saat, seni ben geçerken.

Bitkindim, hastaydım, yerin dibinden çıkmış ve tekrar oraya düşecekmiş gibi hissediyordum. Ellerim üşüyordu. Parmaklarıma doğru daha çok üşüyordu. Parmaklarım donuyordu. Onları ısıtmak istedim. Telefonumu elime aldım ve aradım. Açıldı ve şöyle dedi bir kadın; “Böyle bir numara bulunmamaktadır.” Oysa beklediğim ses değildi bu. Beklediğim cevap hiç değildi. “Böyle bir numara var.” diyordum içimden, çünkü biliyordum ki vardı. Bir daha aradım, tekrar aynı ses. Bir daha aradım, yine aynı ses. O sesi yedi kez daha duydum, ama aradığım sesi duyamadım. Çünkü biliyordum, bir zamanlar vardı öyle bir numara. O numaranın bir kadını vardı. O kadının bir adamı vardı. Adama söyledikleri vardı. Söylediklerinin gitmeyen bir tadı vardı. Ne yaparsa yapsın adam, gitmiyordu o tat, tıpkı kendi gibi. Çünkü kendi, kadının söylediklerinin gitmediği yerde kalmayı öyle iyi biliyordu ki. Hem seviyordu, hem sevmiyordu, ama değişmiyor ya da değişemiyordu, gitmiyordu bu yüzden, gitmeyi aklından hep geçiriyor ama sadece geçirmekle yetiniyordu ve aradığı sesi duyamıyordu.

Bir başkasını aradı. Bir başka kadındı aradığı. Kendisini sevdiğini ve kendisini karşılıksız olarak seven birinden asla vazgeçmemesi gerektiğini iyi biliyordu. Çünkü liman olurdu onlar gerektiğinde ve o, denizin dalgalarından korktuğunda, bir limana sığınmayı iyi bilirdi.

“Sen Havva’sın.” dedi. “Dünyanın ilk günü değil belki, ama dünyamın ilk gününde yaratılmış olan o kadınsın. Yangınsın sen, denizsin, gökyüzüsün. Benden bir parçasın. Bu yüzden uzaklaşamıyorum senden.”

Duygulandı kadın. Ağladı. Sahibi olmadığı ve olamayacağı sözcükleri ağladı. Çünkü severdi adam söylemeyi ve söylemekten bir an olsun alamazdı kendisini. Kime söylediği, niye söylediği önemsizdi ama hep söylerdi, kendisine söylerdi, başkasına söylerdi, konaklar ve giderdi, hep giderdi, kendisine gelmemiş ve hiç gelmeyecek olana giderdi, gitmeyi severdi, bırakmayı severdi, ağlatmayı severdi, hep ağlatırdı da; çünkü onu da ağlatan biri vardı. Herkesi ağlatan biri vardı, bilirdi.

Kapandı telefon. Ama aklımdan biraz önce konuştuğum kadının bana söyledikleri değil, hiç duymadığım, duyduysam bile hatırlayamadığım o kadının, o kaydın sesi çıkmıyordu. “Böyle bir numara bulunmamaktadır.”

Ona dair numarasından başka ne biliyordum ki? Hiç. Hiçbir şey bilmiyordum. Numarası vardı yalnızca ve ismi, eğer doğruysa. Ve bir de bana bıraktığı birkaç hatıra. Acı veriyordu bana bıraktıkları, ama acı beni yaşama bağlardı. Yaşamdan kopmamak istiyordum ve bu yüzden hep düşünüyordum. Düşünmek beni mutsuzluğa ve umutsuzluğa itse de yapıyordum bunu; çünkü aradığım ne tam anlamıyla gerçekleştirebileceğim bir umut, ne de sonu olan bir mutluluktu. Sonu olmayan şeyleri seviyordum. Karmaşayı seviyordum. İçimi seviyordum, çünkü içim karmaşıktı. Karmaşamda kaybolmayı seviyordum.

Yatağımın tam karşısında, kitaplığım vardı. Kitaplığımın en ufak rafındaydı aradığım şey; kırmızı kaplı, ufak bir dosya. Ufak dosyanın içindeki ufak bir kağıt. Kağıdın içindeki ufak sözcükler. Ufak sözcüklerin içindeki büyük anlamlar. Onları arıyordum. Onları bulmuştum ve onlara dokunuyordum. Gözlerimden dokunuyordum. Ellerimden dokunuyordum. Kalbimden, aklımdan dokunuyordum. O kadına dokunmak gibiydi sözcüklerine dokunmak. Şehvetli, duygusal, hiç bitmeyecekmiş gibiydi dokunmak. Soruları vardı cümlelerinde. Cevaplarım vardı. Böylece konuşmuş gibi oluyorduk; o soruyor, ben söylüyordum. Aynı cevapları defalarca kez vermiştim ama defalarca kez daha verebilirdim. Hep verebilirdim.

“… Yaşıyorsun. Mutlu değilsin, umutlu değilsin, ama nasıl yaşıyorsun?”

“Yaşıyorum canım.” diyordum.” “Mutlu değilim, umutlu değilim, ama yaşıyorum. Başka türlü yaşanabiliyor mu? Başka türlü yaşamaya, yaşamak denebiliyor mu?”

Gülüyordu. Yanımda olsa ve söylesem gülerdi çünkü. Gözleri düşerdi. Sol yanağındaki küçük, sadece benim gördüğüm gamze aralanırdı. Gözleri kayardı, bakamazdı, utanırdı. Saçları vücuduna dağılırdı. Geriye düşerdi çünkü. Dağılırdı. Kumraldı ya da sarıydı saçları, hiçbir zaman yapamadım bu ayrımı. Yapmayı da istemedim. Bilmediğim şeyleri severdim çünkü ben ve ona dair bildiğim tek şey ismi, bıraktığı birkaç hatıra ve de numarasıydım. Numarası artık yoktu. İsmi belki kendi ismi değildi. Ama hatıraları yok mu, hep vardı işte onlar. Hep olacaktı. Olsun istiyordum.

Chiquitita çalıyordu.
Abba söylemiyordu.
Kimse söylemiyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder