"Gidiyorum ben." dedim, "lütfen beni bir daha arama." Hakaret tadında, nezaket dolu bir cümleydi bu. İsyan ediyordum. Ona itaat etmenin en afili yolunun bu olduğunu biliyordum sanki. Gecenin bir yarısı, bir başıma, ne yaptığımı bilmeden, sadece gidiyordum.
Gülümsedi. Ellerini kalçalarıma sürterek yaptı bunu ve ona karşı çıkmadım. Son kez, belki de hiç olmadığı kadar şehvet ve aynı zamanda şefkat dolu dokunuşuna ihtiyacım vardı, çünkü hep bu anı hatırlayacaktım; ilk tanıştığımız günü, eğlenceli, kederli ya da aykırı zamanlarımızı değil, hiç olmadığı kadar sıradan bir şekilde onu terk etme kararı aldığım bu anda, sanki birkaç saat kafamı dinledikten sonra eve gelecekmişim gibi bana veda edişini. Bu yönünü seviyordum. Farklıydı. Nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama karşılıklı oturmuş rakı içerken, arkadan ya da yakından, herhangi bir yerden ama içten bir takım müzikler işlerken içimize, ayağımı masanın üzerine bir çocuğun edasıyla atardım ve hiçbir şey demezdi. Tepkisizliğinde bile bir tür sevecenlik yatardı, onu tanısaydınız bunu fark ederdiniz, ama onu tanıyan birinden bunları dinlemenin sizin için nasıl zırvalıklar olduğunu az çok tahmin edebiliyorum. Bu yüzden, lütfen bağışlayın beni; üzerinden onlarca erkek geçti ama hâlâ kendime hakim olamıyorum onu anlatırken. Nasıl desem. Demesem. Tahmin etseniz. Gerçek bir aşkı ve onu anlatırken yaşadığım hüzün dolu huzuru. Rahatlığı. Bulutları ve sessiz bir kargayı. Sessizliğin çığlığını. Tahmin etseniz ya, ne güzel olurdu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder