beden hırsızı.

Değiştiğim gündü. O günden sonra her şeyin daha farklı olacağını sanmıştım. Her şeyin farklı olacağını sanmıştım ve ertesi gün hiçbir şeyin değişmediğini gördüm. Yaralayıcıydı bu. Küçük düşürücüydü. Kendime karşı küçük düşmüştüm üstelik, bu en kötüsüydü. O an anladım; sadece kendime karşı küçük düştüğüm anlarda kendime ve hayata dair keskin kararlar alabiliyordum. Bunu yapabilmek için ne yazık ki bok gibi hissetmem gerekiyordu. Bok gibi hissettim. Bok gibi hissedince bir kez daha anladım; bir şeylerin değişmesini istemek, çoğu zaman hatta hiçbir zaman bir şeylerin değişmesine yetmiyor. Bir şeyleri değiştirmek için, o şeylerin üzerine gitmek yetmiyor. Kendin olmak yetmiyor. Anladım; bir şeyleri değiştirmek için, öncelikle değiştirmem gereken şeyin kendim olduğunu. Anladım ve değiştim. Bir çırpıda değiştim. O andan önceki adam bensem, o andan sonraki adamın ben olmadığını biliyordum; tıpkı o andan sonraki adamın ben olduğumu bildiğim gibi. Değiştim diyorum dostum, nasıl oldu deme bana, anlatamam çünkü. Bilmediğimden değil ama, anlatamadığımdan. Hani bazı şeyler vardır; orada durur. Görürsün, dokunursun, ama bir başkası ne görür, ne de dokunabilir. İstesen de, istese de olmaz bu. Neden olduğunu bilmiyorum, anlamaya da çalışmadım. Hayatın doğasını anlamak pek ilgi alanıma girmiyor. Girse sanırım ben çıkamazdım. Kendi doğasını bile çözememiş bir adamdan, hayatın doğasını anlamasını bekleyemezsin, öyle değil mi?

Ateşli bir gece geçireceğimizi, defalarca kez sevişeceğimizi hayal etmiştim. Hayal etmekle de kalmadım aslında. Saat üç veya dörttü evden çıktığımda. Güneş bulunduğum yeri çoktan terk etmişti. Karanlığımla birlikte, keşfedilmeyi bekleyen bir kadına, keşfedilmeyi bekleyen bir bedene yol aldığımı hissediyordum. Önce trene bindim, artık kullanılmayan bir gardan kalkan. Sonra da vapura. Daha sonra da öncesinde hiç binmediğim bir otobüse; sonraları binmeyi hiç istemeyeceğim. Saat altı veya yediydi yanına gittiğimde. Kısaydı benden, epey kısaydı. Saçları düzdü; biraz sarı, biraz siyah. Beline kadar iniyordu. Bittiği yerde kalçaları başlıyordu. Yuvarlak. Elime geliyordu, elimi dolduruyordu. Yürüdükçe sallanıyordu. Gözlerim eşlik ediyordu kalçalarına; bir alta, bir üste, sonra bir daha alta. Altımda olmasını istedim. İki kadeh şaraptan sonra altıma girdi de. Hep altımda kalsın istedim. Sevişiyorduk, sevişemiyorduk. Bana sorarsanız, o an, orada ne yaptığımızı ben bile bilmiyordum. O zevk almaya çalışıyor, ama sanırım bunda yeterince başarılı olamıyor, ben de erken boşalmamaya gayret ediyor, ama her seferinde kendimden bir kez daha utanıyordum.

Saat bir veya ikiydi. Gün boyunca saate bakmamıştım, ama tahminlerim kuvvetlidir. Yanımda uzanıyordu, uyuyordu veya. Gözleri kapalıydı ve dudakları aralıktı. Gülümsüyor gibiydi, belki de gerçekten gülümsüyordu. O an, onu sonsuza dek o hâlde hiç sıkılmadan izleyebileceğimi düşündüm. Bir anlıktı, çabuk geçti. Yatağımdan kalktım ve külotumu altıma geçirdim. Bilirsiniz, hani şu dede külotlarında; kısa ve beyaz. Odanın kapısını açtım ve koridorun sonuna doğru yürümeye başladım; koridorun sonundaki kapının tuvalete çıktığını düşünerek. Nitekim tuvalete çıkıyordu. Girdim, aynada biraz kendime baktım, gözlerimin üstüne doğru bastırdım. Başımın ağrıdığını, gerçekten ağrıdığını ancak bu şekilde fark edebiliyordum çünkü. Sonra külotumu indirdim ve işemeye başladım. Rahatlıyordum; işerken tüm günahlarından arındığını hisseden herkes gibi. Ama geçiciydi bu. Hayata dair kirli tüm düşüncelerimin beynime dolması, bedenimdeki kirli sıvının klozeti doldurmayı bırakmasıyla başlamıştı. Önce güldüm kendime, sonra da kızdım. Kendime hakim olamıyordum çünkü. Sikime hakim olamıyordum. Hiç tanımadığım bir kadını, hiç tanımadığım evinde sikiyor, pişman oluyor, ama sonra yine sikiyordum. Hep böyleydi bu. Yapmamam gerektiğini biliyordum, ama yaparken, yapmamam gereken her şeyde olduğu gibi, bundan da zevk almıştım; her şeye rağmen.

Tekrar odaya gittim. Bıraktığım gibiydi. Saçları yastığa dağılmıştı. Gözleri kapalıydı. Kirpikleri, gözlerinin altındaki belli belirsiz torbalara sürtüyordu. Burnu küçücüktü. Yok gibiydi. Bu kez daha bir uyur gibiydi, ama dudakları açıktı yine. Gülüyor gibiydi. Gülüyordu.

Yanağına sağ elimin baş parmağıyla hafifçe dokundum. Yumuşaktı, yumuşacıktı. Yanağında gezdirdim parmağını. Hareketlendi. Dudakları daha bir açıldı sanki. Hafifçe dürttüm, uyandırmaya çalıştım. Gözleri aralandı; aralanan gözlerinden bana baktı. Dudakları daha da açıldı, ama bu kez farklı bir amaçla. “Hey.” dedi, “Nereden geliyorsun?”

“Tuvaletten.” dedim, farkında olmadan gülmüştüm sanırım.

“Yatsana.”

“Aslında gideceğim.” dedim, sırıtarak.

“Bir kez daha yapalım.” dedi. Çatlak ama oturaklı bir sesle söyledi bunu, “Hayır.” demeniz imkansızdı, diyemedim. Aslında hiçbir şey demedim ve külotumu çıkararak yanına uzandım.

“Ama bana bir söz vereceksin.” dedi, cevap bekleyen gözlerini bana dikerek. “Bu gece yanımda uyuyacaksın.” Aynı ses tonunda söylemişti, farklı bir karşılık veremezdim.

“Tamam.” dedim bu sefer, “Kalacağım”.

Bir kez daha seviştik. Sanırım öncekilerin aksine zevk almayı öğrenmişti, ya da ben erken boşalmamayı. Yarım saat devam ettik nereden baksan. Yorulduk. Bitmişti ama biz de bitmiştik. Sızdık. Yani, ben o an öyle sanıyordum. İşlerin sandığım gibi olmadığını öğrenmek içinse sabahı beklemem gerekiyordu.

...

Güneş, kırmızımsı perdenin açık olan aralıklarından tüm odaya doluyordu. Gözlerimi araladım, elimle yanımı yokladım, ama kimse yoktu; sanki hiç olmamıştı. Yerimden kalktım. Daha önce hissetmediğim türden bir yorgunluk vardı üstümde; seksin verdiği o tatlı ve pişmanlık dolu yorgunluktan bahsetmiyorum, hayır. Yatağa baktım, gitmeden önce son bir kez baktığımı düşünerek. Kırmızıydı. Kan vardı üzerinde. Bakire değildi. Yani, son hatırladığım öyle değildi. Olmaması gerekiyordu. “Yoksa?” dedim içimden. Bir telaş kapladı içimi. Yok olması için aynada kendime bakmam yetecekti. Sanki sırf bunun için, tam kapının yanına, özenle yerleştirmişti boy aynasını. Kendime baktım; bir daha hiç bakmamayı isterek. Ama iş işten geçmişti artık. Sol yanımda, bacağımın bittiği ve vücudumun başladığı o yerde, sıkı bir morluk, kan ve dikiş izleri duruyordu. “Siki yedik.” dedim içimden. Sanırım gerçekten yemiştim. Yani, gerçekten yediğimi o günden sonra anlamama yetecek kadar çok şeyle karşılaşacaktım.

beriki kadın.

Madem kızdın bana, nefret ettin, gitmek istedin, gitmemi istedin, söylesene, neden dokunabiliyorum hâlâ sana? Gitmek bu kadar zor mu sahiden? Anlamıyorum, bir insan gitmek isteyince neden gidemez, onu bağlayan bir şeyler mi vardır gerisinde? Sanırım. Sanırım var. Ben miyim o? Ama ben seni hiçbir zaman bağlamak istemedim ki. Gel istedim, kucağımda otur istedim, dizimde uyu istedim, burnunla oynayayım istedim, dudaklarını kanatayım istedim, ellerimi ısıt istedim, ama seni kendime bağlamak istemedim ki. Bir an olsun istemedim. Yalansız olsun istedim, geçici olmasın istedim, hep kal istedim, ama böyle değil. Benimle birlikte gülmeni, birlikte ağlamayı istedim; bana ağlamanı ya da benim için ağlamanı değil.

Hava soğuk. Kuru bir soğuk var. Kurutan bir soğuk var. Hiçbir şey yapmak istemiyorum bu havada. Havayı izlemek bile istemiyorum. Kendimi iyi hissettirmiyor, yalnız hissettiriyor. Yalnız olduğum için yalnız hissettiriyor belki de. Sahi, yalnızım ben, değil mi? Sahi, ne kadar çok yalnız var dünyada, değil mi? Sahi, ne kadar kalabalığız. Bu kalabalığın içinde yalnız kalmak yetenek ister. Öyle ya, ne kadar yetenekliyiz.

Sara Lov. Güzel kadın. Sesi de senden güzel hani. Ama seni bir duysam, her şey değişiyor. Her şey, inanır mısın? Sanki kışın ortasında güneş açıyor; eriyorum, eritiyorsun, eriyorsun, eridikçe çoğalıyoruz. İç içe geçiyoruz, ama kaybolmuyoruz. Sahi, kaybolsak ya.

Bulutları göremiyorum, nerede onlar? Anlam veremedim hiç. Çocukken de veremezdim. Gece kaybederdi bulutları, bu yüzden sevmezdim geceyi. Güneş de giderdi, ama ben en çok bulutları özlerdim. Severdim çünkü. Ne istersem onu görürdüm orada. Sihirli hissederdim kendimi, tanrı gibi hissederdim, tanrı nedir bilmeden. Özgür hissederdim. Kaybettiklerim oradaydı, onlara dokunacağımı sanırdım, sanmakla kalmazdım, dokunurdum da. Bir anlığına. Nasıl olur bilmezdim, ama yapardım, hep yapardım, hâlâ da yaparım. Sahi, bana dokunmanı özledim. Rica etsem yapar mısın? Aç pencereni, kafanı sarkıt, gökyüzüne, bırak kendini, korkma düşmezsin, düşsen bile acıtmaz. Şefkatlidir. Benim gibi değildir, senin gibi değildir, tanrı gibi değildir, ondandır ama benzemez ona. Sever seni. Hep sever.

Neden bilmiyorum, ama garip bir rüzgar esiyor içime. Soğuk, üşüyorum sanki. Yine neden bilmiyorum ama, bu yazıda bir adam, iki kadın var. Biri daha çok var; belki de hep olacağı için. Adam vurgulamayı bilmiyor, bilmeden yapıyor, iyi yapıyor, kadınlar okuyor. Kadınlar, sevmiyorlar o adamı. En azından okurken, belki okuduktan sonra, belki hep. Ama öncesi? Öncesini yok edebilir misin? Geçmişte bana olan sevgini görmezden gelebilir misin? Kör olursun canımın içi, yapma.

Harfler, öylesine sihirli ki onlar, öylesine canlılar ki, öylesine varlar ki, içimizde büyüyorlar, içimizi ısıtıyorlar, kayboluyorlar ama hiç gitmiyorlar. Özletiyorlar, özleyince geliyorlar. Vefalılar. Benim gibi değiller, senin gibi değiller, tanrı gibi değiller, içimizdeler, ama içimize benzemezler.

Sıfır.
İki.
Otuz.
İki.

Özlüyorum.
Kocaman özlüyorum.
“Kafama sıçayım.” diyorum.
“Kafama sıçsaydın.” diyorum.
“Gitmeseydin.” diyorum Merve, gitmeseydin.

Putlar İmparatorluğu: Bölüm 6

İtalyanlar göz dağı vermek için minibüsü yaktığından Mary ve Mehmet merkeze kadar yürümek zorunda kaldılar. Bu uzun bir yoldu. Yağmur yağdığından çorapları su içinde kalmış, ayakkabıları ağırlaşmıştı. Yol boyunca pek konuşmadılar. Mary için için neden dairesinden çıkmadığını sorduğu için pişmanlık duyuyor ve bir türlü konuşamıyordu. Mehmet terk edildiği günü düşünüyor ve her geçen dakika daha sinirli bir ruh haline kaptırıyordu kendini.

Yağmur yavaşlamaya başladığında Mary içinde bulundukları duruma son vermeye karar verdi. Çocukça davranmanın sırası değildi.

‘’Şu kız, nerede oturuyordu, nereliydi?’’

‘’Benimle kalıyordu ama olaylar başladığında nerde olduğu hakkında bir fikrim yok. Meksika’ya ya da Panama’ya gideceğini söylemişti sanırım. Umurumda değil. Belki bir otel odasında korkudan ölmüştür.’’

‘’Kız nereliydi demiştin?’’

‘’Tabi ya, nereli olduğunu söylemedim sana. Porto-Riko’luydu.’’

‘’Belki hala hayatta olabilir.’’

‘’Umarım değildir. Onun bulunduğu hayatta var olmamayı düşünmüştüm. Şimdi bu fırsatı yakaladım, tadını çıkarıyorum.’’

Mehmet’in söyledikleri Mary’de soğuk duş etkisi yaratmıştı. Bu kadar soğuk kanlı olabileceğini, soğuk kanlı olmasa bile böyle konuşabileceğini düşünmemişti. Bunları kafasından geçirirken Mehmet konuşmaya başladı.

‘’İtalyan mahallesinde bahsettiğiniz şu anlaşma neydi? Birlikte çalışacaksak daha çok şey bilmem gerekir.’’

‘’Gördüğün gibi her yer yıkılmış durumda. Gökyüzünde güneşi bile göremiyoruz. Milyonlarca hayvan telef oldu bile. İronik bir şekilde kapitalist sistemin faydalarını görüyoruz şu an. Sağlam kalmış süper marketlerdeki yiyecek ve içecek stokuyla bile mevcut insanlar 150 yıl yaşar diye hesapladık.’’

‘’Ve?’’

‘’İtalyanlar sokak gücünü yiyecek savaşlarında, mahalle kavgalarında kaybetmek istemediler. Ellerinde çok sayıda istemedikleri kadın vardı. Biz de anlaşma önerdik. Oturdukları yerden malzeme sağlıyorlar ve güçlerini olduğu gibi koruyorlar. Karşılarında yaptıkları tek şey erken davranarak topladıkları kadınları bize vermeleri.’’

‘’Bir nevi köle ticareti yani?’’

‘’Bir nevi değil, tam anlamıyla köle ticareti. Dünyadaki çirkinlikler böyle zamanlarda gün ışığına çıkar. Bundan bir yıl önce de köle ticareti vardı sadece sen iyi şeyler yaşadığını düşündüğün için görmek istemiyordun. Görecek iyi bir şeyin kalmadığı için artık köle ticaretini görebiliyorsun.’’

Konuşmaları bittiğinde merkeze gelmişlerdi. Olayla ilgili rapor vermeleri gerekiyordu. Onları üst rütbeden biri karşıladı ve toplantı odasına doğru yürümeye başladılar.

Putlar İmparatorluğu: Bölüm 5

Minibüs şehrin yıkık dökük sokaklarında yavaşça ilerliyordu. Nereden bir moloz yığının yola düşeceğini bilemiyordunuz. Bir yıkımı korkutucu yapan birden gerçekleşmesi ve artçılarının ne zaman geleceğinin belli olmamasıdır. O yüzden kadın minibüsü dikkatli ve yavaşça kullanıyordu sokaklarda.

Toz bulutlarının yoğunluğundan günlerdir güneş görünmez olmuştu. O gün, havada siyah bulutlar da vardı. Yolda aheste aheste giderlerken yağmur çiselemeye başladı ve bir süre sonra biraz daha yoğunlaşarak daha kuvvetli bir hal aldı.

Minibüs köşeyi döndü. Kadın arabayı durdurdu ve Mehmet’e inmesini işaret etti. Küçük İtalya Mahallesine gelmişlerdi ve Mehmet gözlerine inanamıyordu. Günlerdir her yer hiçlik kadar karanlık ve cehennem kadar ölüydü. Ama bu mahallede her şey farklıydı. Yağmurda gidecekleri yere bir an önce varmak için koşuşturan insanlar vardı. İçkiyi fazla kaçırmış erkekler sallana sallana ve şarkılar söyleyerek yürüyorlardı sokakta. Kadın, Mehmet’in şaşkınlığını fark etti.

‘’Bu mahalleyi bizim adaletimizin etkilemesini beklemiyordun herhalde? Kurulduğundan beri burada Omerta geçerli.’’

Mehmet Omerta’nın ne olduğunu biliyordu ama adalet putunun gücüne direnebilecek kadar güçlü olduğunu düşünememişti. Bir yandan mahalledeki insanları izliyor, bir yandan da kadını takip ediyordu.

Sosisli yapan dükkanın önünden geçerken Mehmet durakladı. Bu koku, tüten duman… İnanılmaz güzel geliyordu onca günün ardından. Çocukluğundaki pazar gezmelerini anımsatmıştı bu mahalle ona. Domuz etinden olsa da bir sosisli yemek istiyordu o an. Kadın Mehmet’in durakladığını fark etti.

‘’İşimiz bitince birer sosisli yeme fırsatımız olacak. Şimdi çocuklaşma ve yürü.’’

Bakkaldan bozma bir dükkanın önüne geldiler. Siyah saçlı, sert bakışlı genç bir çocuk onları kapıda karşıladı ve arka tarafa geçebileceklerini işaret etti. Kadın ne yaptığından emin adımlarla ilerliyordu. Dükkanın arka tarafına doğru yürüdüler ve bir kapıdan daha geçtiler. İkinci kapıdan geçtiklerinde bir masada purolarını tüttüren üç tane adam oturuyordu. İçerisi küçük, çok iyi aydınlatılamamış ve duman altıydı.
Masanın sağında oturan adam viskisinden bir yudum aldı ve ayağa kalktı, kadınla ve Mehmet’le tokalaştı. Diğer iki adam sadece başlarıyla selam verdiler. Kadın masaya oturur oturmaz konuşmaya başladı.

‘’Merhaba Don Antinino. Yeni iş ortağım Mehmet. Bundan sonra görüşmelerimizde o da bulunacak.’’

Don Antinino küçümseyen bakışlarla Mehmet’e baktı, sonra yine kadına döndü.

‘’Teklifiniz ne?’’

Kadın hiç beklemediği bir soruyla karşılaşmış gibiydi. Şaşkınlığını gizlemekte zorlanıyordu.

‘’Teklifin değiştiğinden haberim yok. Süper Market gıda ürünlerinin yüzde onbeşi ve diğer tüm reyonlardaki ürünlerden yüzde yirmi pay diye anlaşmamış mıydık?’’

‘’O bir ay öncesinin anlaşmasıydı güzelim.  Dünyanın son zamanlarda ne kadar çabuk değiştiğini fark etmedin galiba. Ayrıca ne kadar zenci, melez kadın varsa hepsini size veriyoruz. Bütün sokak gücünüz bizden aldığınız kadınlardan oluşuyor hemen hemen. Eğer patronun düzenin devam etmesini istiyorsa anlaşmasını değiştirmek zorunda.’’

‘’Ben sadece elçiyim. Sözlerinizi ileteceğim.’’

‘’Sözleri iletmekle kalmayıp onları ikna etsen senin için çok daha iyi olur. Kişisel algılama, biliyorsun bu bir iş. Eğer bir daha seni aynı teklifle buraya yollarsa durum biraz karışabilir. Anlıyorsun değil mi?’’

‘’Anlıyorum.’’

‘’Öyleyse defolun gidin buradan gerizekalılar!’’

Don Antinino suratında en ufak bir mimik değişimi olmadan konuşmuştu. Karşılarken de kovarken de aynı surat ifadesini taşıyordu. Kadının biraz beti benzi atmıştı. Sosisçiye kadar hiç konuşmadan yürüdüler.  Dükkana geldiklerinde ikisi de biraz sakinleşmişti. Birer sosisli ve portakal suyu söylediler. Mehmet sosislisini yerken sessizliği bozmaya karar verdi.

‘’Bu süper market anlaşması falan nedir?’’

‘’Sonra konuşuruz. Şu an bahsetmek istemiyorum. Konuyla alakasız olarak sormak istediğim bir şey var. Olayların patlak verdiği gün, yıkımlar gerçekleştikten sonra aradığımız herkesi sokakta bulmuştuk. Ama duyduğuma göre seni dairenin önünde yakalamışlar.’’

‘’Evet’’

‘’Peki nasıl paniğe kapılmadın? Yani o kadar şeyden sonra kim dairesinde rahat rahat oturabilir ki?’’

‘’Beni yakaladıklarında yeni uyanmıştım. Uyku ilacı ve alkolü karıştırmıştım o akşam.’’

‘’Çok özel olmazsa nedenin sorabilir miyim?’’

‘’O sabah sevdiğim kadın beni terk etmişti.’’

Mehmet cevabı verdikten sonra ikisi de bir daha ağzını açmadılar. Sosislilerini yediler, kadın hesabı ödedi ve dükkandan çıkıp yürümeye başladılar. Minibüslerinin yanına geldiklerinde onları bir sürpriz bekliyordu. Araç alevler içinde kalmıştı.

saat, seni ben geçerken.

Bitkindim, hastaydım, yerin dibinden çıkmış ve tekrar oraya düşecekmiş gibi hissediyordum. Ellerim üşüyordu. Parmaklarıma doğru daha çok üşüyordu. Parmaklarım donuyordu. Onları ısıtmak istedim. Telefonumu elime aldım ve aradım. Açıldı ve şöyle dedi bir kadın; “Böyle bir numara bulunmamaktadır.” Oysa beklediğim ses değildi bu. Beklediğim cevap hiç değildi. “Böyle bir numara var.” diyordum içimden, çünkü biliyordum ki vardı. Bir daha aradım, tekrar aynı ses. Bir daha aradım, yine aynı ses. O sesi yedi kez daha duydum, ama aradığım sesi duyamadım. Çünkü biliyordum, bir zamanlar vardı öyle bir numara. O numaranın bir kadını vardı. O kadının bir adamı vardı. Adama söyledikleri vardı. Söylediklerinin gitmeyen bir tadı vardı. Ne yaparsa yapsın adam, gitmiyordu o tat, tıpkı kendi gibi. Çünkü kendi, kadının söylediklerinin gitmediği yerde kalmayı öyle iyi biliyordu ki. Hem seviyordu, hem sevmiyordu, ama değişmiyor ya da değişemiyordu, gitmiyordu bu yüzden, gitmeyi aklından hep geçiriyor ama sadece geçirmekle yetiniyordu ve aradığı sesi duyamıyordu.

Bir başkasını aradı. Bir başka kadındı aradığı. Kendisini sevdiğini ve kendisini karşılıksız olarak seven birinden asla vazgeçmemesi gerektiğini iyi biliyordu. Çünkü liman olurdu onlar gerektiğinde ve o, denizin dalgalarından korktuğunda, bir limana sığınmayı iyi bilirdi.

“Sen Havva’sın.” dedi. “Dünyanın ilk günü değil belki, ama dünyamın ilk gününde yaratılmış olan o kadınsın. Yangınsın sen, denizsin, gökyüzüsün. Benden bir parçasın. Bu yüzden uzaklaşamıyorum senden.”

Duygulandı kadın. Ağladı. Sahibi olmadığı ve olamayacağı sözcükleri ağladı. Çünkü severdi adam söylemeyi ve söylemekten bir an olsun alamazdı kendisini. Kime söylediği, niye söylediği önemsizdi ama hep söylerdi, kendisine söylerdi, başkasına söylerdi, konaklar ve giderdi, hep giderdi, kendisine gelmemiş ve hiç gelmeyecek olana giderdi, gitmeyi severdi, bırakmayı severdi, ağlatmayı severdi, hep ağlatırdı da; çünkü onu da ağlatan biri vardı. Herkesi ağlatan biri vardı, bilirdi.

Kapandı telefon. Ama aklımdan biraz önce konuştuğum kadının bana söyledikleri değil, hiç duymadığım, duyduysam bile hatırlayamadığım o kadının, o kaydın sesi çıkmıyordu. “Böyle bir numara bulunmamaktadır.”

Ona dair numarasından başka ne biliyordum ki? Hiç. Hiçbir şey bilmiyordum. Numarası vardı yalnızca ve ismi, eğer doğruysa. Ve bir de bana bıraktığı birkaç hatıra. Acı veriyordu bana bıraktıkları, ama acı beni yaşama bağlardı. Yaşamdan kopmamak istiyordum ve bu yüzden hep düşünüyordum. Düşünmek beni mutsuzluğa ve umutsuzluğa itse de yapıyordum bunu; çünkü aradığım ne tam anlamıyla gerçekleştirebileceğim bir umut, ne de sonu olan bir mutluluktu. Sonu olmayan şeyleri seviyordum. Karmaşayı seviyordum. İçimi seviyordum, çünkü içim karmaşıktı. Karmaşamda kaybolmayı seviyordum.

Yatağımın tam karşısında, kitaplığım vardı. Kitaplığımın en ufak rafındaydı aradığım şey; kırmızı kaplı, ufak bir dosya. Ufak dosyanın içindeki ufak bir kağıt. Kağıdın içindeki ufak sözcükler. Ufak sözcüklerin içindeki büyük anlamlar. Onları arıyordum. Onları bulmuştum ve onlara dokunuyordum. Gözlerimden dokunuyordum. Ellerimden dokunuyordum. Kalbimden, aklımdan dokunuyordum. O kadına dokunmak gibiydi sözcüklerine dokunmak. Şehvetli, duygusal, hiç bitmeyecekmiş gibiydi dokunmak. Soruları vardı cümlelerinde. Cevaplarım vardı. Böylece konuşmuş gibi oluyorduk; o soruyor, ben söylüyordum. Aynı cevapları defalarca kez vermiştim ama defalarca kez daha verebilirdim. Hep verebilirdim.

“… Yaşıyorsun. Mutlu değilsin, umutlu değilsin, ama nasıl yaşıyorsun?”

“Yaşıyorum canım.” diyordum.” “Mutlu değilim, umutlu değilim, ama yaşıyorum. Başka türlü yaşanabiliyor mu? Başka türlü yaşamaya, yaşamak denebiliyor mu?”

Gülüyordu. Yanımda olsa ve söylesem gülerdi çünkü. Gözleri düşerdi. Sol yanağındaki küçük, sadece benim gördüğüm gamze aralanırdı. Gözleri kayardı, bakamazdı, utanırdı. Saçları vücuduna dağılırdı. Geriye düşerdi çünkü. Dağılırdı. Kumraldı ya da sarıydı saçları, hiçbir zaman yapamadım bu ayrımı. Yapmayı da istemedim. Bilmediğim şeyleri severdim çünkü ben ve ona dair bildiğim tek şey ismi, bıraktığı birkaç hatıra ve de numarasıydım. Numarası artık yoktu. İsmi belki kendi ismi değildi. Ama hatıraları yok mu, hep vardı işte onlar. Hep olacaktı. Olsun istiyordum.

Chiquitita çalıyordu.
Abba söylemiyordu.
Kimse söylemiyordu.

Duvar Yazısı

duvarlar var.
pencereler
ve parmaklıklar.

duvarlar,
birleşmeye meyyal,
içi dışı bir
tek yüzlü
(uğultuyu duyuyor musunuz?)
sıvasız,
ruhsuz,
taştan
duvarlar.

"umut bile değil
özgürlüğüm.
düşündükçe dolanıyor
zincirlerim.
itaatsizim
ki,
sırtımda kırbaç izleri"

duvarlar
yıkılmaya meyyal.
(sanki biri homurdanıyor)
fakat,
tutsaklık
alışkanlık
yapar.
(hayır, insan sesine benzemiyor)
duvarlara ihtiyacımız var.

"soramıyorum bile:
ben
kimin kölesiyim?"

(...)
(...)
(ya hiç susmazsa?)

Putlar İmparatorluğu: Bölüm 4

Mehmet uyandığında içi küf kokan bir odanın içinde buldu kendini. Her tarafından patlamış eski bir koltuk ve kırılmak üzere gibi gözüken iki sandalyeden ibaretti odadaki mobilya. Gözü sandalyede silahını inceleyen kadına ilişti. Dipleri kahverengi olan sarı saçlı, kumral tenli bir kadın sandalyelerin birine oturmuştu.

Kadının silahıyla oynadığını görünce Mehmet orada, o anda infaz edilip edilmeyeceğini geçirdi kafasından. Garip bir şekilde korku hissetmiyordu. Gördüğü tüm o gerçeklerle uyuşmayan manzara Mehmet’e bir rüyada ya da hayalde olduğunu hissettirmişti.

Kadın, Mehmet’in uyandığını görünce yapmacık bir şekilde gülümsedi. Mehmet’in tarafına bakmadan konuşmaya başladı.

‘’Bakıyorum uyanmışsın. Ben de artık ne zaman uyanacaksın diye endişe etmeye başlamıştım. Çok işimiz var çünkü.’’

‘’Neden uyandırmayı denemedin?’’

‘’İlaçların etkisindeydin, bir faydası olmazdı. Hadi giyin. Artık iş ortağıyız, diğer sorularını arabada cevaplarım çok umutlanma ama çünkü ben de pek çok şeyi bilmiyorum.’’

Kadın köhne kapıda asılı duran elbise torbasını uzattı ve dışarıda beklediğini söyleyerek dışarı çıktı. Torbanın içinde ucuz işçilik olduğu her halinden belli olan bir takım elbise, gömlek, kravat ve koltuğun kenarında da ayakkabı kutusu duruyordu. Mehmet az da olsa sorularına cevap bulabilme umuduyla hızlıca giyindi ve dışarı çıktı.

Kadın kapının önünde bekliyordu. Merdivenlerden inmeye başladılar. Dışarı çıktıklarında sokakta bir tane araba vardı. Kaplaması yer yer paslanmış eski model bir Ford’du. Araba minibüstü, iki kişi olmalarına rağmen neden minibüs kullanacaklarını anlayamadı Mehmet. Kadın direk direksiyonun başına geçti. Mehmet biraz zorlanarak kapıyı açtı ve yerine oturdu.

‘’Madem iş ortağıyız, birkaç soru sormama izin ver. Sondan başa doğru gideceğim. O kesme şekerler ve haplar ne anlama geliyordu, neden bayıldım?’’

‘’Biz adaletin kılıcı için çalışıyoruz ve adalet her zaman kestiği başlardan beslenir. Akan kan saygınlığını ve adalete duyulan korkuyu artırır.’’

‘’Yani?’’

‘’Kesme şekerler, bizim daha önce infaz ettiğimiz insanların karaciğerinde depo edilmiş glikojenden damıtıldı. Haplar da yine aynı kaynaklardan gelen proteinler tarafından üretildi. Böylece adaletin yok ettiklerinden beslenmiş olduk sembolik olarak. Adalete duyduğumuz saygıyı perçinledik. Bayılma konusuna gelince, onu ben de bilmiyorum.’’

‘’İnanamıyorum, yamyam olduk yani?’’

‘’O kadar abartma istersen. Gerçekleşen onca işlemden sonra şekerlerde veya haplarda insandan bir parça bulmak paranoyaklık. Gübrelenmiş toprakta yetişmiş meyve yediğinde de hayvan leşi yediğini düşünür müsün?’’

‘’Bilmiyorum haklı olabilirsin. Bu arada bindiğim tutuklu aracı Lexus’tu. İş aracımız neden eski püskü bir minibüs?’’

‘’Gittiğin yerde değerli bir insan olarak gözükmek istemezsin, inan bana. Birazcık önemli olduğunu düşünürlerse seni fidye olarak kullanırlar. Huzura çıktığın gün dediğin gibi, bizden başka güçlerde söz konusu her ne kadar bizle anlaşma içinde ve bizden güçsüz olsalar da.’’

‘’Anlıyorum, Peki nereye gidiyoruz şimdi?’’

‘’Çok eski zamanlardan beri kendi adalet sistemi olan insanların yanına. Modern adalete hiçbir zaman teslim olmamış bir mahalleye.’’

Putlar İmparatorluğu: Bölüm 3

Yaratık  girişte Mehmet’e gösteriş yapmıştı. Çünkü Korumalar diz çöktükten, Mehmet şaşkınlıkla önüne bakmaya başladıktan birkaç dakika sonra yaratığın saçtığı ışık hissedilir düzeyde azalmıştı. Kadınlar,  Mehmet’in sağında ve solunda diz çökmüş durumda duruyorlardı hala. Sahiplerinin heykel oluşuna özenmişler diye içinden geçirdi Mehmet, hatta o şartlara tezat oluşturacak şekilde suratını bir tebessüm kapladı. Tam bu sırada yaratığın gösterişine yakışmayacak tez ve çocuksu bir ses doldurdu odayı.

‘’Huzuruma hoş gelmedin, biliyorum ama yine de sen benim için az da olsa değerlisin ve bunun nedeni merak ediyorsun değil mi? Hadi durma, konuş. Surat ifaden bu atmosferden korkmadığını gösteriyor. Halbuki kızlarımın söylediğine göre evinden alınırken küçük çocuklar gibi tir tir titriyormuşsun. Yoksa senin için sonunun ne olacağını bilmediğin bir kaos, yargılanıp öldürülme ihtimalinin olduğu bir düzenden daha mı ürkünç?’’

‘’Şu an yargılandığımı bilmiyordum.’’

‘’Sakinliğin takdire değer. Ama sözlerine dikkat et! Küstahlığa varırsa, değerin ne olursa olsun kelleni almak zorunda kalırım.’’

‘’Neler olduğunu anlayamıyorum.’’

‘’Olanları ne ben ne de bir başkası anlatacak değil. Siz doğulular putlar yaratmakta iyisiniz. Şu an bu zahmetten kurtuldun. Sen kökenlerinin getirdiği diğer yeteneğin sayesinde hayatta tutunacaksın. Olayları sorgulamadan benim şanımı yayacaksın. Adalete hizmet edeceksin.’’

‘’Böyle bir hizmete ihtiyacınız olduğuna göre başka güçlerde söz konusu ve siz bir şeyi gözden kaçırmışsınız . Biz doğulular kendi yarattığımız putlara karşı çok çabuk sırtımızı döner ve yaratma aşamasında duyduğumuz şevkten daha hırslı bir şekilde onu yıkmaya çalışırız.’’

‘’Bunu bilmediğimi sanmanı aptallığına veriyorum. Ölmek istemiyorsan bana hizmet edeceksin ve şu an bana sırtını döndürebilecek kadar büyük bir güç yok dünya üstünde.’’

‘’Kabul etmekten başka şansım yok gibi gözüküyor.’’

Mehmet sözlerini tamamladığında sol arka çaprazında duran bir kapı açıldı, kapıdan önce beyaz dumanlar çıktı, sonra da beyaz önlüklü iki adam. Doktor gibi gözüküyorlardı ve büyük ihtimalle de doktorlardı. Birisi elinde bir tepsi taşıyordu. Tepsinin üzerinde bir şişe su ve iki plastik kap gözüküyordu.

Doktorlardan biri Mehmet’in yanına geldi ve iki tane rengi beje çalan kesme şeker verdi. Yemesi gerektiğini anlayan Mehmet önce kesme şekerleri yedi. Sonra eline bir bardak suyla iki tane kapsül şeklinde hap tutuşturuldu. Hapları yutmasına rağmen doktorlar geldikleri yere geri dönmüyorlardı. Görüntüler bulanıklaştı. Doktorlardan biri Mehmet’i kolundan tuttu. Hapları yuttuktan çok kısa bir süre sonra bayılmıştı.

mualla, anla.

“Sevmek, sevdiğini mutlu görmekse ve seni de benim gitmem mutlu edecekse, ben gideyim mi?”

“Sevmek, sevdiğini mutlu görmekse ve seni de benim gitmem mutlu edecekse, ben gideyim mi?”

“Sevmek, sevdiğini mutlu görmekse ve beni de senin gitmen mutlu edecekse, sen yine de gitme. Ben alışırım. Çünkü sen gidersen, sonrasını hiç kimse bilmiyor.”

kaptan kırmızı.

Kaptan, bira getir bana.
Yanında da bir keyif sigarası,
Ucuzundan bir Marlboro.
Marlboro’nun da ucuzu mu olur deme,
Sen getirirsen olur kaptan.

Kaptan, bira getir bana.
Çünkü bugün bana hizmet edeceksin.
Çünkü bugün mahşer günü.
Bugün limana değil, cehenneme rotamız;
İçinde ateş var.
Senin gemin, o ateşe dayanmaz kaptan.
Bira getir ki yanmayalım.

Kaptan, bira getir bana.
Bilirim ki ne ateşten, ne yangından korkarsın sen.
Ama ben korkarım kaptan.
Beni hiç yakan olmadı, bu yüzden bilmem tadını.
Sen benim korkmamı istemezsin, değil mi kaptan?
O yüzden bira getir bana,
Ağzına kadar dolu olsun.

Kaptan, bira getir bana.
Bir tane de kendine.
Deryayı izleyelim Süreyya’dan.
Süreyya’nın kıçından.
Bir kadın kıçı gibi,
Narin ve biçimli, ama ısıtmıyor kaptan.

Kaptan, boş ver sigarayı.
Birayı da unut.
Oldu olacak deryayı da.
Ama kendini unutma.
Kendini unutma kaptan, çünkü ben hatırlarım.
Çünkü ben hatırlarsam ve sen olmazsan,
Üzülürüm be kaptan, ağlarım.
Sen benim ağlamamı istemezsin, değil mi kaptan?

Putlar İmparatorluğu: Bölüm 2

Mehmet uyandığında lüks bir arabanın arka koltuğunda elleri ve ayakları kelepçeli bir şekilde oturuyordu. Ne olduğu anlamaya çalışan gözlerle etrafına bakındı. Arabanın içi loş bir şekilde aydınlatılmıştı. Yanında ceketinin yakasına broş takmış bir kadın oturuyordu. Belinde demir ışıltılarıyla parlayan bir silah ben buradayım diye bağırırcasına duruyordu. Mehmet cesareti toplayarak yanında oturan kadına döndü, bir yandan soru sormaya hazırlanıyor bir yandan da broşun üzerindeki şekli görmeye çalışıyordu.

‘’Beni nereye götürüyorsunuz?’’

‘’Bu kadar lüks bir mahkum aracı tahsis ettiğimize göre basit bir yere değil. Ayrıca soru sormanın anlamı yok. Otur ve zamanının gelmesini bekle.’’

Mehmet aklındaki sorulara cevap bulamasa da broşun üzerindeki şekli görebilmişti. Altın sarısı zemin üzerine yer yer parlak taşlarla süslü bir terazi kabartması işlenmişti. Aklına o kadar çok düşünce uçuşuyordu ki bu kalabalığa dayanamayan Mehmet kafasını koltuğa bıraktı. Biraz da oyalanmak için arabayı incelemeye başladı. İnceledikçe hayrete düşüyordu, modelini çıkaramasa da araba kesinlikle bir Lexus’du. Kadının dediği gibi basit bir yere götürülüyor olamazdı. Direksiyonun olduğu tarafa baktı ama arabayı kullanan silüetin nasıl bir tip olduğunu seçemedi.

Mehmet uyandıktan kısa bir süre sonra araba hafifçe fren yapıp durdu. Etrafı komple yıkılmış bir gökdelenin yanına gelmişlerdi. Korumalık ya da gardiyanlık tarzı işlerle uğraşan kadınlar geldiler ve Mehmet’in bulunduğu arabanın sol kapısını açtılar. Mehmet yavaşça arabadan inmek için hamle yaptı. Kapıyı açan kadınlardan biri onu hızlıca ittirdi. Eğildi ve ayak bileklerindeki kelepçeyi çözdü, sağ eliyle Mehmet’in yakasına yapıştı ve hızlıca kendine doğru çekti. Mehmet kadınların gücüne şaşıyordu.

Arabadan inince kafasını kaldırdı ve bir tabela görmeye çalıştı. Bir tabela görür gibi oldu.

‘’R……… P………’’

İki harfin anlamanı çözemedi, aradaki tüm harfler dökülmüştü. Kolları kelepçeli bir şekilde Mehmet’i asansöre bindirdiler ve en son kata doğru çıkmaya başladılar. Asansörle bina arasında bile dolaşan insanlar arasında çok fazla rütbe farklılığı olduğu ortadaydı ve Mehmet her katı geçtikçe daha da korkmaya başlamıştı. Son kata geldiklerini bildiren zil sesi çaldığını anda kapı açılmaya başladı ve kabinin içi etrafı seçmeyi güçleştirecek derece bir ışıkla dolmaya başladı.

Mehmet gözlerinin önüne ellerini siper ederek yürümeye başladı. Vakit geçtikçe ışığa alışıyordu. İki yanında duran iki kadın birden bire diz çöktü ve öylece kaldı. Mehmet korkudan kendini yere attı ama kafasını yere eğmek yerine doğruca karşısında dikilen yaratığa bakıyordu.

İki metreye yakın taştan bir heykel, gözleri kapalı taştan bir kadın. Bir elinde terazi ve diğer elinde kılıç tutuyordu. Etrafına ışıklar saçarak gölgelerin içinde vücut bulmuştu.

Putlar İmparatorluğu: Bölüm 1

Gece saat dörtte uyandığında dışarıda hiç alışık olmadığı bir rüzgar sesi vardı. Gecenin ritmine alışmış vücudu bozulan düzeni hissetmiş ve acil uyarı sistemi gibi onu uyandırmıştı. Uyandığında işlerin yolunda gitmediğini hissetti. Uyuduğu süre müddetçe kabuslar görmüştü ve bu hiç normal değildi.

Uykunun verdiği uyuşuklukla yataktan kalkıp kalkmamak arasında gidip geldi. Aralık kalmış güneşliğin arkasından hiç alışık olmadığı bir ışık sızıyordu, bundan rahatsız oldu ve doğruldu. Yalpalaya yalpalaya camın yanına gitti ve gökyüzüne baktı, ay o gece çok güzel gözüküyordu. Sokak lambaları ve apartman ışıkları sönmüş, ay ışığının hükmetmesine izin vermişlerdi. Sokakta gökyüzüne ulaşmak istercesine kıpırdanan bir toz bulutu vardı. Mehmet manzaranın verdiği huzurla birlikte yatağa kendini bıraktı. Beyninde bir elektrik fırtınası vardı sanki. Olayları algılamaya başlayan beyni adrenalini artırmıştı. Küçüklüğünden beri çok korktuğunda elleri dirseğine kadar uyuşan Mehmet’in kolları yine uyuşmaya başlamıştı. Sırtı sırılsıklam bir şekilde yatağında doğruldu. Aklına bir çengel takılıp kalmıştı.


‘’Benim odamdan ay gözükmez ki?’’


Mehmet’in oturduğu bina yüksek apartmanlarla çevriliydi. Bırakın ay ışığını, öğlen saatleri dışında odasına güneş ışığı bile giremezdi.

Bütün korkularına rağmen Mehmet cama doğru koştu, gözlerini ovuşturup ovuşturup tekrar baktı dışarıya. Yanılmıyordu. Kendini tokatladı, defalarca yüzünü yıkadı ama hiçbir şey değişmiyordu. Sokağın karşısı olduğu gibi yıkılmıştı. Üstüne dolabından eline geçen ilk ceketi geçirdi ve odasından çıktı. Çıplak ayaklarına küfürler savura savura spor ayakkabılarını giydi. Bağcıkları bağlamaya üşenip ayakkabının içine soktu. Daireden çıktı ve merdivenlerden inmeye başladı.

Merdivenlerden inerken yukarı doğru çıkan birilerinin gölgesini gördü. Yangın merdiveni girişine saptı ve karanlık bir köşeye saklandı. Bu saklanma çabaları boşuna gitmişti. Karanlığın içinde üç kadın eliyle koymuş gibi Mehmet’i buldular. Bir tane karın boşluğuna tekme geçirdiler ve onun ne tepki vereceğini beklercesine durakladılar. Mehmet boğuk öksürüklerin arasından zar zor konuşabildi.

‘’Benden ne İstiyorsunuz?’’

Liderleri konumundaki kadın çizmesinin topuğuyla sol böbreğinin üstüne vurdu. Kadın konuşmaya başladığında Mehmet sadece ne olduğu anlaşılmayan fısıltılar duyuyordu.

‘’Kutsal kadının yüce adaletinde hesap vereceksin!’’

Son Akşam Yemeği


- bu ekmek benim etim, bu şarap benim kanım.
+ bu salatalık turşusu neyin?
- ciddi bi şey konuşuyorum yahuda.
+ ısırık aldım da demin, sakata gelmeyelim diye...
- yahuda, bak seni babama şikayet ederim, yeter artık...
+ hep babanın arkasına saklanıyosun isa. birey ol birey... petrus, bırak sen de şu turşuları. ne oldukları belli diil...
- artık hesabı isteyelim bence, bu yemeğin iyice tadı kaçtı.
+ vaay... öyle olsun isa, görürsün sen.

Bir Delinin Günlüğü

sevgilim günlük,

galiba gene aklıma kaçırdım. tutamıyorum düşüncelerimi, kaçırıveriyorum. bilinçaltıma bez bağladım ben de, naapiyim? pek rahat değil ama, en azından belli olmuyor düşünce kaçırdığım. arkadaşlarıma ayıp olmasın...

sevgilim günlük,

ne güzel bi adın var. anlamı ne? benim adımın anlamı yok. arkadaşlarım bana kısaca deli derler. gerçekle bağımı koparmışım, öyle diyorlar. onlar benden daha gerçekçiler doğru, ama bilmiyorlar ki ben onlardan daha gerçeğim. arkadaşlarım hep doktor, hemşire, okumuş çocuklar yani. ben de onların aklını okuyorum. ben okumayı çok severim. bir de sahilde uzun yürüyüşleri.

odamın duvarları yumuşacık, günlük. ne kadar şanslıyım, değil mi? duvarlarımda özgürlük payı var sanki. bazen, dışarıyı düşünürüm ellerimi duvarlarımda gezdirirken. dışarıyı özlerim, bulutların geçişini, güneşte ıslanmayı, gölgede kurumayı... hapishanede gibi hissederim kendimi. sonra dışarıdaki insanları düşünürüm. bana bakışlarını, tavırlarını, üzerime sıçrayan korkularını, ve korkmaktan utandıklarında üstüme saldıkları öfkelerini... o zaman, sertleşsin isterim duvarlarım, daha da soğusun. hapishanem sığınağa dönüşür, duvarlarımı severim.

sevgilim günlük,

aklıma kaçırdığım son düşünce neydi biliyor musun? "ya dışarısı yoksa?" ya dışarısı yoksa? o zaman hapishanede miyim, sığınakta mı? ya dışarısı yoksa günlük? duvarlarım tek yüzlüyse... beni engelliyorlar mı, beni koruyorlar mı? ikisi de değil. değil mi? dışarı çıkmalıyım günlük, ki içeri girebileyim.

sevgilim günlük,
bu günlük bu kadar.

sahi.

Gemiler gelirdi, trenler giderdi, ateşler sönmezdi, sigaralar yollara birbiri ardına düşerdi, kibritler biterdi, ateşler biterdi ve elinde olmayanı kaybederdi bir adam. “Arkana bakma.” derdi, giderdi. Arkasına bakardı ama baktığı bunu bilmezdi. Elinden gelse hep bakardı, ama elinden gelmezdi. Üzülürdü. Üzüntüsü yaşam kaynağıydı. Sigarası bitmişti, zaten çakmağı da yanmıyordu, üstelik treninin kalkmasına da altı dakika kalmıştı. Elleri soğuktu, ellerinden üşürdü, ama o gün üşümemişti. Çünkü o gün bir kadını sevdi. Çünkü o günden sonraki her gün o gündü. Çünkü zamanı durdurmak istemişti ve zamanı durdurmuştu, en azından Haydarpaşa’da.

Her şeyin bittiği, ama hiçbir şeyin başlamadığı yerdi orası. Çünkü bilirdi adam, başlasaydı biterdi, çünkü her şeyin sonu vardı, çünkü sonu olan her şey geçiciydi, geçici olan sevilmezdi, çünkü sevilen geçmezdi. Ne zaman geçti, ne de adam sevmekten vazgeçti.



“Bir kadının nereden geleceği belli olmaz, ama nereye götüreceği bellidir. Tehlikelidir onlar çocuk. Bir kadına değer vermek tehlikelidir, kötüdür, ölümcüldür. Kolay değildir ve ödün gerektirir. Sonunda pişman olabilirsin, emin misin?”

“Değilim, ama bu vazgeçmem için yeterli değil Martı.”

“Vazgeçmek ve geçmemek, ya da bunların hiçbirine ihtiyaç duymamak. Düşünsene çocuk, böyle bir dünyayı, seçim yapmadığın ve yapmadığın seçimlerden sorumluluk duymadığın bir dünyayı. Orada yaşamayı. Orada sevmeyi. Orada ölmeyi.”

“İstemiyorum Martı, hiç istemedim.”

“Ama pişman olacaksın. Bu sefer olmasa bile bir dahaki sefer. Bir dahaki sefer hep vardır çocuk, pişmanlık da öyle. Önceyi ya da sonrayı arzularken. Her yerde pişmanlık vardır.”

“Peki ihtiyar, ya pişman olmayı seviyorsam, ya pişman olmak bende bir alışkanlığa, hatta bağımlılığa dönüşmüşse, ya onsuz yaşayamıyorsam.”

“O zaman çocuk. O zaman bildiğini yap.”

“Bildiğim bildiğindir Martı. Biliyorsun.”

“Buradayım çocuk, bilmesem olamazdım.”

“Bilsen, yaşayamazdın.”

“Doğru.”

“Değil Martı, yalan söyledim, yalan söyledin. Sözlerin yalandı, bakışların yalandı, beni yalanlarının arasına sıkıştırdın. Orada kayboldum. Orada kaybolmayı sevdim. Kaybolmayı sevdim. Bulunmamak istedim. Kendimi bulmamak istedim. Doğruları sevmiyorum Martı, onları istemiyorum, hiç istemedim, bir çocuk gibi, bir bebek gibi, doğmamış bir insan gibi, canlı gibi, hislerime teslim olmak istedim. Sahi, neden hislerimize teslim olmak istediğimizde hep bir şey olur da yapamayız bunu. Tanrı neden bu kadar kötü ya da doğa neden bu kadar adaletsiz. Neden düşünmek zorundayız. İkilemlerden nefret ediyorum. Kendimden nefret ediyorum. Etmeyebilirdim, burada seninle konuşuyor olmayabilirdim, evimde kahvemi içiyor olabilirdim. Sigaram dudaklarına değerdi, dudaklarıma değerdi, sigaramı içerdim, onu içerdim. Sahi, ne güzel de kahve yapardı. Bana hiç yapmamıştı, belki yapmayı bile bilmiyordu. Ama Martı, güzel kahve yapabilmek için kahve yapmayı bilmek gerekir miydi? Gerekir miydi ihtiyar, söyle bana.”



“Seni seviyorum.”

“Peki bu ya her şeyin sonu demekse. Ya sevdikçe sevmeyi unutuyor ve tükeniyorsak. Ya bugün beni sevmen, yarın beni sevmemen anlamına geliyorsa? Ya beni kaybedeceksen sevdiğin için. Gerçekten, yine de sever miydin?”

“Seni seviyorum.”

“Ben de.”

“Seni çok seviyorum.”

“Az sev, ama tutarlı sev.”

“Çok seviyorum ve tutarlı seviyorum.”

“İnanmak istiyorum.”

“İnanma, asıl bu her şeyin sonu demek.”



Perdeler kapandı, ışıklar söndü ve hiç tanımadığım bir kadının mısır kokan dudakları, dudaklarıma değdi. Oysa mısır yememişti.

“Sahi, mısır yer miyiz bir gün?”



Salty Seas çalıyordu. Kim bilir kaçıncı kez çalıyordu. Ellerim üşümeye devam ediyordu. Ellerine değmeyen ellerim. Değmediği için üşüyen ellerim.

“Sahi, günün birinde beni ısıtır mısın bir kez daha?”



Jimmy’nin annesi vardı sonra. Şehvetliydi, ama çıplak değilken. Çünkü çıplakken ormandı. Sevmezdim o ormanı. Chinaski de sevmezdi. Ama o ormanda bir adam kaybolmayı göze almıştı. Kaybolmuştu ve kendini bulamamıştı. Bu yüzden kendini vurmayı seçti. Şakağından.

“Sahi, sen hiç bir adam öldürdün mü tetiğe bile basmadan?”



Seni görüyorum. Tam karşımdasın. Dokunabileceğim kadar yakınımdasın, ama dokunamıyorum, dokunsam üşümezdim, üşümesem bunları yazmazdım, yazmasam sen olmazdın.

“Sahi, iyi ki üşümüşüm, değil mi?”



Saat sıfır bir sıfır dokuz. Durduramıyorum onu, ama sen benden geçme, tamam mı? Geçersen üzülürüm çünkü. Üzülürsem ağlarım. Hem de çok fena ağlarım. Bir damla değil bu sefer. Çok damla. Çok damla ağlarım, senin için ağlarım. Görüyor musun bak. Ağlıyorum şu an. Tam şu an. Yemin ederim ağlıyorum.

“Sahi, ya Ceren Gamze olmasaydı?”

yedinci duyu.

İki kişi vardı yanımda. Dar ve karanlık bir odadaydık, üşüyordum; ya soğuktu ya da çıplak olduğum için böyle hissediyordum. Diğerleri de çıplaktı. Diğerlerinin de yere doğru uzanmış sikleri vardı. Tanımıyordum onları, tanımak istemiyordum, neden onlarla birlikte olduğumu bilmiyordum ve neden burada olduğumu da. “Onlar da benim gibi hissediyorlardır herhalde.” diye geçirdim içimden. Korkuyordum. Anlamak istiyordum, ama bundan önce duymak istiyordum; kimden geldiği önemsiz olan bir sesti bana gereken, ama duruma bakılırsa yanımdakilerin konuşmaya pek niyetleri yoktu. Konuşamayacak kadar korkuyordum. Onlar da korkuyorlardı, belli.

