Değiştiğim gündü. O günden sonra her şeyin daha farklı olacağını sanmıştım. Her şeyin farklı olacağını sanmıştım ve ertesi gün hiçbir şeyin değişmediğini gördüm. Yaralayıcıydı bu. Küçük düşürücüydü. Kendime karşı küçük düşmüştüm üstelik, bu en kötüsüydü. O an anladım; sadece kendime karşı küçük düştüğüm anlarda kendime ve hayata dair keskin kararlar alabiliyordum. Bunu yapabilmek için ne yazık ki bok gibi hissetmem gerekiyordu. Bok gibi hissettim. Bok gibi hissedince bir kez daha anladım; bir şeylerin değişmesini istemek, çoğu zaman hatta hiçbir zaman bir şeylerin değişmesine yetmiyor. Bir şeyleri değiştirmek için, o şeylerin üzerine gitmek yetmiyor. Kendin olmak yetmiyor. Anladım; bir şeyleri değiştirmek için, öncelikle değiştirmem gereken şeyin kendim olduğunu. Anladım ve değiştim. Bir çırpıda değiştim. O andan önceki adam bensem, o andan sonraki adamın ben olmadığını biliyordum; tıpkı o andan sonraki adamın ben olduğumu bildiğim gibi. Değiştim diyorum dostum, nasıl oldu deme bana, anlatamam çünkü. Bilmediğimden değil ama, anlatamadığımdan. Hani bazı şeyler vardır; orada durur. Görürsün, dokunursun, ama bir başkası ne görür, ne de dokunabilir. İstesen de, istese de olmaz bu. Neden olduğunu bilmiyorum, anlamaya da çalışmadım. Hayatın doğasını anlamak pek ilgi alanıma girmiyor. Girse sanırım ben çıkamazdım. Kendi doğasını bile çözememiş bir adamdan, hayatın doğasını anlamasını bekleyemezsin, öyle değil mi?
Ateşli bir gece geçireceğimizi, defalarca kez sevişeceğimizi hayal etmiştim. Hayal etmekle de kalmadım aslında. Saat üç veya dörttü evden çıktığımda. Güneş bulunduğum yeri çoktan terk etmişti. Karanlığımla birlikte, keşfedilmeyi bekleyen bir kadına, keşfedilmeyi bekleyen bir bedene yol aldığımı hissediyordum. Önce trene bindim, artık kullanılmayan bir gardan kalkan. Sonra da vapura. Daha sonra da öncesinde hiç binmediğim bir otobüse; sonraları binmeyi hiç istemeyeceğim. Saat altı veya yediydi yanına gittiğimde. Kısaydı benden, epey kısaydı. Saçları düzdü; biraz sarı, biraz siyah. Beline kadar iniyordu. Bittiği yerde kalçaları başlıyordu. Yuvarlak. Elime geliyordu, elimi dolduruyordu. Yürüdükçe sallanıyordu. Gözlerim eşlik ediyordu kalçalarına; bir alta, bir üste, sonra bir daha alta. Altımda olmasını istedim. İki kadeh şaraptan sonra altıma girdi de. Hep altımda kalsın istedim. Sevişiyorduk, sevişemiyorduk. Bana sorarsanız, o an, orada ne yaptığımızı ben bile bilmiyordum. O zevk almaya çalışıyor, ama sanırım bunda yeterince başarılı olamıyor, ben de erken boşalmamaya gayret ediyor, ama her seferinde kendimden bir kez daha utanıyordum.
Saat bir veya ikiydi. Gün boyunca saate bakmamıştım, ama tahminlerim kuvvetlidir. Yanımda uzanıyordu, uyuyordu veya. Gözleri kapalıydı ve dudakları aralıktı. Gülümsüyor gibiydi, belki de gerçekten gülümsüyordu. O an, onu sonsuza dek o hâlde hiç sıkılmadan izleyebileceğimi düşündüm. Bir anlıktı, çabuk geçti. Yatağımdan kalktım ve külotumu altıma geçirdim. Bilirsiniz, hani şu dede külotlarında; kısa ve beyaz. Odanın kapısını açtım ve koridorun sonuna doğru yürümeye başladım; koridorun sonundaki kapının tuvalete çıktığını düşünerek. Nitekim tuvalete çıkıyordu. Girdim, aynada biraz kendime baktım, gözlerimin üstüne doğru bastırdım. Başımın ağrıdığını, gerçekten ağrıdığını ancak bu şekilde fark edebiliyordum çünkü. Sonra külotumu indirdim ve işemeye başladım. Rahatlıyordum; işerken tüm günahlarından arındığını hisseden herkes gibi. Ama geçiciydi bu. Hayata dair kirli tüm düşüncelerimin beynime dolması, bedenimdeki kirli sıvının klozeti doldurmayı bırakmasıyla başlamıştı. Önce güldüm kendime, sonra da kızdım. Kendime hakim olamıyordum çünkü. Sikime hakim olamıyordum. Hiç tanımadığım bir kadını, hiç tanımadığım evinde sikiyor, pişman oluyor, ama sonra yine sikiyordum. Hep böyleydi bu. Yapmamam gerektiğini biliyordum, ama yaparken, yapmamam gereken her şeyde olduğu gibi, bundan da zevk almıştım; her şeye rağmen.
Tekrar odaya gittim. Bıraktığım gibiydi. Saçları yastığa dağılmıştı. Gözleri kapalıydı. Kirpikleri, gözlerinin altındaki belli belirsiz torbalara sürtüyordu. Burnu küçücüktü. Yok gibiydi. Bu kez daha bir uyur gibiydi, ama dudakları açıktı yine. Gülüyor gibiydi. Gülüyordu.
Yanağına sağ elimin baş parmağıyla hafifçe dokundum. Yumuşaktı, yumuşacıktı. Yanağında gezdirdim parmağını. Hareketlendi. Dudakları daha bir açıldı sanki. Hafifçe dürttüm, uyandırmaya çalıştım. Gözleri aralandı; aralanan gözlerinden bana baktı. Dudakları daha da açıldı, ama bu kez farklı bir amaçla. “Hey.” dedi, “Nereden geliyorsun?”
“Tuvaletten.” dedim, farkında olmadan gülmüştüm sanırım.
“Yatsana.”
“Aslında gideceğim.” dedim, sırıtarak.
“Bir kez daha yapalım.” dedi. Çatlak ama oturaklı bir sesle söyledi bunu, “Hayır.” demeniz imkansızdı, diyemedim. Aslında hiçbir şey demedim ve külotumu çıkararak yanına uzandım.
“Ama bana bir söz vereceksin.” dedi, cevap bekleyen gözlerini bana dikerek. “Bu gece yanımda uyuyacaksın.” Aynı ses tonunda söylemişti, farklı bir karşılık veremezdim.
“Tamam.” dedim bu sefer, “Kalacağım”.
Bir kez daha seviştik. Sanırım öncekilerin aksine zevk almayı öğrenmişti, ya da ben erken boşalmamayı. Yarım saat devam ettik nereden baksan. Yorulduk. Bitmişti ama biz de bitmiştik. Sızdık. Yani, ben o an öyle sanıyordum. İşlerin sandığım gibi olmadığını öğrenmek içinse sabahı beklemem gerekiyordu.
...
Güneş, kırmızımsı perdenin açık olan aralıklarından tüm odaya doluyordu. Gözlerimi araladım, elimle yanımı yokladım, ama kimse yoktu; sanki hiç olmamıştı. Yerimden kalktım. Daha önce hissetmediğim türden bir yorgunluk vardı üstümde; seksin verdiği o tatlı ve pişmanlık dolu yorgunluktan bahsetmiyorum, hayır. Yatağa baktım, gitmeden önce son bir kez baktığımı düşünerek. Kırmızıydı. Kan vardı üzerinde. Bakire değildi. Yani, son hatırladığım öyle değildi. Olmaması gerekiyordu. “Yoksa?” dedim içimden. Bir telaş kapladı içimi. Yok olması için aynada kendime bakmam yetecekti. Sanki sırf bunun için, tam kapının yanına, özenle yerleştirmişti boy aynasını. Kendime baktım; bir daha hiç bakmamayı isterek. Ama iş işten geçmişti artık. Sol yanımda, bacağımın bittiği ve vücudumun başladığı o yerde, sıkı bir morluk, kan ve dikiş izleri duruyordu. “Siki yedik.” dedim içimden. Sanırım gerçekten yemiştim. Yani, gerçekten yediğimi o günden sonra anlamama yetecek kadar çok şeyle karşılaşacaktım.
Bir çok hikayenizi okudum, akıp giden, sıkmayan hoş bir dili var. Bu hikaye için affınıza sığınarak bir kaç şey söylemek istiyorum. Sonuna kadar bir sıkıntı yok. Ancak bir hikayede inandırıcılık çok önemlidir.Bence bu son inandırıcılık noktasında sıkıntılı. Ya sonunu değiştirmek lazım ya da daha inandırıcı bir şekilde sunulması lazım :))
YanıtlaSil