Bir Durum Hikayesi

Saat akşam 18.30. Kadıköy iskelesinin önünde bekliyorum. Sonbaharın verdiği tutkuyla bulutlar gökyüzünde sevişiyorlar ve her doğan çocuk tepemize düşüyor. Kollarımı önümde kavuşturuyorum. Kavuşan pek çok şey daha olsun istiyorum bünyemde. Ayrı kalmış düşüncelerimi kavuşturuyorum.

Dünü düşündükçe takvimler, saatler anlamsız geliyor. Çünkü ben dün de aynı saatte aynı yerde, iskelenin önündeydim. Acaba dün dediğim şey bir dakika öncesi miydi? Kendime mantıklı açıklamalarda bulunmaya çalışıyorum ama nafile. Kafam allak bullak olmuş durumda. Bir saniye öncesiyle bilmem kaç saat öncesi aynıyken nasıl karışmasın zavallı, çaresiz ve küçük kafam?
Resimler canlanıyor kafamda. Zaman kavramını bir kere yitirmişim, saate bakıyorum 18.30. Dünün hangi gün olduğunu bilmeyen işsiz güçsüz ben, ne anlarım ayın kaçı olduğundan. Gerekli işleri angarya bilen beynim fırsatı değerlendirip geçmiş zamana ait görüntülerden bir güzel sunum yapıyor bana. Egomu ve çaresizliğimi çatıştırıyor, mutluluk ve mutsuzluğumu çakıştırıyor duygu dünyamda.

Haydarpaşa’ya doğru yürümeye başlıyorum. Yağmurlu havanın verdiği güzel hikayeleri bir an önce kaleme almak en büyük isteğim yürürken. Zaten bu yüzden treni seçiyorum ya. Acele işim yok, bir yere yetiştiğim yok. Doğru ya, söylemiştim işsiz güçsüz bir adamım ben.

Trene biniyorum. Tren yeni tren de havalandırma çok yetersiz. Klima, nefesinden para kazanan bir hoca gibi tüm gücüyle sıcak hava üflüyor. Ayaktayım. Tren daha Haydarpaşa’dan tıklım tıklım. Bir sonrakini beklesem otururum da bir anca bilgisayarın başına geçip yazmak istiyorum. Vakit kaybedemem. Ulan diyorum, neden bu kadar kalabalık ki tren? Bunca insan bu berbat havada dışarıda ne işi olabilir ki? Saate bakıyorum 18.55. İş çıkış saati. Vücudum gibi evde oturmaktan hamlamış beynimin hemen idrak etmesini bekleyemem zaten.

Bugün yaşlandığımı hissediyorum, çünkü dünle bugünü karıştırıyorum. Dün dediğim vakit bir saat öncesine de ait olabilir sonuçta. Vakit hiç geçmiyor sanki ve bu beni çok yoruyor, yaşlandırıyor. Tıpkı toplanması gereken vakit gelmesine rağmen hala dalında duran meyve gibi ben de gün geçtikçe çürüyorum. Zamanın akması değil, akmaması yaşlandırıyor beni.

Henüz iki durak ilerlemişiz. Biraz önümde ayakta duran kadın yere düşüyor, bayılıyor. Bir erkek kapıdan çıkıp makiniste doğru durun diye bağırıyor. Kadın baygın. O ‘Durun…’ sesi beni kendime getiriyor. Hayatın geçtiğini, bugün düşen bu kadının günün birinde kalkamayacağını kavrıyorum ve bu benim için bir ‘durun’ hikayesi oluyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder