Son treni kaçırmış, bir yenisinin gelmesini bekliyorduk. Bir yenisinin gelmesine beş saatten fazla vardı, istasyon karanlıktı ve tüm banklar ıslaktı. En az ıslak olanını bulup oturduk ve konuşmaya başladık. Yaptığımız şeyin adı konuşmak mıydı açıkçası pek emin değildim, çünkü Fikret tren gelene kadar neredeyse hiç konuşmamış, Selim ise bana birkaç soruyla ve sorularına karşılık verdiğim cevapların üzerine kattığı geçiştirici ya da onaylayıcı birer cümleyle eşlik etmişti ki bundan fazlasını yapmış olsa bile, bozuk diksiyonu ve ağır konuşması nedeniyle, bir cümleden diğerine geçişini hiçbir zaman tam olarak kestiremediğim için, söylediği kısa ya da uzun her şeyi tek cümle olarak kabul ediyordum. Bir yandan da epey uykuluyduk, ama uyuyamıyorduk. Çünkü hava soğuktu ve üşüyorduk. Uyusak donabilirdik. En azından biz öyle sanıyorduk ve hayatımızın her döneminde sanrılarımızın doğruluğundan hiçbir zaman şüphe etmemiş olan üç adamdık. Şüphe etmemeyi marifet sandığımız gibi, marifet sandığımız şeylerle övünmeyi de hiçbir zaman ihmal etmiyorduk. Selim kafasını bana yaslamıştı. Bir dost olarak görüyordu beni ve ancak dostlar ve sevgililer birbirlerine kafalarını yaslayabilirdi, çünkü kafa yaslamak güvenmek demekti, inanmak demekti, teslim olmak demekti ve biz böyle öğrenmiştik. Selim dostumdu benim, en azından o an. O an diyorum, çünkü ertesi gün beni evlerinin hemen arkasındaki çıkmak sokağın sonunda kardeşi Yeşim’in yüzünü dudaklarımla vakum gibi içime çekerken görecek ve tahmin edebileceğiniz gibi görmekle bırakmayacaktı. Ama o an bunu ne o biliyordu ne de benim yüzümde on sekiz dikişlik hasar vardı. Dosttuk anlayacağınız. Ömür boyu dost kalacağını düşünen her dost kadar.
Omzumu Selim’in başından yavaşça ayırıp yerimden doğruldum ve ayaklandım. Biraz ilerimizde duran bir adamın bizi izlediğini fark ettim, ona doğru yürümeye başladım. Yürüdükçe beyaz bir ışıkla aydınlanmaya başladı ortalık. Kız çocuklarının ince ve neşeli, ama belli belirsiz sesleri çarpmaya başladı kulağıma ve zamanla kulak tırmalayacak kadar yükseldi. Yürüdüm ve ben yürüdükçe kaybolmaya başladı adam. En sonunda tamamen kayboldu. Geriye dönüp baktığımda bana doğru gelen bir adam ve arkasında da ıslak bir bankta birbirine yaslanmış, uyuklayan iki adam gördüm. Hayal sandım önce ve gözlerimi ovuşturdum, ama gördüğüm şey kaybolmamış, aksine bana biraz daha yaklaşmıştı. Ürperdim, “Ben olamam.” diye geçirdim içimden, çünkü ne Fikret ne de Selim adında arkadaşlarım vardı benim, ne de Yeşim adında bir kızı, çıkmaz bir sokağın sonunda duvara dayamış ve becermiştim.
Sonra alarm çaldı. Lanet olsun, işe gitmekten nefret ediyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder