paramparça geceler, umutsuz günceler.

Masumiyetine özlem duyan ve özlem duyduğu her an biraz daha kirlenen, tüm kirlenmişliğiyle etrafındaki sevecen ve sahte yüzlere gerçek bir nefret saçan, kötü görünümlü ama iyi görünen herkesten daha iyi biriydi. Onu uzaktan gören biri aksi bir züppe olduğunu düşünebilirdi ama ben onu tanıyordum, değildi. O ne aksi biriydi, ne de züppe. Yalnızca sorunları vardı, anlayabiliyordunuz bunu. Sorunlarının içinde çözülmez çelişkileri vardı. Çelişkilerini besleyen şey içindeki karmaşaydı. Gerçekten karmaşık bir adamdı. Tutarsız bir yapısı vardı. Sürekli bir arayış yaşıyordu kendi içinde ama amacı bir şeylere ulaşmak değildi. Bulmayı istemiyordu o, sadece aramayı seviyordu. Amaçları bu belirsizliğin ötesine hiçbir zaman geçmezdi. İnsanları mutlu eden şey güzel yemekler yemek, tuvalette bulmaca çözerken sıçmak ya da nadiren de olsa insanların geçtiği ıssız bir sokak arasında dolgun kalçalı bir fahişeyi arkadan becermekti ama o bunları istemiyordu. Tek arzuladığı şey hayatının sonuna dek hayatla arasındaki tek bağ olarak gördüğü merak dürtüsünü canlı tutmak, bir şeylere dokunmak ama dokunduğu hiçbir şeyin yapısını tam anlamıyla algılayamamaktı. Kişiliği size absürt gelebilir ama böyle bir adamdı o. Gelgitleri vardı. Hep olacağına inanırdı, farklı düşünmezdim. İkimiz de bu gelgitlerin onu burada bizimle tutacağını bilirdik, çünkü intihar kesin bir karardır, duygusal veya mantıksal, bu kararı verebilmek için net olmanız gerekir. O değildi. Siyahtı ve aynı zamanda beyazdı. Özgürdü ve aynı zamanda tutsaktı. İçinde hem iyiyi, hem de kötüyü barındırıyordu. Havvasız bir Adem, Adem’siz bir tanrı gibiydi. Ve bir gün odasına girdiğimde, beyaz, yıpranmış bir kağıtta, özenle birbiri ardına dizilmiş harflerini gördüm.

“Dostum,” yazıyordu kağıtta, “görmem gerek.”

Yanına korkarak yaklaşıp, elimi ağzına doğru götürdüğümde, hâlâ elimin üzerindeki ince tüyleri kıpırdatabilecek kadar nefesi olduğunu gördüm. Rahatlayıp odadan çıktım. Akşam kız kardeşinin arkadaşı aradı. O günlerde sevgili gibi bir şeydik. Sesinde belirgin bir hüzün ve gizlemeye çalıştığı bir rahatlık vardı, onu tanıyan ve o an söylediklerini dikkatle dinleyen herkes bunu kolaylıkla fark edebilirdi.

“Seni,” diyordu, “ve o kocaman aletini, çok özledim. Bu arada bizim histerik intihar etmiş. Tam bir kutu hap iç…”

Telefonu kapadım ve bir daha açmadım. Bir daha o kızla bir kez bile konuşmadım. O gün, kimseyle bir daha konuşmayacağımı düşünmüştüm; ölmeliydim. Çünkü o adamı seviyordum, o adamı bir arkadaşın, sıradan bir aşkın çok ötesinde seviyordum. Tarifsiz ve yasak bir tutkuydu bunu ilk defa o gün kendime itiraf edebilmiştim. Ölebilecek kadar cesaretim vardı. Tıraş bıçağı. Hap ya da elime geçen ve beni öldürebilecek, soğuk ve hissiz her türlü nesne. Hiçbiri işe yaramadı. O gün anladım ki tutarlı bir insan bile istediği zaman kendini öldüremiyormuş. O gün anladım ki bu hayat, Beyoğlu’nun lüks otellerindeki isimsiz fahişelerin şehvetli dokunuşları gibi, kimseye bahsedemeyeceğiniz ama sürdürmekten de kendinizi alıkoyamayacağınız türden saplantılı bir tutkuyla sizi kendine bağlıyormuş. O gün anladım ki, bu hayat yaşamak için yeterince kısa, ölmek içinse fazla uzunmuş.

Bir sigara yakıp Madrugada dinlemeye başladım. Kürkü için öldürülen bir hayvan gibi hissediyordum. Derimin yarısı yüzülmüştü ve nefes alabiliyordum. Aldığım her nefes bana acı verse de, talihsiz ve paramparça bir umut nedeniyle bunu her seferinde hırsla tekrar ettirecektim.

Bir sigara daha yaktım. Madrugada çalmıyordu bu kez. Hiçbir şey çalmıyordu. Ağlıyordum. Hiç susmayacakmış gibi, bir bebek gibi neye ağladığımı bilmeden, yapabileceği tek şey bu olan, amaçsız bir adam gibi ağlıyordum.

Annem kapımı çaldı ve şöyle dedim ona: “Siktir git, seni görmek istemiyorum.”

İçimden.

“Giyiniyorum.” dedim sigara dumanını görmemesi için. Çünkü beni hayallerimdeki kadar masum bir çocuk sanıyordu o hâlâ. Onu üzmek istemeyecek kadar vefalı ama ona günün birinde gerçeklerimle ona işkence edebilecek kadar hastalıklı bir çocuktum ben.

Pencereyi açıp odamı havalandırdım. O aptal kızın telefonu üzerinden kırk beş dakika geçmişti ve ben yemek masasında babama ders notlarımdan gülerek bahsediyordum. Okul birincisiydim ve bu o an hepimizi memnun ediyordu. Oysa ders notları bahaneydi, bunu hepimiz biliyorduk. O masada konuştuğumuz her şey bahaneydi. Biz birbirimizi önemsemiyorduk, sadece hepimizde aile olma saplantısı vardı, rol yapmayı seviyorduk, rol yapmalıydık ama her oyuncunun bir isyanı vardır. Şimdi size o isyan zırvalıklarından falan bahsedip kafanızı ağrıtmak istemiyorum. Sadece uyumak istiyorum. Uyumak ve bir daha uyanmamak.

Hayır. On bir on beşte kalkmalıyım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder