sahi.

Gemiler gelirdi, trenler giderdi, ateşler sönmezdi, sigaralar yollara birbiri ardına düşerdi, kibritler biterdi, ateşler biterdi ve elinde olmayanı kaybederdi bir adam. “Arkana bakma.” derdi, giderdi. Arkasına bakardı ama baktığı bunu bilmezdi. Elinden gelse hep bakardı, ama elinden gelmezdi. Üzülürdü. Üzüntüsü yaşam kaynağıydı. Sigarası bitmişti, zaten çakmağı da yanmıyordu, üstelik treninin kalkmasına da altı dakika kalmıştı. Elleri soğuktu, ellerinden üşürdü, ama o gün üşümemişti. Çünkü o gün bir kadını sevdi. Çünkü o günden sonraki her gün o gündü. Çünkü zamanı durdurmak istemişti ve zamanı durdurmuştu, en azından Haydarpaşa’da.

Her şeyin bittiği, ama hiçbir şeyin başlamadığı yerdi orası. Çünkü bilirdi adam, başlasaydı biterdi, çünkü her şeyin sonu vardı, çünkü sonu olan her şey geçiciydi, geçici olan sevilmezdi, çünkü sevilen geçmezdi. Ne zaman geçti, ne de adam sevmekten vazgeçti.



“Bir kadının nereden geleceği belli olmaz, ama nereye götüreceği bellidir. Tehlikelidir onlar çocuk. Bir kadına değer vermek tehlikelidir, kötüdür, ölümcüldür. Kolay değildir ve ödün gerektirir. Sonunda pişman olabilirsin, emin misin?”

“Değilim, ama bu vazgeçmem için yeterli değil Martı.”

“Vazgeçmek ve geçmemek, ya da bunların hiçbirine ihtiyaç duymamak. Düşünsene çocuk, böyle bir dünyayı, seçim yapmadığın ve yapmadığın seçimlerden sorumluluk duymadığın bir dünyayı. Orada yaşamayı. Orada sevmeyi. Orada ölmeyi.”

“İstemiyorum Martı, hiç istemedim.”

“Ama pişman olacaksın. Bu sefer olmasa bile bir dahaki sefer. Bir dahaki sefer hep vardır çocuk, pişmanlık da öyle. Önceyi ya da sonrayı arzularken. Her yerde pişmanlık vardır.”

“Peki ihtiyar, ya pişman olmayı seviyorsam, ya pişman olmak bende bir alışkanlığa, hatta bağımlılığa dönüşmüşse, ya onsuz yaşayamıyorsam.”

“O zaman çocuk. O zaman bildiğini yap.”

“Bildiğim bildiğindir Martı. Biliyorsun.”

“Buradayım çocuk, bilmesem olamazdım.”

“Bilsen, yaşayamazdın.”

“Doğru.”

“Değil Martı, yalan söyledim, yalan söyledin. Sözlerin yalandı, bakışların yalandı, beni yalanlarının arasına sıkıştırdın. Orada kayboldum. Orada kaybolmayı sevdim. Kaybolmayı sevdim. Bulunmamak istedim. Kendimi bulmamak istedim. Doğruları sevmiyorum Martı, onları istemiyorum, hiç istemedim, bir çocuk gibi, bir bebek gibi, doğmamış bir insan gibi, canlı gibi, hislerime teslim olmak istedim. Sahi, neden hislerimize teslim olmak istediğimizde hep bir şey olur da yapamayız bunu. Tanrı neden bu kadar kötü ya da doğa neden bu kadar adaletsiz. Neden düşünmek zorundayız. İkilemlerden nefret ediyorum. Kendimden nefret ediyorum. Etmeyebilirdim, burada seninle konuşuyor olmayabilirdim, evimde kahvemi içiyor olabilirdim. Sigaram dudaklarına değerdi, dudaklarıma değerdi, sigaramı içerdim, onu içerdim. Sahi, ne güzel de kahve yapardı. Bana hiç yapmamıştı, belki yapmayı bile bilmiyordu. Ama Martı, güzel kahve yapabilmek için kahve yapmayı bilmek gerekir miydi? Gerekir miydi ihtiyar, söyle bana.”



“Seni seviyorum.”

“Peki bu ya her şeyin sonu demekse. Ya sevdikçe sevmeyi unutuyor ve tükeniyorsak. Ya bugün beni sevmen, yarın beni sevmemen anlamına geliyorsa? Ya beni kaybedeceksen sevdiğin için. Gerçekten, yine de sever miydin?”

“Seni seviyorum.”

“Ben de.”

“Seni çok seviyorum.”

“Az sev, ama tutarlı sev.”

“Çok seviyorum ve tutarlı seviyorum.”

“İnanmak istiyorum.”

“İnanma, asıl bu her şeyin sonu demek.”



Perdeler kapandı, ışıklar söndü ve hiç tanımadığım bir kadının mısır kokan dudakları, dudaklarıma değdi. Oysa mısır yememişti.

“Sahi, mısır yer miyiz bir gün?”



Salty Seas çalıyordu. Kim bilir kaçıncı kez çalıyordu. Ellerim üşümeye devam ediyordu. Ellerine değmeyen ellerim. Değmediği için üşüyen ellerim.

“Sahi, günün birinde beni ısıtır mısın bir kez daha?”



Jimmy’nin annesi vardı sonra. Şehvetliydi, ama çıplak değilken. Çünkü çıplakken ormandı. Sevmezdim o ormanı. Chinaski de sevmezdi. Ama o ormanda bir adam kaybolmayı göze almıştı. Kaybolmuştu ve kendini bulamamıştı. Bu yüzden kendini vurmayı seçti. Şakağından.

“Sahi, sen hiç bir adam öldürdün mü tetiğe bile basmadan?”



Seni görüyorum. Tam karşımdasın. Dokunabileceğim kadar yakınımdasın, ama dokunamıyorum, dokunsam üşümezdim, üşümesem bunları yazmazdım, yazmasam sen olmazdın.

“Sahi, iyi ki üşümüşüm, değil mi?”



Saat sıfır bir sıfır dokuz. Durduramıyorum onu, ama sen benden geçme, tamam mı? Geçersen üzülürüm çünkü. Üzülürsem ağlarım. Hem de çok fena ağlarım. Bir damla değil bu sefer. Çok damla. Çok damla ağlarım, senin için ağlarım. Görüyor musun bak. Ağlıyorum şu an. Tam şu an. Yemin ederim ağlıyorum.

“Sahi, ya Ceren Gamze olmasaydı?”

2 yorum: