Ben Çeyrek, Biz Yarım, Allah Büyük

Diş fırçamı ve banka hesabımı aldım Aysel, gidiyorum.
Ama üzülme, salondaki televizyon kumandasının açılmamış pillerini sana bırakıyorum.
Senin hayatında en önemli şeyin o piller olduğunu biliyorum.
Bana kızma Aysel, seni iyi tanıyorum.
Bu kadar erken olur mu diye de sorma, yolum bayağı uzun.

Telaşlanma, ben senin bildiğin erkeklerdenim,
Giderken seni düşünmemezlik etmiyorum.
Bu yüzden de seni kuşlara emanet ediyorum;
Ama dur, nasıl olur? Bir mevsim iyisin, diğerini Allah bilir.
Eh, o zaman seni Allah’a emanet ediyorum;
En yakın dostmuş diyorlar, kucak açarmış.
Ama ya üstün açık kalırsa?
Senin üstün açık kalırsa, bilmezsin sen ama ben üşürüm.
Üşümemek için sevgilim, seni en yakın dostuma emanet ediyorum.
Ah be kızım unutmuşum, hatırlatsana;
Bir zamanlar ben de seninkinin en yakın dostu değil miydim?
Bak, bir önerim var Aysel, seni kendine emanet ediyorum.
Ama düşündüm de, bu da olmaz.
Neden diye soracaksın, anlatayım;
Ben uzaklaşacağım ya Aysel, senin de kendine uzak kalmandan korkuyorum.
O yüzden seni kimseye emanet etmiyorum.
Kendine iyi bak, bu ikimize de yeter.

Diğerinde İndirim Yaparız

O gün onu çaktırmadan izledim. Önce dükkana girdi. Kirli sakalları ve sarsak bir yürüyüşü vardı. Sadece bu iki özelliğinden onun nasıl çelişkili bir yaratılışa sahip olduğunu anlayabilirdiniz. Çok değil, kısa bir süre etrafa baktıktan sonra biraz da ürperek bana doğru yöneldi. Karşımda oturan arkadaşıma, "Bir çay daha ister misin?" diye sorarken, dudaklarımın aksine tavrım o gence "Sen burada önemsiz bir sineksin ve ezilmek için bekliyorsun." der gibiydi. Önce kekeledi. Sonra bir çırpıda, gözlerini tavana dikerek muhtemelen önceden ezberlediği o cümleyi bana söyledi: "Alalı iki saat oluyor ama öldü. Ilık yerde besledim. Çok da mülayim bir şeydi. Adını Kamil koymuştum." Onu dinledim; son kelimesinden sonra gözlerinin içine bakarak beş saniye kafamı salladım. Daha sonra sıradan bir ifadeyle elimi telefonuma götürerek kayıtlı numaralardan ikincisini tuşladım: "İki çay."

Zamanda Kolculuk (2)

Haftalardır Haluk’un peşinde olmama karşın bir türlü onunla karşılaşmayı başaramadım. Onu ararken diğerlerini eliyordum. Listemde üzeri çizilen isimler her gün biraz daha artmış ve günün birinde listemi bütünüyle kaplamıştı; Haluk hariç. Onun üzerine ne kadar plan yaparsam yapayım ters tepmişti. O herifin bittiği yerde bulunma imkanını bir türlü yakalayamamıştım. Bir şeyler, benim kontrolüm dışında ısrarla ters gitmişti. Bu durum canımı sıkıyordu. Yetersiz hissediyordum. Ne zaman böyle hissetsem yeniden bir umuda tutunarak arayışıma kaldığım yerden devam ediyordum. O adamda mistik bir şeyler vardı, bunu hissetmemek için de aptal olmak gerekirdi. Değildim, ama becerikli biri de sayılmazdım.

Sayısalı sürekli beşlemek? Nasıl bir şeydi bu, nasıl bir yetenek gerektirirdi. Benim gibi saplantılı bir adam dahi bu işin sırrına erişememişken, buna biri erişebilir miydi? Hayır. O adamda garip bir şeyler olduğuna her gün biraz daha fazla inanmış, ama bir türlü tam anlamıyla emin olamamıştım. Mahallesinden ayrılmıyordum. Öyle ki bazı geceler kendimden geçip arada bir gelip demlendiği söylenen birahanenin önünde sızarak kendimden geçiyor, sabah dükkân sahibinin dürtüşüyle uyanıyordum. Bir süre bu döngüden kurtulmayı başaramadım. Beni tanımayan biri manyak bir ayyaş olduğumu düşünebilirdi. İşin kötüsü ben de farklı düşünmüyordum. Kendimi tanımayı unutmuş; amaçlarıma karşı amaçsız kalmıştım. Haluk. O adamı bir defa görmek için sahip olduğum her şeyden vazgeçebilirdim.

Ve nasıl oldu bilmiyorum, bir gün o birahaneye geldi. Gözlerime inanamadım ve birahane patronuna iki defa gelenin o olup olmadığını sordum. Aldığım cevap aynıydı, hatta üzerine bir de içeri geçip işime bakmamı söylemişti bana. Ukala adam. Bana emir kipiyle bu cümleyi kullanmıştı. Ne yapayım, içeri geçip işime bakmaya başladım ben de. Karıncalı bir otuz yedi ekran televizyonun karşısındaydı. Gözlerini oradan ayırmadı. Güldü, duygulandı ya da hiçbir şey hissetmeden öylece baktı. Duygu değişimleri çok keskindi, bunu fark edebiliyordum. Daha fazla bekleyemeden yanına seğirttim: “Oturabilir miyim?”

Normal bir insan bu tepkime şaşırırdı, ama o, bu durumu fazlasıyla olağan karşılayarak, “Geç” dedi, “lütfen otur.”

Konuşmaya başladık. Havadan sudan konuşuyor, arada bir futbol muhabbeti yapıyorduk. Ama tahmin edebilirsin ki kafam farklı bir yerdeydi. Sürekli konuya nasıl gireceğimi düşünüyor, ama her seferinde kendimi alakasız bir diyaloğun ortasında buluyordum. “Sen bir zaman bükücüsü müsün?” diye soramazdım, beni garipserdi. Bir paranoid şizofren olduğumu düşünüp tımarhaneyi, hatta polisi bile arayabilirdi. Hayır, yapamazdım. Ya sayısalı nasıl tutturduğundan bahsi açsam? Yine olmazdı. Tepkisi aynı olurdu. Bunları düşünürken sarhoş oldum. Uyandığımda masada Haluk yoktu ve dükkân kapanmak üzereydi.

O günden sonra Haluk’un mahallesinde defalarca kez sabahladım. Ama her seferinde ya Haluk gelmedi, ya da onu kıl payıyla, bir şekilde kaçırdım. Bunu mahalledekilerden duyuyordum. Hatta karşımda büyük bir çetenin olabileceğini düşünerek, mahallenin çeşitli yerlerine küçük, gizli kameralar koydum. Gerçekten dedikleri gibiydi. Haluk neredeyse her gün mahalleye geliyor, belli yerlerde konaklıyor, ama o geldiğinde ben ya farklı bir yerde oluyor ya da onun geçtiği yerlerde uyukluyordum. Belki de bu yüzden, ancak çok sonraları fark edebildim onun bir zaman bükücüsü olduğunu. Hiçbir zaman bunu nasıl becerdiğini anlayamadım ama o en iyisiydi. Sürekli onunla karşılaşıyor, konuşma fırsatı yakalıyor, hatta sürekli ipliğini pazara çıkarıyordum; ama her seferinde o bir şekilde geçmişe dönüp, bu ihtimalleri sıfıra indirgeyerek benden kurtulmayı başarıyordu. Ve gerisi bildiğiniz gibi evlatlar, pes ettim. Onunla uğraşamayacağımı anladım ve sizi bugüne dek, bu şey için eğittim. Onun hakkında her şeyi, şurada gördüğünüz kutunun içinde bulabilirsiniz. Babanızı mahcup etmeyin.

Zamanda Kolculuk (1)

Önümde duran kâğıttaki isimler arttıkça, sabrımda doğal bir azalma oluyordu; ama böylesi durumlarla karşılaştığımda ne yapmam gerektiğini, bu sinir bozucu ama bir o kadar da umut dolu işe başlamadan önce kendime anlatmıştım; şarj olmalıydım. Güzel hatıralarımı düşünerek, hayal kurarak ya da bu cenabetliği nasıl yaptıklarını öğrenip tıpkı onlar gibi zamana hükmetme olayını kavrayarak. Zor görünmüyordu. Kolay mı? Hiç değildi. Düşünmem gerekiyordu. Odaklanmam ve odaklandığım şeye inanmam. İsimlere. Mahallelere. Sayılara. İhtimallere. Çözmemi sağlayacak şey her neyse, ona. En küçük detayı bile gözden kaçırmamam gerektiğini biliyordum. Kendime bir bardak su koydum ve bir kısmını içip, kalanını kafamdan aşağı boca ettikten sonra çalışmama kaldığım yerden devam ettim.

