votka. bira. bir yudum kırmızı şarap ve hiç açılmamış beyaz şarap.

Bir gün dışarıda kaldım, kabul etmeliyim ki zordu. Ertesi gün yine oradaydım, bu kez daha zordu. Ve bir sonraki gün en zoruydu, daha zorunun olamayacağını biliyordum, olmadı da. O günden sonra her gün dışarıda kaldım, kaldıkça da içeride olmayı unuttum. İçeride olmayı unuttukça dışarıya alıştım. Alıştıkça sahiplendim. Sahiplendikçe ısındım. Isındıkça güçlendim. Güçlendikçe fark ettim sokakların gerçek evim olduğunu ve evim sandığım duvarların beni sınırlandırdığını. Sınırlarımı yok etmeyi öğrendim. Öğrendikçe umursamaz olmaya başladım. Sınırlarımı dert etmeyi bırakıp, tanrıyı unutacak kadar.

Tanrıyı unuttuğum anda her şeyin daha kolay olmaya başladığını fark ettim. Kendiliğinden olmuştu bu. Mesela bir gün bakkaldan ekmek çalmaya karar verdim. Eskiden olsa çalmazdım, çünkü bu beni rahatsız hissettirirdi. Çöplerdi benim bakkalım, sokaktan geçen vicdan sahibi insanlar ya da pazar artıklarıydı, tanrıyı hatırladığım zamanlarda. Ama artık hatırlamıyordum. Artık ekmek çalabilirdim. Ekmek çaldım. Ufak bir bakkaldan, taze ya da bayat olmayan öylesine bir ekmek. Bir de süt.

Koştum. Tenha bir köşe buldum kendime. Sütü açtım. Bir yandan onu içerken, bir yandan da ekmeğimi yemeye başladım. Doyurdum karnımı. Gerçekten doymuştum. Kalan ekmeği sütle ıslatıp, önümdeki kedinin önüne fırlattım. Sonra bir ses. Duyduğum son ses. “Sen nasıl benim malımı çalarsın, orospu çocuğu.”

Kan. Vücudumdan akan ama nereden geldiğini bilmediğim kan. Kaybolmuş ve sahipsiz bir sıvı, sokaklarda tek başına. Sokakları temizliyor. Tıpkı sahibi gibi, sokaklarda kaybolmayı bekliyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder