“Sen bana ‘hayatım’ olacaksın dediğinde ben sana inanmıştım, oysa sen ne yaptın; hayatının çok küçük kısmında bana yer vererek, hayatının tamamını izletmeye kalktın. Kadınlar, kadınlar ve yine kadınlar. Neden kaptan, neden böyle bir şey yaptın? Hatırlıyor musun, film gibi bir hayatımız olacağını söylemiştin bana ilk tanıştığımızda, keşke bana sıradan bir figüran olduğumu o gün hatırlatsaydın da tüm bunlar olmasaydı. İnan bana kabul ederdim, en azından üzerinde düşünmeden sıraladığın yalanlarınla boş umutlar kurarak kendimi avutmamış olur ve şimdiki gibi üzülmezdim. Düşünüyorum da, zor, inan ki çok zor be kaptan. Ne bileyim, zaten seninle bir gün geçirmek için anam ağlarken, hayatımın geri kalanında seni elimde tutmak için ne yapacağımı kestirememek epey canımı sıkıyor. Neyse, kısa keseyim. Zaten sen iyi bilirsin ağzımın laf yapmadığını. Aslında birçok şeyi de iyi yapamam diğer kadınların gibi. Sende beni çekici kılan tek şeyin şaka ve şaklabanlıklarım olduğunu düşünmüşümdür her zaman, belki de böyle istediğin için. O yüzden kaptan, şimdi sana son şakamı yapacağım. Sen bu satırları okurken, ben çoktan ebeninkini sana göstermiş olacağım.”
Kaptan elindeki mektubun son cümlesini okuduktan sonra üzerine belirsizlik dolu bir tür şaşkınlık çökmüştü. Kafasında türlü sorular vardı ama ne yapacağına bir türlü karar veremeyip, sürekli olarak gözlerini elindeki kağıdın son cümlesine anlamsız bakışlarla götürüyor ve yaşadığı anlamsız çıkmaza, anlamlı bir açıklama bulmaya çalışıyordu. Bu esnada terlediğini fark etti, oysa Karadeniz açıklarının terlemek için pek de uygun bir yer olmadığını kendisi de biliyordu. Bir kapı gıcırtısı duydu; arkasını dönüp baktığında aralanan kapının eşiğinde elinde meşale tutan bir kadınla göz göze geldi. Kaptan, kadının yalnızca gözlerini görebiliyordu ve gözlerinin önündeki ateşten çıkan sis, bir şekilde gözlerinin rengini seçmesine engel olmuştu. Kadın elindeki meşaleyi kamaranın ahşap duvarına götürdü ve kamara, gemiyle birlikte çok kısa bir sürede alev alıp, aynı çabuklukta Karadeniz’in soğuk ve engin sularına karıştı. Ama kaptanın dert ettiği şey gemisinin batması, mürettebatını kaybetmesi ya da çok büyük ihtimalle ölecek olması değil, aklını tedirgin eden sorunun cevabını bulamayışıydı; o soru karşısındaki kadının kim olduğuydu ama seçenekler bir o kadar fazla ve zaman da aynı ölçüde kısaydı. Nitekim kaptan sorusunun cevabını hiçbir zaman öğrenemedi, çünkü gözlerini açtığı yer tam teçhizatlı bir hastane, kırık dökük bir balıkçı kulübesi, ıssız bir sahilin açıkları ya da bir cennet bahçesindeki bir hurinin şehvetli ve sıcak kolları değil, on dokuz yıldır uyandığı üzeri deri, sperm ve osuruk kokan yatağıydı. Çünkü kaptan aslında bir kaptan değildi ve aslında kaptan olmayan kaptan gördüğü rüyaların sonunu hatırlayabilen tipten biri değildi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder