnsan doğasından bahsetmiştim size, acılara bağışıklık kazanma konusunda üzerimize yoktur.
Geciktim. “Annem” dedi ve saatine baktı, “yaklaşık otuz dakika önce öldü. Bir trafik kazası geçirmiş. O yaştaki bir kadının trafiğe çıkması başlı başına bir hataydı zaten.”
Elimi kaldırdım, ne cesaret ama. Gördü, ne hız ama. Gözleriyle işaret verdi, sevgi dolu ama tehlikeli bir bakışla. Bu muhtemelen “Seni dinliyorum küçüğüm ama saçmalayacak olursan amına koyarım.” deme şekliydi. “Efendim” dedim, “çok üzüldüm.”
Gülümsedi. “Sen” dedi, “karşılaştığım, yalan söyleme konusunda en başarısız kızsın. Ben bile üzülmedim.”
Ne diyordu? Afalladım. Yerime oturdum. Böylesine bir insan, nasıl olur da bu kadar hissiz, düzeltiyorum, gaddarca hislere sahip biri olabilirdi? Şaşkınlığım da kısa sürdü, insan doğasından falan bahsetmeyeceğim şimdi sizlere. Sustum. Bir şey söyleyemedim. Sırtımı yaslayıp küçük bir çocuk gibi dudaklarımı büzdüm ders boyunca. Dersin bitiminde beni yanına çağırdı. Başıma gelecekleri az çok kestirebiliyordum. Her hocanın mutlaka garez beslediği bir öğrencisi olur ve sanırım o bendim. Hayır, değildim. Beni etkileyici bulduğunu söyleyip ayakta dikildiğimiz dakikalar boyunca dudaklarımın güzelliğinden ve dolgunluğundan bahsedip durdu. Ağzımı sikmek istediğini söyledi. İstediğini ona verdim. Daha doğrusu veriyordum ki telefonum çaldı, annemin öldüğünü o esnada öğrendim, bir düşünün. Şaşkındım, korkuyordum, titriyordum ve neredeyse ağlıyordum; karmaşık hislere sahip bir kadına her şeyi yaptırabilirsiniz. Acımadı. Saçlarımı tutup kafamı kasıklarına doğru yasladı. İlk aşkım işte böyle başladı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder