Ancak birbirimize tutunarak ayakta kalmayı başarıyorduk. Saat 12’ye geliyordu ve gara henüz varabilmiştik. Gebze yönüne giden tren bir dakika kadar önce kalkmıştı ve bir yenisinin kalkmasına neredeyse yarım saat vardı. Her birimizin ortak dileği, bir an önce eve varmak ve hiç uyanmayacakmışçasına yatağa gömülmekti; fazlası değil. Aslında olduğumuz yerde de bunu yapabilirdik, içgüdülerimiz bunu öğütlüyordu bize, ama bir yandan da bunu yapmamamız gerektiğini iyi biliyorduk, çünkü bizler insandık –öyle olduğumuzu düşünüyorduk.– ve bulunduğumuz ülkenin en kalabalık tren garında uyumanın, toplumsal etiğe uygun bir davranış olmadığı beynimize yıllardır kazanıyordu. Hiç konuşmadık, ama hepimizin o an bir köpek, bir kedi, ya da bir bok böceği olmayı arzuladığımızı çok iyi biliyordum.
Yeni trenin dördüncü perondan kalkacağı anons edildi ve trenin en arka vagonuna geçtik; en azından öyle olduğunu anımsıyorum. Yeni trenlerden değildi, ama bu umurumuzda bile olmadı. Vagonun en arka kısmına oturduk. –“Oturduk” diyorum, çünkü kullandığım dilde zil zurna sarhoş bir insanın kıçını bulduğu ilk uygun yere bırakışını karşılayan herhangi bir eylem yok; varsa da ben bilmiyorum.–
Tren kalktı. İçeride, tam sağımızda oturan iki genç dışında neredeyse kimse yoktu. “Neredeyse” diyorum, çünkü bunu içerideki sessizlikten anladım. Zira o an kafamı döndürüp, vagonda kendimce bir nüfus sayımı yapabilmem, Sovyetlerin tekrar canlanıp, tüm dünyayı kızıl bayrak altında toplaması kadar hayaliydi benim için.
Bay B.’nin başını yasladığı Bay S. vagonun en arkasında, sol köşede uyukluyordu. Aramızda en dayanıklı görünen oydu. “Görünen” diyorum, çünkü başını kaldırdığı anda kustu. Bay B, yanındaki Bay S.’nin kustuğunu, ancak elini yüzüne götürdüğünde, Bay S.’nin sakalından yüzüne bulaşmış olan bir miktar kusmuk parçasını hissettiğinde fark edebildi. Kusmuk parçasıyla yüzleştiği anla, kustuğu an arasındaki zaman farkının, herhangi bir ölçü birimiyle ifade edilebileceğini sanmıyorum.
Bu acınası olaydan sonra, Bay S., Bay B ve Bay K, bulundukları yerdeki kusmuk kokusuna daha fazla dayanamayıp, başka bir yere oturdular. Orada tek başıma kaldım. Kusmuk beni rahatsız etmiyordu. Sağ tarafımdaki iki genç, –Tiner ya da bali çekiyorlardı.– bana doğru yaklaştılar. Bir süre muhabbet ettik. Kardeş olduklarını öğrendim ve ikisiyle de bilek güreşi yaptım. İkisiyle de yenişemedim, ama itiraf etmeliyim ki küçük olanın bilekleri daha güçlüydü. Büyük olanı, -Manken olduğunu iddia ediyordu.- bana ufak bir hap uzattı. Almadım. Bulutlara uçuş biletim olduğunu biliyordum, ama yerin dibindeydim. Çıkamazdım oradan, en azından o gece. Sonra ona sigara paketimi uzattım –Camel White–, beş dal çekti paketin içerisinden ve ardından benden beş lira istedi. Cebimde otuz sekiz lira vardı ama param olmadığını söyledim ve ona üç dal daha uzattım. “Eyvalah.” dedi sigaraları alırken, “Sen güzel adamsın.”
“Sen de güzel adamsın ve güzel olan tüm adamlar kadar da orospu çocuğu.” dedim; bunu söylerken, yanlış bir şey yaptığını fark eden bir adamın mahcubiyeti ve korkusu vardı üzerimde.
“Eyvallah.” dedi. Sözcüklerle değil, hislerle anlaştığımızı o an fark ettim. Işıklar söndü. Maltepe ve Cevizli arasındaydık ve ben Cevizli’de inecektim. Ayaklandım. “Sağlıcakla.” dedim ellerini sıkarken, ikisine de.
Trenden inerken büyük olanı bir bakış attı. “Elbet bir gün görüşeceğiz.” dedi bağırarak, belli ki buna inanıyordu. Kafamı aşağı doğru indirerek onayladım onu, ama görüşmeyeceğimizi iyi biliyordum. Çünkü ben gerçekçi bir insandım. Cebimdeki parayı, paraya ihtiyacı olan biriyle paylaşmayacak kadar da insandım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder