tasmasız köpekler.

Treni saniyelerle kaçırmış ve bir yenisini beklemeye başlamıştık. Son kez birlikte bir şey yaptığımızın ikimiz de farkındaydık ama bunu kendimize bile itiraf etmekten kaçınıyorduk. Belki de bu yüzden ikimizin de dileği zamanın durması ve uzun süre yeniden başlamamasıydı. Tüm dileğimiz buydu. Çünkü kopmuştuk. Çünkü ancak koparak ayrılabilecek kadar bağlıydık birbirimize ve bunu isteyecek kadar da nefret doluyduk. Nefret edebilecek kadar aşık, geriye dönemeyecek kadar korkak ama ayrı yollara gidecek kadar da cesurduk. Ne yaptığını bilmeyen ama yaptığı şeyden bir an bile tereddüt etmeyen insanların hevessiz cesareti vardı üzerimizde. Birbirimize, hayatlarımızı çürütecek kadar parazittik. Defalarca kez daha bunu yapabilirdik üstelik ve hiçbirinde de pişman olmazdık. Ama yapmayacaktık, yapmamamız gerektiğinin farkındaydık. Bize tek gereken birbirimizin yakasından düşmek ve bir daha da karşılaşmamaktı. Başkalarının hayatını karartmalıydık, her seferinde güzel bir şeyler yaşayabilme umuduyla yapmalıydık bunu. Bundan sonra neye ihtiyaç duyduğumuzun biliyorduk, makul şeylerdi bunlar, makul amaçları olan makul insanlardık çünkü. Birkaç hayal, bir miktar karamsarlık ve umutla geriye dönüp baktığımızda görebileceğimiz birkaç çürük hatıra yetecekti bize; bir dal sigara ve bir köpük biranın yanında.

“Gebze yönüne gidecek olan tren dördüncü perondan yirmi iki on beşte kalkacaktır.”

Ayrılığın anonsuydu bu. Tutarlı ve tutarlı olan her şey kadar da soğuk bir sesti. Bize yakışmıyordu böylesi ama seçeneksizdik. Onu kendime doğru çevirip son bir kez öptüğümde, bunu dudaklarını ıslatamayacak kadar isteksizce yaptığımı fark ettim. Saat yirmi iki on beşi gösterirken, çoktan yeni hayatlarımıza, ayrı vagonlarda yol almaya başlamıştık.

Onu bir daha görmedim.

kafamızın içindeki kanlı savaş

Aslında özümüze ulaşamadığımızda daha özlü sözlerimiz olur. Öze ulaşınca söylenecek söz kalmaz. Bu yüzden öze ulaşmaktan çok, öze ulaşma çabası iyidir. Kaybolmak iyidir; ve kaybetmek. Öze ulaşmak sıkıcı olsa gerek. Balık olmak mesela… Arayışta olduğun için mutlusundur. Aradığına ulaştığında mutluluk kalkar; ya materyal haz, ya da ideal huzur yaşarsın; bulduğunu sandığın şeyin sahtelik derecesine bağlı olarak. Ve yine buna bağlı olarak sahte bir duygu yüklenecektir bilincine. Bu sefer de sahteliğe savaş açacaksın. Hayatta güzel bulduğumuz ne varsa, bilinçaltımız hepsine savaş açmıştır dipten. Farkına bile varmazsın, sevgiye açılmış kanlı bir savaş döner içinde. Sen bu yetkiyi verdin aklına. Kalbin zırvalasın dursun. Elbet akıl kalbi malup edecektir. Maalesef etmiştir de, her seferinde. Ya da ömrümüz yetmemiştir savaşın sonuna…

saat biri birden geçerken.

Ben sana bu şeyi –adını sen koy
Olmak istemediğim bir evde,
Duymak istemediğim seslerin içinde yazıyorum
Ama sen duymuyorsun.
Çünkü sen, seni bile duymuyorsun.
Oysa sesinde bir büyü var, tanımlayamıyorum.
Hiç söylenmemiş sözcüklere yataklık eden dudakların
Çok bilindik hisleri saklıyorlar, görüyorum.
Benim için diyorum, kanıp gidiyorum.
Gülüp geçiyorsun, inciniyorum.

Bak, bir şarkı var fonda
Usulca çalıyor.
Bizim için çalıyor.
Biliyorum, bizim şarkımız.
Henüz dinlemedik ama olsun.
Dinleriz bir gün diye avunuyorum ben, yeter.
Sahi, sen bunu bile duymuyorsun.

Eyvah!
Saat biri birden geçti.
Çok hızlıydı, yakalayamadım.
Üstelik yorgunum da, devam edecek gücüm kalmadı.
Hani sana benim ol demeyeceğim ama
En azından şu ruhumu sakla bir yanında, kaybetmekten korkuyorum.

seksen gram. bölüm üç.

Kesattı gün; neredeyse hiç iş çıkaramamıştık. Okullu veletleri saymazsak ki saymayalım (Onlardan cebinize ancak birbirine değdikçe şıkırdayan bozukluklar düşer, daha fazlası inanın olmaz.) para kazanamamıştık. Arada bir Hakkı Ağabey ile muhabbet edip, önümüzden kalçalarını bir orospu gibi sallamaya özen göstererek geçen iyi aile kızlarını dikizleyerek günümüzü öldürmeye çalışıyorduk. Bizim mahallede erkek olmanın getirdiği bazı zorunluluklar vardır, racon derler bizde buna. Sizdeki etik kurallar gibi, gelenekler gibi bir şeydir bu bizde. Eğer önünüzden güzel bir kadın geçiyorsa, onun vücudunu ezberlercesine bakmalısınız; içine düşecekmiş gibi, baktığınızı fark etse bile ki fark eder (Fark etmiyorsa aptaldır.) hiç çekinmeden yapmalısınız bunu. Evliyseniz bile yapmalısınız; Matador Ağabey gibi, onlara sığırlarına daldığı gibi dalacakmış gibi, korkutarak bakmalısınız, çünkü yapmazsanız mahcup olabilirsiniz. İsminiz çıkar ve bizim mahallede isminiz bir kere çıktıysa, onu bir daha indirmek için yeni sıfatlar kazanmanız gerekir, bu zordur. Bunu en iyi bizim Doğan bilir, Oğlancı Doğan. Oysa Allah için onunla aynı kerhanede iki Rus Karı’yı becermiştik. Güzel bir gündü. İnleterek halletmiştik işimizi ama gel gelelim mahalle bunu önemsemez. Mahalle sıradan şeyleri inanın önemsemez. Ne bileyim biri gelip de “Necla’nın memeler kaç beden hacı?” diye sorarsa ve siz de cevap veremezseniz, taşak muhabbetinin öncelikli konusu olursunuz burada aylarca. Önce bir göz doktoruna görünmeniz istenir sizden ve bir sorun çıkmazsa gözlerinizde ki genelde çıkmaz, tanıdık bir kerhaneye gitmeniz önerilir. Tanıdık kerhane istenir, çünkü iş tuttuktan sonra yanınızda gelen ağabeyler orospunuza gidip sorarlar: “İş var mı bizin oğlanda, iyi marizledi mi seni?” ve orospunuz da hiç çekinmeden her seferinde doğru cevabı verir, çünkü bizim mahallede orospu olmanın bile kendi içinde bir adabı vardır, çok zorda kalmadıkça yalan söylemezler ve kendilerini namuslu insanlar olarak görürler, onların namusları kıçlarında saklıdır. İşte, tüm bu formaliteyi yaşamamak adına Necla’nın memelerinin bedenini onun içine girmeden bilebilecek kadar iyi kesmelisiniz hatunu. Bizim mahalle adi bir mahalledir çünkü ve adi olan her şeyin kendi içinde anlaşılmaz ama herkesçe kabul edilen prensipleri bulunur.

Leyla gelmişti. Bostan Leyla, ona bostan deriz çünkü mahallenin gedikli orospularından biridir. Ayten Abla’ya çalışır. Berber Ağabey’in üstündeki evdir mekanı. Ücreti herkesten fazla, muamelesi herkesten özeldir; onun yanındayken kendinizi onun kocasıymış gibi, zengin ve güçlü bir adammış gibi, hatta tanrıymış gibi hissedebilirsiniz. Bu yüzden onu becermek için her seferinde yüz lira bırakmanız gerekir yeşil çantasının içine. (Doğrusu tam bir orospu çantası ama ona yakışıyor.)

“Hoş geldin abla.” dedi Recep. Her orospunun kocaları vardır bizde. İyi bir orospunun onlarca kocası vardır özellikle ve kocası olmayanlar onlara “Abla.” demekle yükümlüdür. Bu da raconumuzu oluşturan kurallardan sadece biridir.

Leyla ağzındaki sakızı birkaç kez bir orospu edasıyla çiğneyip ayakkabımın önüne fırlattıktan sonra: “Eyvallah canım benim. İşler nasıl?”

“İyidir abla, ne olsun geçinip gitmeye çalışıyoruz işte. Gariban işi bizimki. Kurtulacağım bir gün bu çöplükten, andım olsun kurtulacağım. Ben sizi en iyisi yalnız bırakayım, kendine iyi bak abla.” dedi ve içeriye, Matador Ağabey’in yanına doğru seğirtti.

Leyla benim takıntımdır. Bunu herkes bilir. Benden çekinen yeni yetmeler bu yüzden namını bilseler bile yanına gitmezler, benden korkusu olmayan ağabeyler ise (Çoğunluk onlardır.) özellikle giderler ve her seferinde “Senin manitayı becerdim.” dercesine alaycı bir şekilde dakikalarca önüme geçip bana bakarlar. Bir gün cinnet geçirip hepsini cebimdeki yetmiş yıllık antikayla doğramaktan korkuyorum.

Leyla yanıma yaklaştı. Kollarını boynuma dolayıp, dudaklarını kulağıma yanaştırıp: “Ne zamandır gelmiyorsun, hayırsız.”

“Mangır yok şu ara,” dedim, “olduğu an geleceğim. Çok özledim.”

“Bilmem ben, seni aratmayanlar var. Muşmula musallat oldu şu ara. Malzemesi seninkinin iki katı nerede…”

“Sus,” dedim lafını bölerek, “Sıçarım şimdi Muşmula’ya da sana da.”

“Şş.” dedi gülümseyerek, “Duymasın. İspirto’yu harcadığı gibi seni de harcar yoksa. Hiç korkmuyor musun güzelim?”

“Bana ‘güzelim’ deme.” dedim, “Rahatsız oluyorum bundan. Bana ne erkeklerinden, ayrıca takımımdan oldukça memnunum ben. Sen beğenmiyorsan bir daha gelmem, bu kadar basit.”

“Aptal,” dedi, “ben de memnunum. Muşmula’nınki seninkinin iki katı olabilir ama sende olan bir şey var ki hiçbirinde yok. Duygulu düzüyorsun beni. Arzulu. Kimse yapamıyor senin yaptığını.”

Egom okşanmıştı. Sırıtarak hafifçe yanağını okşadım ve “Ne istiyorsun, her zamankinden mi?” diye sordum.

“Evet.”

On gramlık ot torbalarından birini çantasının içine bıraktıktan sonra, elini cüzdanına doğru götürdüğünü görüp ona engel oldum: “Saçmalama, ben senden ne zaman para aldım. Geldiğimde ödeşiriz.”

“Tamam yakışıklı.” dedikten sonra yanımdan ayrıldı. Görünürden kaybolana kadar onu izledim. Her zaman bir beden küçük etek giyerdi ve düğmelerinden en sonuncusunu ilikleyemezdi. Bunu ancak onun kocaları bilirdi, özellikle de ben bilirdim. Eteğin kumaşının kalçalarını iyice kavraması ve hatlarını meydana dökmesi için yapardı bunu orospu. Kıçına güvenirdi çünkü. Siktiğimin karısı sahip olduğu her şeye fazlasıyla güvenirdi, kendisini tanırdı. Beni tahrik eden şey de buydu sanırım; onda kendimde göremediğim şeyleri görüyordum. Güçlüydü, özgüveni yüksekti, aynı zamanda zekiydi ve zarifti. Bu beni çıldırtıyordu. Bir erkek olmama karşın bu beni çıldırtıyordu. Ona karşı hassas olduğumu herkes bilirdi, özellikle de Recep. Recep de ona hayrandı, bunu bir gece kafalar duman olduğunda ağzından kaçırmıştı ama benim durumumu bildiğinden ona hiç yanaşmadı. Yanaştıysa da ben bilmiyorum ama yapmamıştır, bizim mahallede hiçbir şey saklı kalmaz çünkü, yapsa duyardım.

Leyla köşe başını döndükten sonra içeriye bakarak: “Recep,” dedim, “ulan at boku. burada tek başıma dikiliyorum yarım saattir. Orada pinekleyeceğine gel de biraz muhabbet edelim. At boku.”

seksen gram. bölüm iki.

O gün futbol oynamıştık. Matador Hakkı vardı bizim uçta. Ortada Palavra Recep ve Resul, onların arkasında Kel İsmail ve benim önümde de yeni yetme bir çocuk, ismini bile bilmezdim, doğrusu hâlâ da bilmem. Karşı tarafı boş verin; şarap çanağına sıçtıklarım, önce futbol oynamayı öğrenmeliler. Aslına bakarsanız benimki laf, çünkü hiçbirimiz bilmezdik futbol oynamayı. Bir Hakkı Ağabey iyiydi ama futbolda mı iyiydi, yoksa ayağındaki demirleri sivrilmiş cilalı kramponlardan ötürü ona yaklaşmaya cesareti olmayan karşı taraftakiler mi korkaktı hiçbir zaman çözemedim. Bizimse kramponlarımız yırtıktı. O mezara benzeyen sahada her zaman madara olurduk. Madara olmayı severdik. Pis hayatımızdan bir kaçıştı çünkü orası. Çünkü orada biz olmaktan çıkar, istediğimiz kişilere dönüşürdük, çocukluğumuza giderdik, çocukluğumuzdaki kadar masum olduğumuzu hissederdik, inanın bana o boktan sahada kendimizi bir iyilik meleği ilan etmediğimiz kalırdı, her seferinde iyi insanlar olduğumuzu falan sanıp kendimizi avuturduk ve bu his gerçekten uzun sürerdi; birilerine mal satana ya da her gün özenle bilediğimiz bıçaklarımızın ucu bir takım insanların bir takım yerlerine girene kadar sürerdi, inanın bana.

Maçın ardından ki on sekiz gol falan atıp kazanmıştık, içeride duş aldık. O halı sahaya döktüğümüz her bir kuruş bizim için kıymetliydi, bu yüzden duşumuzu orada alırdık. Her bir dakikamızın ayrı bir değeri vardı. Aslına bakarsanız pinti adamlar değildik, sadece hayat bize karşı pintiydi. Biz de elimizden gelen kurnazlığı yaparak durumu dengelemeye çalışırdık.

Herkes dağıldıktan sonra, askılardan birine astığım ceketimin cebinden ufak bir torba çıkarıp Palavra’ya uzattım: “Al, bu senin mal.”

Birden hiddetlenerek bana küfretmeye başladı: “Orospu çocuğu, malı burada mı bıraktın?”

“Götüme mi soksaydım?” dedim gülerek. “Haydi, Hakkı Ağabey’i kaçırmayalım. Bu arada satmamız lazım bugün. Orospuya döndük. Bugün yarın su da kesilir. (Elektrik kesileli birkaç gün oluyordu.) Mahallenin çeşmesinde mi yıkanacağız amına koyayım. Biraz gayre…”

“Planını siktiğimin kumarbazı.” diyerek lafımı kesti. “Hep senin yüzünden beyinsiz herif. Batağa yatırıyorsun tüm günün mahsulünü, sonra da burada gelip bana dikleniyorsun.”

“Tamam.” dedim. Kolumu omzuna atarak yatıştırmaya çalıştım onu. Pek aptal bir adam değildi Recep, bu yüzden onu yatıştırması da kolay olmazdı. Dediğim gibi, palavra derlerdi ona. Herkese hiç zorlanmadan bir palavra sıkabilirdi. Onun palavracı bir dolandırıcı olduğunu bilseniz bile bir şekilde kanardınız yalanlarına. Orospu çocuğu bu işi gerçekten iyi bilirdi çünkü. Cebinizi özenle, titizlikle boşaltırdı ve neye uğradığınızı ancak çok sonraları fark edebilirdiniz. Ama bana karşı iyiydi. Aynı evi paylaştığımızdan mı, benzer kaderlere sahip olduğumuzdan mı bilmem (Bunu daha sonra anlatacağım.) beni gerçekten severdi ve tabii ben de onu.

Hakkı Ağabey’in mekanının önüne geldik. Bir kasabı vardı. Malı orada satardık. Mal hep orada satılırdı; yüzler değişse de yer aynıydı anlayacağınız. Alıcılar da, satıcılar da, kısacası siktiğimin mahallesinde yaşayan küçük büyük herkes orada mal satıldığını, oranın cenabet bir köşe başı olduğunu iyi bilirlerdi.

Hakkı Ağabey kilidi kapıya geçirmiş, zorlayarak ve küfrederek kapıyı açmaya çalışıyordu: “Pezevenk. Mezarını, kitabını sikeyim senin, açıl artık.”

Hep aynı şey olurdu. Hepimiz alışmıştık artık. Biz gülerdik, Hakkı Ağabey kızarırdı ama sonunda hep açardı kapıyı. Belki de bu yüzden, camekanın dışına şu aptal demirlerden bile asmaya gerek duymazdı; çünkü o cenabet kapıyı kendisinden başka kimsenin açamayacağını bilirdi. Güçlü bir adamdı. Biraz da bu yüzden matador derlerdi ona. Ben hiç şahit olmadım ama sığırları doğramadan önce onlarla güreştiğini söylerdi büyük ağabeyler. Ne yalan söyleyeyim, inanırdım, inanırdık. Öyle bir tipi vardı çünkü. İki metrelik bir adamdı. İnanın bana o kapı yedi gün, yirmi dört saat açık dursa bile oraya bir Allah’ın kulu bir şeyleri araklamak niyetiyle girmeye cesaret edemezdi. Çünkü sonunu bilirdi. O sondan küçük büyük hepimiz korkardık. Elini attığında indiremeyeceği adam yoktu Hakkı Ağabey’nin. Muşmula’dan bile korkmazdı, bunu da her fırsatta dillendirecek kadar açık yürekliydi: “O yaraktan mı korkacağım?” derdi, “Ciğerini bilirim onun, bana bir bok yapamaz. Yapmaya cesaret etse bile yapamaz. İndiririm alimallah. Ben Allah’tan başka kimseden korkmam.”

seksen gram. ispirto.

Aslında kimseye kötülüğü dokunamayacak bir adamdı İspirto. Üç kağıtçıydı, sadece ezik bir üç kağıtçıydı ve kimseye de bir bağımlılığı yoktu. Sokak köpeğinden farksızdı anlayacağınız. Havlardı bazen, korkuturdu, ne bileyim üzerinize falan işerdi ama size zarar vermezdi. Vermek istese bile bir şekilde engellerdiniz onu.

Bir gün evde, babasının sırtına masaj yaptırmak için kullandığı bir ispirto şişesi bulmuş. Merak edip içmiş. Doğrusu merak ettiği her deliğe giren bir orospu çocuğuydu. Kafası bir güzel olmuş, tahmin edersiniz. Sonra yine içmiş. Usulca her seferinde içmiş ve bir gün şişeyi dibine kadar bitirmiş. Babası da durumu fark edince boş şişeyi İspirto’nun kafasında kırmış. Yedirememiş bu tabii, kafası kanlar içindeyken boş şişenin kırık parçasını babasının elinden kapıp herifin yüzüne sıkı bir çizik atmış elleri titreyerek. Sonra da taban. Babasının ölüm haberini alana kadar o eve bir daha gitmemiş. O gün bugündür İspirto derlermiş ona. Biz de öyle dedik. Gerçek ismini bana hiç söylemedi ama onu tanıyan ağabeyler isminin Deniz olduğunu söylerler. İsminden falan çekiniyor olsa gerek. Ben olsam ben de çekinirdim; ne o, kadın ismi gibi öyle.

seksen gram. bölüm bir.

İspirto cehennemlik biriydi. Temizlenmek istediğini söyledikçe sürekli başımıza yeni dertler açan orospu çocuğunun tekiydi. Kendi dışında hiç kimseyi düşünmezdi; sevdiğini söyledikleri insanlarsa (annesi, sevgilisi ya da ahbapları) onun evcilik oyunundaki değişken özneleriydi. Bunu hepimiz bilirdik. O süzülmüş piçin sıkı bir orospu çocuğu olduğunu gerçekten hepimiz bilirdik ama bir yandan da onu bırakamazdık. O yaramaz şerefsizin gerçekten kendi içinde bir çekici yanı vardı; arkasından söverdik, yanında olmak istemezdik ama dibinde bitiverirdik. Bu hep böyle olmuştu. O kafasına eseni yapabilecek kadar umursamaz biriydi, bizlerse yol ayrımına giremeyecek kadar korkak yancılarıydık. Kaderimize boyun eğmek zorundaydık çünkü tanrı bize başka seçenek bırakmamıştı. Tanrı. O orospu çocuğunu iyi bilirim, histerik bir yazardan farksızdır; sürekli bir şeyler karalayıp durur ama genelde belli başlı karakterleri vardır, sadece onlara karşı ilgilidir. Biz onlardan değildik. Biz kıçının dibindeki çöp kovasına katlanarak fırlatılmış bir kağıdın içindeki sıradan isimlerinden fazlası değildik. Sonumuz çoktan belliydi. Aslına bakarsanız hepimiz de bunun farkındaydık ama bir şekilde yaşıyorduk işte. Düşüyorduk, kalkıyorduk, kalktığımızı sanıyorduk, daha beter düşüyorduk, hep düşüyorduk ama nefes alıyorduk işte. Önemli olan buydu ya da kendimizi bu şekilde aldatıyorduk. Aldanmaktan memnun olmadığımızı söyleyemem size. Doğrusu iyi ve sıkı sarılmış bir dal cigara için, kendimi ve hayatımdaki herkesi sonsuza dek aldatabilecek kadar yüreksiz biriyim ben, inanın o ciğeri beş para etmez İspirto’dan beni ayıran tek şey, benim sikik bir lider olma potansiyelimin bulunmaması. Ama üzülmüyorum. Şu siktiğimin dünyasında üzülebileceğim bir dünya şey varken ve ben hepsine kulak tıkamışken, doğrusu bu aptal şeye üzülmemi bekleyemezsiniz benden.

Bir sabah dedemden bana kalan tek şey olan, hurdacıya bile satamayacağınız türden bir çalar saatin sesiyle lanet olası güne, bir daha uyanmamayı dilediğimiz bir gecenin ardından tekrar başladık. Size ayrıntıları anlatmayacağım. Doğrusu siktiğimin tuvaletinde manga okuyarak harcadığım iki saati merak ettiğinizi hiç sanmıyorum.

İspirto tuvaletin kapısına gelip, bağırarak kapıyı yumruklamaya başlamıştı. Aptal herifin tekiydi doğrusu, kapı açıktı ama o neredeyse kapıyı yumruklayarak kıracaktı. Kibar falan olduğundan değil, beni kapıyı kilitleyecek kadar malzemesinden korkan bir herif sandığından falan herhalde. Önemsemedim pek. Kıçımı sildikten sonra ellerimi yıkayıp, kitabı her zamanki yerine (Havlu dolabına. Sikindirik dolapta havludan fazla manga vardı.) koyup kapıyı açarak, o aptal herifin yüzüne her zamanki itaatkar görünen ama umursamaz ifademle bakıp: “Buyur ağabey” dedim “Ne istiyorsun?”

“Bizim mal ne kadardı Recai?” diye sordu. İsmin Recai’ydi. Bana Galatalı Recai derlerdi. Açıkçası Galata’ya bir kez bile gitmemiştim, karşı yakada kalıyordu ve karşı yakada bildiğim tek yer Karaköy’ün meşhur ve ucuz kerhaneleriydi. (Babam Galata taraflarının en bilindik cepçisiymiş zamanında. Eh, hanedan gibi bir şeydir bu unvanlar bizim alemde, kolay kolay unutturamazsınız.)

“Seksen gram falan kaldı ağabey. Ne yapacaksın?”

“Boş ver orasını.” dedi. Yüzünde pis bir ifade olduğunu bir çocuk bile sezebilirdi doğrusu.

“Aman, gözünü seveyim ağabey.” dedim “Muşmula’yı duydun, üçümüzü de ipe dizer bölgede satmaya çalışırsan.”

“Muşmula’yı muşmula yaparım, yarağım. Onu ortadan ikiye bölerim, sonra da kuzu eti niyetine yerim. Kimse benim işime karışamaz. Ama niyetim bölgesinde satmak falan değil. Şu uyuşturucu ile mücadele eden derneğe gideyim diyorum. Bağımlılıktan kurtulma ayağına malları kakalarım.”

Doğrusu İspirto korkak herifin tekiydi. Muşmula’dan ya da kendinden büyük olan herkesten korkardı. Bizim sokaklarda belli bir hiyerarşi vardır ve İspirto o hiyerarşinin altında bulunan küçük ağabeylerden biriydi. Sadece biz ona itaat ederdik, bahsetmiştim size. Ve birilerinin ona itaat etmesi, onun kendisini tanrı sanması için yeterince iyi bir sebeptir. Enseme bir şaplak attıktan sonra o pis gülümsemesini yüzünden bir an olsun düşürmeden evden çıktı. O herifi bir daha görmedim. O göt hoşafını inanın bir kez bile olsun görmedim; duyduğuma göre Muşmula niyetini bir şekilde öğrenmiş (Lağım ağızlı herifin kafasıyla ağzı arasında sadece birkaç saniyelik fark vardı ve çevresindeki herkese güvenecek kadar da saftı.) ve onu harcamıştı. Onun eksikliğini uzunca süre çekecektim. Ona ihtiyaç duyduğumdan ya da onu çok sevdiğimden falan değil, doğam gereği altta olmaya, emir almaya eğilimli biri olduğumdan. Uzun süre başsız kalacağımdan, bilirsiniz.

Ta ki Rıza Ağabey ile tanışana kadar. Vadi derlerdi ona, bazıları da organizatör. Yukarıdaki insanlardan iyi işler alır ve mahalleyi kullanarak bu işleri hallederdi. Tahmin edebilirsiniz, cebi dolduran sıkı işlerdi ama pis işlerdi ve mahalle aralarında üç kuruş için bu tip işleri yapabilecek bir dünya lağım faresi yaşardı. İşte Rıza Ağabey burada devreye girerdi. Bu sayede tanışmıştık. Ben o lağım farelerinden yalnızca biriydim. Öylesine bir hayatım vardı, öylesine bir şekilde sonlanacaktı. Anlatacaklarım sonunda efsane olacağımı falan sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Ben karmaşık bir ruhu olan basit bir adamdım ve kimse basit bir adamı efsane hâline getiremez, kendisi bile.

ellerin ellerde üşürler.

Yaşadıkça tutsağız, hayal ettikçe kaçak.
Yazdıkça özgürüz, çizildikçe korkak,
Bırak özgür olalım, özgürlükten kaçmayalım.

İsyan edelim düzene başımız yerde
Bilirim, anlamaz bizi bizden başka hiç kimse
Bırak anlamasınlar, bırak insanlara öte kalalım.

Düşelim, tutmasın elimizi bizden başkası
Umutlu bir çaresiz gibi, yüzümüzü asmadan düşelim
Bırak kendini bana, bırak dünyayı insanlara, bırak aşırı olalım.

Dünya dönsün, güneş yine açsın, kuşlar hep uçsun
Bir martı sana uçsun, o bize uçsun gerisini boş ver
Bırak, biz saatlerce birbirimize bakalım.
Bırak, hiçbir şey görmesinler, biz yine de bakalım.

suçlu sizsiniz.

Bill o sabah kafasının karışık olduğunu hissetmişti. Tüm dünlerine uzak, tek bir yarınına tüm dünlerinden daha da uzaktı. Annesine bakıyordu ama gördüğü şey boşluğun en katıksız şekliydi. Ağzının kenarında bir miktar kırmızılık, elindeyse hiç bırakmayacakmış gibi sıkıca tuttuğu boş bir antibiyotik kutusu vardı. Bill'in kafası karışık olamayacak kadar kendisinden uzaklaşmıştı.

spleen.


Hatırlıyorum. Sen vardın. Var mıydın?

İki şişe ucuz şarap bir tarih yazabilir.

Biz. Ki biz, hiçbir zaman tekliklerimizden kurtulamamıştık. Sevebilmiş miydik gerçekten?

Martılar uçuyordu. Uçmaya devam ediyorlardı.

Bir ömre kaç tekrar sığar? Aynı şeyleri kaç kez yaşayıp, kaç seferinin de sonunda aynı şeyleri hissedebilirsin? Hissedebilir misin?

Gökyüzü parçalanıyordu, ve bunu bir tek ben görebiliyordum.

Herkes bir parça alır, götürür. Sonra o parçayı ararsın, bulamazsın. Eksilirsin. Eksik hissedersin. Aramaya devam edersin. Edebilir misin?

Boşver be çocuk. Masumiyetin ziyan olmaz.

Hayatım alışmakla geçti. Bazen birilerinin yokluğuna, bazen bir şeylerin varlığına. Ama hep alışıyordum, alışmaya çalışıyordum. Alışabilir miydim?

Alışkanlık kaderimdi.

Öyle bir yaşamak geçer ki başından, gerçekliğinden şüphe edersin. Unutmak istersin, olmaz. Çünkü kokular vardır, şarkılar vardır. Var mıdır?

Çimenlere uzan. Kendini kurtar buradan!

Ölmeyi dilersin, ölemezsin. Bu yüzden düzenli olarak ölmeyi seçersin. Her gün ölebilir misin?

Ruhum bulimik benim. Seni sürekli kusuyorum.

Bazen. Bazen işte.

Mavileşemez miyiz artık?

rastgele kesitler. üç.

Telefonumu elimden düşürmüş ve kapının yanında, yatağımın önünde, televizyon sehpamın tam karşısında öylece kalakalmış ve istemli bir şekilde olmasa da kitaplığımın yanındaki çöp kovasına bakmaya başlamıştım. Çöpler. Lanet olası çöpler kovayı ağzına kadar doldurmuştu. Acaba onlardan bir farkım var mıydı? O an olmadığını düşündüm. O an dünyanın geri kalanının baktığım çöplerden hiçbir farkı olmadığını düşündüm. Hepsi kendi hayatları müddetince başkaları tarafından kullanılmış zavallılardı ve oyunun sonunda da tıpkı orada gördüğüm çöpler gibi bir çöp konteynırını boylamayı bekliyorlardı. O an eğer varsa hayatın anlamını kafamda daha iyi oturtabilmiştim sanırım; hayat dediğimiz şey lanet bir oyundu; iki santimlik bir delikten girip, en iyi ihtimalle iki metrelik bir delikten çıkacağımız bir oyundu. Bizlerde o delik büyüdükçe kendimizi büyümüş sayan aptal oyunculardık. Aptaldık. Katıksız aptallardık ama ben? Ben o aptal olan herkesten daha da aptaldım; çünkü bir kızın ölümüne sebebiyet vermiş olabilirdim. Söylediklerimle yapmış olabilirdim bunu, söylemediklerimle ya da söyleyemediklerimle, onu hayatımdan çıkararak. Oysa onu hayatımdan sonsuza dek çıkaracağımı bilseydim acaba bunu yapar mıydım? Yapardım. Eminim ki yapardım. Boktan bir karakteri olan, bencil biriydim ben. Vicdanım bencilliğimi örtüyor gibi görünse de, onu perçinlemekten başka hiçbir halta yaramıyordu. Bencildim. Kendim dışında hiçbir şeyi gerçek anlamda önemsemeyecek kadar bencil bir orospu çocuğuydum. “Allah’ım” dedim içimden “umarım en kısa zamanda ölürüm.”

Parça, bütün, parça, hiç.

Güneş, kendisinden bir parça koptuğunda çok üzülmüştü. Sonra bir parça daha koptu. Sonra bir tane daha. Güneş kocamandı, Güneş küçülmüyordu; Güneş üzülüyordu. Kendisinden kopan her bir parça, ondan uzaklaştıkça değişiyor, kimisi ona çok benziyor, kimisi sıkıca hazırlanmış bir kartopunu andırıyor, kimisi yemyeşil bir vadide açan tek bir kırmızı çayır gibi parlıyordu. Güneş onları görüyor ve gitmelerini istemiyordu. Sonunda düşündü ve her bir parçayı tek tek geri çağırmaya karar verdi. Güneş'in tahmin etmediği bir gerçek vardı, kopan parçalar asla yerine gelmezdi. Güneş olanı çok geç fark etti. Yerine gelmeyen her bir parça için kendi enerjisinden ipler oluşturdu. Tüm kopan parçaları tek tek ipiyle bağladı. Önce kendine, sonra birbirine. Güneş onların dans etmelerini istedi, onlar dönmeye başladı.

Güneş'in çocukları doğuyordu. Güneş'in çocukları doğuruyordu. Güneş artık üzülmüyordu.

Güneş'in çocukları kendi çocuklarına sahip olmaya karar verdiğinde sadece biri bunu Güneş'e söyleyebildi. En ortadaki çocuk, Dünya. "Ben senin torunların olsun istiyorum Güneş." dedi ona, "Bana her şeyinden yeteri kadar gönder ve ben de onlara ulaşabileyim." Güneş düşündü ve çocuğunun da kendisi gibi üzülmesini istemedi. Ona en değerli şeyini gönderdi, ya da tek sahip olduğu şeyi, ışıklarını. Işık çocuğa ulaştığında, çocuk her şeyi ayarlamıştı bile.

Bir tutam ışık,
İki tutam keder,
Üç tutam nefret,
Dört tutam aşk,
Beş tutam korku ve
Bulabildiği kadar bencillik.

Dünya herbirini dev kazanına koydu. Hiçbir şey olmadı. Dünya ağladı. Dünya ağlayınca gerekli olan son element de tamamlandı.

"Güneş'in Gözyaşları."

Dünya, Güneş'ten yapılmıştı; bu sayede içinde asla keşfetmediği ve güneşe ait olan özellikler olduğunun farkında değildi. Dünya'nın ağlaması yeterliydi, ya da öyle sanılıyordu. Lakin öyle olduğu vakit belli sorunların olacağından bahsederlerdi, eski yıldızlar. Eski yıldızların fısıltısı gelirdi kulağa "Salt Güneş'e ait olmayan her damla gözyaşı, bir duyguyu da yanında götürür".

Birden beklenen oldu. Dünya'nın çocukları doğdu. Küçük ve buruşuklardı; yumuşuk ve kırılgan oldukları kadar. Başlarda en ufak bir sorun bile yoktu. Dünya kendi çocuklarıyla oynuyor, onları yıkıyor, sonra da kendi ışığıyla kurutuyordu.

Ve bir gün kehanet gerçekleşti.

Güneş'in yaratıcısı olanların hepsini izliyordu. Güneş belki kusursuz olabilirdi ama çok sıkıcıydı. Yaratıcı sıkılırdı, aynı yıldızları görmekten, aynı karadeliklerden geçenleri saymaktan. Ama Dünya'nın çocukları öyle değillerdi. Onlar tahmin edilemezlerdi. Çünkü kusursuz değillerdi. Güneş'in gözyaşını değil, Dünya'nınkileri taşıyorlardı. Hiçbiri aynı değildi, kimisi çok korkarken, kimisi çok aşık oluyor, kimisi nefret ederken, kimisi merhamet duyuyordu.

Ve yaratıcı aşık oldu.

Bir gün karar verdi. Dünya'nın çocukları'nın kılığına girecek ve onlara aşkından bahsedecekti. Ama sorun şuydu ki, o kusursuzdu. Kusurlu olmaya çalıştı ama başaramadı. Sonra Dünya'ya indi. En yaşlı çocuğun karşısına çıktı. Çocuk, buna dayanamadı, oracıkta ölüverdi.

Tanrı dayanamadı, ağladı. Her gözyaşı, yeni bir hayat başlatıyordu. Önce bitkiler, sonra en küçüğünden en büyüğüne sırayla tüm hayvanlar. Böcekler, mantarlar. Son gözyaşı damlasına kadar her damla hayat başlatırken, sonuncusu kıpkırmızıydı.

Ve kötülük doğdu. Bir daha da ölmedi.

kişisel gelişim kitapları

Kişisel gelişim kitapları, ‘yapay ego’ aşılayan araçlardır. Yani ‘kişiliksizlik’ sendromunun temeli... Bu kitapları okuma hevesi, kişilik bozukluğu, kişilik kayması, toplumsal eziklik, ait olma arzusu, sistematik hırs ve güçsüzlük belirtilerinin tipik sonucudur.

Kitapçıya girip, reyonlardan ‘kişisel gelişim’ bölümüne doğru yönelişin altında, kitapçıdaki diğer insanlar arasındaki kimliğini bile bulamayan lokal psikolojik travmalar vardır; ve bu kitapları öven, tavsiye eden ve okumayı tercih eden
herkes, kendisi ve hemfikirlerinin dahi özeleştiri yaparak kabullenemeyeceği bir kişilik bozukluğu içindedir. Çünkü en tipik kişisel gelişim kitabı bile, okuyucuyu, seçiminde ‘haklı’ olduğu yalanına inandırmıştır. Zira okuyucu artık objektif vizyondan subjektife kaymış ve doğru ile gerçekdışı arasındaki farkı algılama yolunda çıkmaza girmiştir…

Acınası bir durum.

Soğuk bir ölüm olsun, üşümek istiyorum.

Dinlemek için gece olmasını beklediğin şarkılar vardır ya bazen. Karanlıktan başka bir yerde duymaya katlanamadığın. O şarkı sana yazılmıştı ve sen bunu bilmiyordun.

Merhaba.

Ben adı sanı bilinmeyen o adam.

Bugün öldüğüm günden bir vakit öncesi, doğduğum günden bir vakit sonrası. Gökyüzünde yıldızlar değil, kara bulutlar var; yağmur dökemeyecek kadar yorulmuş ve içten içe ölümü bekleyen bulutlar. Saatin hiç mi hiç önemi yok, o beni, ben onu takip etmeyi çoktan bıraktık. Böyle saatlerde yalnız hissederim. Anlayacağın, yalnızlık bana fabrika ayarı şeklinde geldi. Annemin karnındayken üzerine çıkarak -canice- öldürdüğüm ikiz kardeşimin benden intikamı bu yalnızlık.

İlk cinayetimi anne karnında işlemiş olmam beni soğukkanlı biri yapmalıydı, ama yapmadı. Hala öldürürken heyecanlanıyorum.

Ben. Duyguları öldürürüm. Karanlıkta nasıl öldürdüğümü düşünürüm. Bugüne kadar işlediğim tüm cinayetler gözümün önünden geçer. Gözüm kapalıdır, göremem. Ben duyguları öldürür ve onları zihin mastürbasyonum için kullanırım. Tanrının benim için ölümü meşrulaştırma şekli tam olarak bu.

Temiz ruhlara tecavüz ederek başladığım işleme, hisli kalpleri katlederek devam ederim; yaşlı gözlerin kökünü kurutur, düşleyen beyinlerin zihnini çürütürüm. Bunlar oldukları sırada duygular ölmek için bana yalvarmaya başlarlar.

Ben. Dinlemem.

Öldürdüğüm her duygu karşılığında kazandığım her nefreti ise saklarım. Kimselerin göremeyeceği kadar derine işlediğim küçük odalarda kullanılacakları güne kadar beklerler. Çünkü bilirsin, her nefret bir vakit ortaya çıkar.

İçimdeki manevi ruha bir türlü ulaşamıyorum. Tanrı bazen sözcüklerin arkasına saklanıyor ve onu orada bulmamı istiyor. Nerede olduğunu bildiğim bir şeyi bulmam gerekiyor, bulamıyorum. Bu yüzden tanrıya inanmıyorum.

Aslında benim şanssızlığım bir katil olarak doğmak. Bu hayatın bana yaptığı ilk şakaydı.

Son şakasını yaptığında sen yoktun, hatırlamazsın. İnan, ben de hatırlamıyorum. Lakin arka fondaki müzik hatırlamak ne kelime, her şeyi biliyormuşum gibi hissettiriyor. Ben kendime kahve almaya gidiyorum, belki bir tek sigara. Burada ol, daha söyleyeceğim çok şey var.

Çünkü bilirsin, Sen öldüğünde tanrı, seni unutmuş olacak. Ben mi, belki.

rastgele kesitler. iki.

Altı kişiydik ve salçalı makarna, tavuklu tarhana ve karnıyarığın bulunduğu geniş mutfak masasında günah çıkarıyormuş gibi bir hâlimiz vardı. Herkes gün içinde yaptığı iyi şeylerden bahsederken, kötü şeyleri sonsuza dek unutuyordu sanki. Birbirimizin doğrularını önemsemiyorduk, hiç önemsemedik de ama yalanlarımıza her zaman şahittik. Kötü insanlardık biz. Kötü olduğumuzu kendimize itiraf edemeyecek kadar kötü olanlardandık.

rastgele kesitler. bir.

Evlerine gittik ve bir film izledik. Masumiyet’ti. Ben defalarca kez izlemiştim ama onun ilk izleyişiydi. İnanmazsınız, filmin üç ayrı yerinde, dakikalarca ağladı. Bunlardan biri de sonuydu ve onu susturmam için becermem gerekti. Aslına bakarsanız o gün niyetimiz sevişmek değil, sadece bir şeyler izlemek ve duygusal bir yakınlık kurmaktı ama ne zaman böyle bir niyetle o eve gitsek, hep sevişirdik. Siktiğimin evinde sevişmediğimiz tek bir gün bile olmamıştı. Ama diyorum ya sizlere, planımız bu değildi ve bu yüzden yanımda tek bir kondom bile yoktu. Böyle durumlarda genellikle karnına, göğüslerine, arkasına, ne bileyim içi dışında bulabildiğim herhangi bir yerine boşalırdım ama o sefer yaptığımız şey fazla tatlı gelmiş olmalıydı ki içine boşalmaktan kendimi alıkoyamamıştım. Başta pek önemsemedik. Birkaç saniye sonrasında yüzümdeki terler yüzüne boşalırken, gözlerine baktım ve gülümsedim. Dediğim gibi rahattık. Nasıl rahattık bilmiyorum. Ben takıntılı ve korkak bir gençtim ve onun da bu konularda havai, bohem bir kız olduğunu söyleyemem sizlere. Sanırım deneyimlerimizin doğurduğu bir sonuçtu bu, çünkü aynı şey iki-üç sefer daha başımıza gelmişti ve hiçbirinde herhangi bir tehlike oluşmamıştı. Kalktım üzerinden ve odanın bir köşesine fırlattığım külotumu altıma geçirdim; şu hiçbir cazibesi olmayan, kısa ve beyaz dede külotlarından hani. Çünkü rahattı onlar ve bir kızla birkaç kez sevişmişmişsem, yani beni tanımışsa, mutlaka onlardan giyerdim.