Geçmiş

Dolgun yüzünde hiçbir ifade yoktu, bu haliyle beni hep ürkütmüştür. Onu gördüğümde aklıma annemi getirir. Annem kardeşimle arasındaki iletişimin "bir duvarla konuşmak gibi" olduğundan bahsederdi. Bu adam kardeşimden de beterdi; bir duvar bir bilince ulaşarak, duygular geliştirebilir ve bu duygularının sıvasında-boyasında tezahür ettirebilirdi.

-Bu sefer ne istiyorsun?

Kelimelerin dizilimindeki bıkkınlığa rağmen, sesinde monotonluk hakimdi.

-Zaman, biraz daha zamana ihtiyacım var.

Geriye yaslanmıştı koltuğunda, ağır bir hareketle doğruldu. Durumun ciddi olduğunu anlamama yetti.

-Ne için zaman istiyorsun benden, işleri yoluna koymak için mi? Söyle bana; sana verilen zamanla, kaç tersliği düzeltebildin hayatında? Bir, iki? Anla artık; vücudundaki yaralar hariç, hiçbir şeyin ilacı değil zaman ve bu dünyada hiçbir şey insan bedenine benzemiyor.

Suskundum. Dedikleri gerçekti, bünyemin kabul edebileceğinden daha gerçek. Karanlıktan dolayı zor seçtiğim gözlerini üzerime dikmişti; belli ki, benden bir cevap bekliyordu. Düşüncelerimi hizaya soktum, yutkundum.

-Zamana bağlıyız, bunu benden iyi biliyorsun. Ben bu bağın olması gerekenden biraz daha geç kopmasını istiyorum. Kendimce sebeplerim var bunu istemek için. Anlamanı beklemiyorum; ihtiyacım olan zamanı bana sağlayabilecek misin, sadece bunu bilmeliyim.

Önündeki masaya doğru eğildi, gözlerini gözlerime dikti. Hayatımda hiç bu kadar rahatsız hissetmemiştim kendimi. Burnundan o küçümseyici nefesin sesi geldi. Duygusuz olduğuna inandığım birinden beklediğim bir tepki değildi. Durumun beklediğimden de kötüye gittiğinin açık bir kanıtıydı.

-Bağlılık; zamanla birlikte, aynı yöne doğru yol almaktır, yoldaş olmaktır. Böyle olduğuna inanıyor musun? Sanmıyorum. Seni daha çok zamanın akışına karşı yüzerken gördüm. Geçmiş dediğimiz, üstüne açılmamak üzere kilitler vurulan sandıkların peşindesin. İçinde hazinelerin gizlendiğini düşünüyorsun. Açtığında -eğer açabilirsen- değersiz kalıntılardan başka bir şey bulamayacağının farkında değilsin. Üzerinde yükseldiğin ve üzerine çökeceğin harabeler...

Hayır; sen zamanla birlikte hareket etmiyorsun, sen zamanda boğuluyorsun ve bundan zevk alıyorsun. Geçmişin sözde ihtişamı ile kendini uyuşturuyorsun. Zamana bağlı değil, zamana bağımlısın. Her bağımlı gibi, senin için de müptelası olduğun şeyin bir anlamı yok. Bana hangi günde olduğumuzu söyleyebilir misin? Peki, hangi ayda olduğumuzu? Yılı bile hatırlayabileceğinden şüpheliyim.

Zaman bu kadar değerliyken, senin saçıp savurman için neden vereyim? Ah, benim anlayamayacağım sebeblerin vardı, değil mi? Haklı olduğun bir nokta var; gerçekten anlayamayacağım, senin gibi olanları asla anlayamayacağım. Sen de beni anlamaktan yoksun kalacaksın. Yaptığın bir hatanın pişmanlığını saatlerce yaşayıp, bir hafta boyunca çile çekmiş gibi hissetmeyeceksin. Böyle bir acıdan muaf olduğunu bilmek hoşuna gidecektir, ama; acısından olduğu gibi, tatlısından da muaf olacaksın hayatın. Asıl acıyı o anda hissedeceksin; bir sevdiğin olmayacak, ona bakarak harcadığın dakikalar uzayıp gitmeyecek. Sevemeyeceksin çünkü; kimseyi geçmişteki, o an içindeki ve belirsiz gelecekteki halleriyle bir bütün olarak kabul edemeyeceksin. Zamanı eksik algılayacaksın hep, insanlara ve olanlara anlam veremeyeceksin. İstediğin bu mu?

Yıllardır kendimi bu kadar aciz hissetmemiştim. Dediklerinde hiçbir hata yoktu, eksiksiz bir şekilde hayatımı tanımlıyordu. Yaptığı konuşma beni küçük düşürmek için değil, varlığımın farkına varmam içindi sanki. Düşününce oldukça mantıklı geldi. Adam bir ayna gibiydi, kendine ait bir yüzü yoktu; ona bakan kişinin yüzünü çalıyor, onun kisvesine bürünüyordu. Görünüşü aynı olmasına rağmen, görünüşün altında yatan düşünceler farklılık gösteriyordu. Kişinin içinde sakladığı, kaçındığı, belki de öldürmeye çalıştığı gizli zihniyeti sahipleniyordu. Ben ve karşı ben. Ne yapmam gerektiğini biliyordum artık.

Ayağa kalktım, gözlerimiz kesiştiğinde gülümsedim. Onun da yüzünde, kısa da olsa, bir gülümseme belirdi. Hiçbir şey demeden kapıya yöneldim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder