Yıllanmış Umutlar Kerhanesi’ndeydim. Neresi olduğunu bilmediğini biliyorum, sen sadece düşün. Aklında bir şeyler canlanacak. Evet, kesinlikle bir şeyler canlanacak. İşte, tam olarak oradaydım, kafanda canlanmış olan yerde, yani tam olarak hiçbir yerde. Oturuyordum. Düşünüyordum. Düşlüyordum. Düşlenmemiş düşleri düşlüyordum, sonra onları yaşamaya karar veriyor ve yaşanmamış hayatları yaşıyordum. Yaşanmamış hayatlarda, hiç doğmamış kadınları seviyordum. Sevilmemiş sevgileri seviyordum. Sevmeyi seviyordum. Tüm bunların ortasındaydım ve neden orada olduğumu bilmiyordum. Öylesine bir çocuk gibi ya da öylesine bir adam gibi ya da ikisinin tam da ortası gibi, sadece oradaydım. Bilmiyordum. Senin de bilmediğin gibi.
Bir kadın geldi. Bir kadın. Kimin kadını olduğunu bilmediğim, ama gördüğüm anda içimden benim kadınım olmasını geçirdiğim, minik, büyük, asil, varoş, güzel, kötü bir kadın. Başka adamların başka kadını. O gece benim kadınım olacağını biliyordum. O gece benim kadınım olması gerektiğini de. Yaklaştı. Vücudu vücuduma, dudakları kulağıma. Sol kulağıma. “Servis ister misiniz bayım?” dedi. Vücudumu kontrol edemiyordum. “Evet.” demek istedim. “Evet. Evet. Evet.” diye bağırmak istedim. Ama yapamadım. Vücudum benim yerime bunu yaptı. Kadın anladı. Ellerimi, ellerinin arasında topladı. Sıcak. Sıcacık.
Orada kulaklarıma sinek ısırığını andıran melodiler çarpmaya başladı. En çok da sol kulağıma. Oysa ben sinek ısırığını bilmiyordum. Sesini hiç bilmiyordum. Ama duyduğum şeyin bir sinek ısırığı olduğundan emindim. Bilirsin, bazen bilir insan, neden bildiğini bilmeden, nasıl bildiğini bilmeden, oracıkta, sadece bilir.
Mutlu gibiydim. Mutsuz gibiydim. Çelişkili gibiydim. Kadın gibiydim. Kendim gibiydim. Terk edilmiş hissediyordum. Hem de hiç bana gelmemiş bir kadın tarafından. Hiç gelmediğini de biliyordum oysa. Ama hissediyordum işte. Terk edilmiş gibi. Çöp gibi. Bazı hisler engellenemez, bunu da bilirsin.
Sonra boşaldım. Yüzüne. Yüzüne binlerce. Yüzünde kendimi gördüm. Kendim gibi binlercesini gördüm. Gözlerine baktım. Orada da vardım. Sanki her yerdeydim. Sanki tanrıydım. Sanki tanrının hiç doğmamış oğluydum. Sanki topraktım. Sanki Havva’ydım. Sanki Adem’dim.
Bir daha boşaldım. Ne yüzünde, ne de gözlerindeydim artık. Ne tanrıydım ne de Adem. Sadece boşaldım. Sıradan bir adam gibi. Rahatlamak için buna ihtiyaç duyan bir adam gibi. Bir fahişeye. Bir kadına değil. Asla değil.
Tekmeledim onu. Tekmeledim ve pantolonumu yukarıya çektim. Cevap isteyen bakışları üzerimdeydi. Neden üzerimdeydi bilmiyordum. “Böyledir bu.” dedim, “Hep böyledir, alışmadın mı hâlâ?”
Gözlerinde dünya birikti. Benim olmayan, ama benim için akan sıvılar birikti. Gözyaşları birikti. Kötü bir adamdım. İyi olmak isteyen, iyi olduğunu sanan, ama iyi olmamış, iyi doğmamış, kötü ölecek olan bir adamdım. Ama bir şey oldu o anda. Onu öylece bırakmamam gerektiğini fark ettim. Tuttum ellerinden. Tuttu ellerimden. Ayağa kalktı. Yirmi santim altımdaydı, belki de otuz. Ellerim yanaklarındaydı. Elmacık kemiklerindeydi. Biraz da saçlarındaydı. Baktım gözlerine. Baktım ve bir daha bakmayı hiç bırakmadım. Oracıkta anlamıştım o kadının doğmamış çocuklarımın annesi olduğunu. Oracıkta anlamıştım dünyanın geri kalanının, en az o kadın kadar orospu olduğunu. Oracıkta anlamıştım onun orospu olmadığını. Oracıkta anlamıştım benim kadınım olduğunu. Benimdi. Benimdi. Benim olmamalıydı, ama benimdi.
Oracıkta öldürdüm onu. Vücudundan kan akmadı. Çünkü oracıkta anlamıştım onu öldürmenin tek yolunun, kendimi öldürmekten geçtiğini.
vov...
YanıtlaSilçok etkileyiciydi..ama çok çok çok karanlıktı... fazla karanlık ama kızıl bir bulutun içinden geçmiş kelimeler sanki.. böyle hissettim..