Ahmet K. Bu eleman baş şüphelimdi. Yılda bir bilemediniz iki kez ganyandan büyük para kaldırıyordu. Ayda da iki veya üç kez de sadece atlara oynayarak yüksek rütbeli bir devlet memurunun maaşı kadar kazanabiliyordu. İşte bir bit yeniği olduğunu fark etmemek için ahmak olmak gerekirdi ve onun mahallesinde herkes birer ahmaktı. Ona “altılı canavarı” diyorlar, ama hilekâr olduğunu göremiyorlardı. Onlara göstermek gibi bir niyetim olmadığından da aracıları kullanmak yerine direkt olarak kendisiyle, o sözde canavarla görüşmek istedim. Tıpkı bir meslek gibi, sabah dokuzdan girdiği ve en az hava kararana kadar kaldığı kıraathane minvalindeki ganyan bayiine girdim. Nasıl biri olduğunu az çok duymuştum; özensiz bir adamdı ve karakteristik bir görünümü vardı. Beline kadar uzanan taranmamış ve nispeten beyazlamış saçları, güldüğünde “ben buradayım” dercesine bağıran sarımtırak dişleri ve düşmüş omuzlarına karşın “ben buradaki en kaliteli dölüm” alt mesajı veren bakışları. Ahmet K.’dı bu. Masada ondan başkası yoktu. Önünde bir spor gazetesi, spor gazetesinin hemen yanında da renksiz bir altılı dergisi vardı. Yanına doğru seğirttim. Beni gördü.

“Nasıl beceriyorsun bunu.”

Güldü. Hayır, sırıttı. Pis bir şekilde, beni aşağılarcasına yaptı bunu. Ama etkilenmedim; bu tip ufak numaralara karşı kendimi korumayı uzun zaman önce öğrenmiştim. Beni davet etmeyeceğini bildiğimden yanındaki sandalyeyi çekip oturdum. “Her bulduğun masaya konar mısın sen böyle?” diye sordu. Başımı salladım. Evet ya da hayır anlamında değil, sanki içimdeki bir dürtünün emriyle, öylesine ama bir amaçla, bilmediğim bir amaçla. “Hadi oradan.” dedi. Mırıldanarak. İyi bir kulağınız yoksa bunu duyamazdınız.

Bir çay söyledim ve onu izlemeye başladım. Ardından bir tane ve bir tane daha. İnsanlar bağırdılar. Güldüler. Yüzlerini astılar. Atlar padoklarda ikinci sınıf mankenleri kıskandırırcasına yürüdüler. Hepsinin hayalinde oradan kaçıp gitmek vardı. Daha iyi ya da daha kötü bir yere, ama sadece kaçmak, bunu görüyordum. Kuponlar oynandı. Kuponlar yürüdü. Kuponlar yattı. Kuponlar tuttu. “Ne yapıyorum burada?” diye kendime sordum. Cevabım yoktu. Ahmet K. o adamlardan değildi. Yalnızca bu işi iyi beceriyordu. Atlar onun hayatı olmuştu. Günün birinde bir atla seviştiğini görsem şaşırmayacaktım. Ona acıdım, ama acımda üzüntü yoktu. Kağıdımın üzerindeki çiziklere bir yenisini daha eklemiştim. Seçeneklerin azalması sabrımı rahatlatıyor, ama umudumu kırıyordu. Eve gittim. Kıçımın rahat ettiği ilk bulduğum yerde sızdım. Bunun bana iyi geleceğini biliyor gibiydim. Hayır, bir bok bilmiyordum. Kafamda sadece dört haftadır sayısalı beşleyen Haluk S. vardı. Yeni baş şüphelim oydu.

Kırmızı Kuyruklu Yalanlar

Pedro, koridora açılan kapısını sertçe çekip, hızlı adımlarla mutfağa doğru yöneldi. Sert bir votka, ucuz bir Arnavut şarabı ya da likörlü bir keke ihtiyaç duyduğunun farkındaydı ama mandalinalı sodayla yetinmek zorunda kaldı. Düşünceliydi. Ne zaman düşüncelere dalsa, kendini garip çıkmazların içinde bulurdu. Çıkmazlarına kaynaklık eden anlamsız korkuları, korkularının içinde minik kaçışları, o kaçışlarındaysa büyük heyecanları vardı. Bu heyecanların onu hayata bağlandığından haberdar değildi, ama böyle anlarda mutlu olduğunu fark edebilecek kadar algıları yerindeydi, henüz. O, sorulardan hiçbir zaman çekinmemiş, cevaplardansa aynı ölçüde kaçınmış, kendi içinde gülünç ve bir o kadar da trajik karmaşalar barındıran; çevresine karşı hayatı, bir oyun konsolu başından yönetilirmiş gibi bir izlenim uyandıran, ama tüm bunlara karşın kendisini özensizce kodlanmış demode bir bilgisayar yazılımı olarak görür ve bununla yetinmeyerek kendisi dışında kalan her şeye de ki buna tanrı dahil, bu sıradanlık etiketini yapıştırmaya çekinmezdi. Aslına bakarsanız hiçbir konuda çekinmezdi, çünkü çekinebilecek kadar sorguladığı hiç olmamıştı; o sadece düşünür, düşünmeyi düşünmekten her zaman kaçardı, çünkü düşmekten korkardı. Haklı sebepleri vardı. Eğer bir kez düşerse bir daha kalkamayacağını, eğer bir daha kalkarsa da her seferinde bir öncekinden daha iyi düşmeye çabalayacağını –istemsiz de olsa, iyi biliyordu. Midesi guruldayarak mutfaktan ayrıldı. Koridorda odasına doğru yürürken ani bir karar aldı; salona geçti. Gördüğü manzara şaşırtıcıydı ama şu ana kadar anlattığım kısımdan anlayacağınız gibi, şaşırmak Pedro için olası duygulardan değildi. Annesi bir duvar süsü gibiydi ki nitekim duvarın hemen yanındaydı. Arkasında duran ve durmakla yetinmeyip kalçalarını okşayan ve bununla da yetinmeyip onun içine temposunu bir an olsun bile bozmadan giren –ki buna Pedro ile göz göze geldiği an dahil, Almado işini bitirdikten sonra Pedro’nun omuzuna dostane bir tavırla dokunup, hiç duraksamadan şunları söyledi: “Çocukluğundasın. Hani olmaz da, varsayalım ki rüyanda bir kadın gördün. O güne dek gördüğün hiçbirine benzemiyor. En güzeli. En farklısı. Kısacası seni tahrik etti ve o an, hayatının geri kalanında onu bekleme kararı aldın. Ama kamışına su yürüdü, bıyıkların terledi ve hatta saçına ilk beyaz düştü. O gelmedi. Böyle bir durumda ne yapardın?”

“Cinsiyet değiştirirdim.”

Umudunu Kaybetme, Bulamayabilirim.

Umudunu kaybedersen güzelim ki sanmıyorum, yaşamla aranda bir bağ kalmadığını düşünürsen ki sanmıyorum, çekip gitmek istersen hiç bilmediğin ve dokunamadığın bir yere, belki de hiç varolmayan bir yere ya da bir şeye ki bu olabilir, aklı başından kaçmış her insan bunu isteyebilir ve böylesi iyidir, gitme. Ben sana iyi gelirim. Şu dünyada elimi attığım her işte başarısız olmuş biri bile olsam, kaybetsem, bir daha kaybetsem, kaybetmekten yorulana kadar kaybetsem ve sonra yine kaybetsem, kendimi kaybetsem, içimde kalan şey –adını inan bilmiyorum, sana iyi gelir, sen gitme. Gitmeyi aklına koysanda gitme. Martıları düşün; kargaları, ölene kadar yalnız ve yalnızlığı kalabalık o kumruları düşün. Anneni, paytak adımlarını, sümüklerini, babanın kel kafasını ve benim patlamış dudaklarımı, eline hareketsiz kalmış bir köpek yavrusunu aldığında titreyen göz kapaklarını düşün. Ağlamayı, gülmeyi, eski bir yatakta son nefesini vermeyi düşün ya da iyiliği, kötülüğü, özlemini, özlemlerimizi, kirlenmiş düşüncelerimizin içinde parlayan masum kalmış hayallerimizi düşün. Kırıldıklarını, paramparça olduklarını ama her seferinde nasıl yeniden ayağa dikilebildiklerini düşün. İnadı, inadına düşün. Rocky Balboa’nın son yumruğunu aklından çıkarma; Ayhan Işık’ın viski kokan sonnefesini ve de Kurt Cobain’in son mektubunu ama gitme. Sen bırakanlardan olma. Sırtı delik balinalar bile bırakmaz denizleri ve sen denizlerden de fazlasısın, unutma. Eğer unutursan, sonrasını ben bile bilmiyorum. Ha bir de, bana sakın kanma güzelim, çünkü balinalar okyanuslarda yaşar.