kırk birinci merdiven.

İnsanları sevmeye her seferinde sözcüklerden başlıyor ve her şey bittiğinde kendimi bitmiş hissediyordum. Sevgisiz kalıyordum. Sevgiyi unutmuş değildim, hayır; ona, onu unutabilecek kadar bile yaklaşmamıştım. Sevmeyi bilmiyordum, sevilmeyi hiç bilmiyordum. Hata yapıyordum ve her seferinde hata yaptığım için değil de, düştüğüm için pişman oluyordum. Kalmayı istiyordum, kalkıyordum ve daha iyi hatalar yapıyordum. Bunu marifet sayıyordum. Bir yalanın içindeydim, kaybolmuştum ve kendimi bulmak gibi bir amacım yoktu, hiç olmamıştı. Kokuşmuştum, işin kötüsü bunun farkındaydım ve farkında olmak hiçbir halta yaramıyordu. Kendime müptelaydım çünkü ben, hastaydım, iyileşemiyordum. Yalanlarıma müptelaydım, yalanlarıma kananlara ve onlarla birlikte geçirdiğim gerçek olmayan anlara. Bir sihrin tam ortasında hissediyordum kendimi ve kendimi sihirbaz sanıyordum. Değildim. Hiçbir şey olamayacak kadar değersizdim ve değersiz olanlarla birlikteydim. Değersiz olmayı iyi bir şey sanıyor, azınlık olmaktan gurur duyuyor, azınlığın içinde azınlık kalıyor, kaçıyor, değişiyor ve her seferinde aynı şeyi farklı yerlerde, farklı insanlarla, ama hiçbir zaman farka erişememiş olanlarla yaşıyordum. “Ne yapıyorum ben?” diyordum bazen. Tuhaf oluyordu içim böyle anlarda. Beynimin içinden trenler geçiyordu ve istasyonları bulamıyordum. Olmadıklarından bulamıyordum ve onları susturmak istiyordum. Trenler geçiyordu ve ben kendimden geçiyordum; çok değil, tek bir vuruşla. Altın vuruşla. Sonsuza dek vurabilirdim kendime. Tozların ortasında toz olmak gibisi yoktu. Uçmayı seviyordum. Özgür hissediyordum. Güçlü hissediyordum. Oysa ne özgürdüm, ne güçlüydüm, ne de uçuyordum. Yerin dibindeydim ve bunu kendime itiraf edemiyordum. Sorulardan kaçamıyordum. Cevapları yoktu, çünkü cevapları çoktu. Bok dolu bir okyanusun ortasındaydım. Karaya çıkmak istemiyordum sanki. Yüzmeyi öğrenmeye çalışıyordum. Bokun içinde. Bok olmayı arzuluyordum. Kendi sıçtığım bokun içinde kaybolmaktı benim amacım. Kayboluyordum. Ölüyordum. Biri gelsin de üzerime sifonu çeksin diye geçiriyordum içimden. Kimse gelmiyordu. Tektim. İntiharı düşlüyordum, ama ölemiyordum. Ölmek konusunda çok beceriksizdim; oysa ne kendi bedenime duyduğum bir aşk vardı ne de ruhumun olmadığı düşüncesi beni korkutuyordu. Hiçbir şeyden korkmuyordum. İnsanlardan, tanrıdan, hiçbir şeyden. Kendimden korkuyordum, çünkü ölemiyordum, çünkü ölümü bu kadar arzularken kendini öldüremeyecek bir adamdım, çünkü tehlikenin adıydım, çünkü adsızdım, çünkü ötekiydim.

Çünkü tuvalet kağıdı yoktu. “Anne, tuvalet kağıdı bitmiş!”

2 yorum:

  1. ahah bağlayışını severim ben ya... Cidden çok hoş bir yazı olmuş, tebrikler..

    Öteki adamın gözünden dünyaya dokunabilmek ( evet dokunabilmek çünkü eğer dediğl gibi saydam sayılabilecek değersizlikte olsaydı bunu yapamazdım, bu da bu yazıyı yazabilen bir insanın derinlerde bir ruha sahip olduğunu gösterir) sıcacık bir deneyimdi.. Mutlu oldum ve bir an da olsa elinden tutup asıl insan olduğunu kanıtlama çabası içine girdim ne yazık ki sadece bir blog yazarıydım ve cidden de tuvalet kağıdı bitmişti.

    YanıtlaSil
  2. bu çok güzel bir yorum sevgili hazel, ilgin ve beğenin için teşekkür ederim.

    YanıtlaSil