Bir ses duyuldu sonra. Bir ses, ama neyin sesi belli değil. Bir insandan gelmiş olmalıydı, ama insan sesine de pek benzemiyordu. Hışırtı gibiydi daha çok, tüm odaya yayılmıştı. Nereden geldiğini duyamadım, etrafıma baktım ama karanlıktan bir şey görünmüyordu. Sonra bir ışık belirdi karşımda. Işığın belirdiği yerde bir kapı belirdi. Kapının yanında bir kadın. Çıplak değildi bizim aksimize, ama çıplak olsaydı o anki kadar şehvetli olamazdı, eminim buna. Farklı bir kadındı. Uzundu ve uzun bacakları vardı. Bacaklarını daha da uzatan ayakkabıları vardı, yerden en az on beş santim yüksekte. Ayak bilekleri inceydi, dizlerine kadar kalınlaşıyor, dizlerinden sonra daha da kalınlaşıyordu. Güçsüz ve güvensiz hissediyordum, korkuyordum ve merak doluydum, ama tüm bu şartlara karşın orada, o kadın karşısında hayranlıkla dolu bir arzu kaplamıştı içimi. Bacaklarının bittiği vücudu başlıyordu. Vücudunun hemen altında kasıkları vardı. Tıraşsızdı. Orman gibiydi. Kaybolmak istedim o an orada. Baktım. Baktığımı görüyordu belki, baktığım için bir saniye sonra ölecektim belki, o an tüm bunları düşünüyor ama kendi düşüncelerime kulak vermiyordu. Sikim kalkmaya başladı. Olmaması gerekirdi ama engelleyemiyordum ve engellemek de istemiyordum. Bize doğru yaklaşmaya başladı kadın, özellikle de bana doğru. Yaklaştı, iyice yanaştı yanıma. Ellerini omuzlarıma götürdü. Bir kadına göre epey büyüktü elleri, yani olması gerektiği gibiydi. Parmakları uzundu. Tırnaklarında koyu bir kırmızı oje vardı ve epey iyiydi kesimi, uzundu da. Tırnaklarını omuzlarımda gezdirdi. Omuzlarımdan vücuduma indirdi. Vücudumdan sikime. Oynamaya başladı. Oynadıkça da kendimden geçtim. “Ne oluyor bana?” diyordum içimden, ama aradığım şey cevap değildi, boşalmak istiyordum. Düşünebilmek ve sorularıma cevap bulabilmek için öncelikle ihtiyacım olan şey buydu. Çekmeye başladı kendine doğru. O çektikçe ben güçlü hissettim. Bir kahraman gibi hissettim. Dünyayı yıkabilirdim o an, ama önümdeki kadını yıkmakla yetindim. Dizlerime doğru yıktım onu. On saniye öncesinde bakımlı ellerinin durduğu yerde şimdi dudakları duruyordu ve beş saniye sonra dili orada olacaktı. Dili değdi. Değdi ve kendimi kaybettim. Böyle olmamalıydı ama olan tam olarak buydu; kendimden geçtim ve boşaldım. Biraz diline, biraz dudaklarına, biraz da yüzünün geri kalanına. Ayağa kalktı. Diziyle belinin neredeyse ortasındaydı eteği, belki biraz daha beline yakındı. Diziyle kalçasının birleştiği yerden bir selpak çıkardı. Sanırım kıçından çıkardı ve yüzünü silmeye başladı. Sildi ve gözlerini gözlerime sabitleyerek, sabit bir ses tonuyla, “Merhaba Mert Bey, yazdıklarınızı hayranlıkla okuyorum.” dedi. “Bu hayranlığımı bilmenizi ve biraz teklifsizce de olsa, sahip olduğum gücü kullanarak, size bir hatırlatmada bulunmak ve teşekkür etmek istedim. Umarım kızmadınız bana.”

Şaşkındım ve biraz önce olan şeyden dolayı utanç doluydum. Anca utanmaya başlamıştım; böyleydi bu, ereksiyon hâlinde bambaşka bir adama dönüşüyordum, şiddet doluydum ve kendime, en azından normal şartlarda kendim olan adama hiç benzemiyordum. Acaba hangisi bendim? Bu soruyu sormak için yanlış bir zamandı. Ne yapmaya çalışıyordu karşımdaki kadın? Bir şeyler söylemişti ve hiçbir şey anlamamıştım. Sanırım kafamdaki sorulara kendince bir yanıt vermeye çalışmıştı, ama söyledikleri benim merakımı yok etmemiş, aksine kafamda yeni sorular yaratmıştı. Sert bir adam olmaya çalıştım, içimde bulunduğum şartlar sert bir adam olmama el veriyor muydu bilmiyorum, ama elimden geldiğince denedim bunu. Gözlerimi kıstım, ellerimi havaya doğru, biraz da kadına doğru kaldırdım ve bağırmaya başladım. “Neler oluyor burada? Kim bu adamlar, ne yapmaya çalışıyorsunuz bana, kimsiniz siz, kimsin sen!”

Sakindi. Bakışları en baştan beri aynı şekilde sabitti. Ses tonu da öyle. Tanrım, hiç değişmiyordu ve ben bu hâline anlam veremiyordum. “Sakin olun Mert Bey, her şeyi anlatacağız size.” dedi ve tekrar ışığa doğru, kapıya doğru yürümeye başladı. Ona doğru uzandım ama yetişemedim. Yetişemeyince de onu yakalamak için hareketlenmeye çalıştım, ama olmadı. Yere çivilenmiş gibiydim. Sanırım gerçekten de yere çivilenmiştim. Ayağımda daha önce hiç görmediğim türden, çelik ayakkabılar vardı. Kadın kapıyı açtı. Kapıdan çıktı. Kapıyı kapadı. Işıklar söndü ve daha önce hışırtıya benzer sesi duyduğum yerden, yani odanın her yerinden bir ses duyuldu. Bir kadın sesi. Güzel ve herkesin hayranlık duyabileceği türden bir sesti ve biraz önceki kadının aksine, sabit bir ses değildi bu, daha güzeldi, daha şehvetliydi ve daha etkileyiciydi.

“Şimdi bir tren istasyonunda olduğunuzu düşünün. Birliktesiniz. Aynı şekilde çıplaksınız. Etraf karanlık ve orada sizden başkası yok. Son treni kaçırdınız. Yeni bir tren bekliyorsunuz ve gelen trenle nereye gideceğinizi bilmiyorsunuz. Bilmeyeceksiniz. Birazdan bir trenin geleceğini ve sizi gitmek istediğiniz yere götüreceğini düşleyin.”

Ses kesilmişti. Çok geçmeden odanın içi aydınlanmaya başladı; bu sefer biraz öncesinin aksine sadece kapı ve çevresi değil, tamamı. Yerden gelen bir ses duydum. Ayaklarımın olduğu yerden. Ayaklarım çözülmüştü, ama onları hareket ettirmekte zorlanıyordum. Çünkü ayakkabıya benzer şeyler çeliktendi ve aman tanrım, çok ağırlardı. Kapıya doğru yürüdüm, ve tabii benimle birlikte diğerleri de.
Kapıdan çıktım. Karanlık bir yerdi. Etrafımızı göremiyorduk ve göremediğimiz için de yürümeye cesaret edemiyorduk. Beklemeye başladık, neyi beklediğimizi bilmeden. Beş dakika geçmiş olabilirdi ya da beş saat, ayrımı yapamayacak kadar algılarımdan uzaklaşmıştım. Önce bir ses duydum. Sonra da bir ışık gördüm sağ tarafımda. Bana doğru yaklaşıyordu ve yaklaştıkça da gelen şeyin bir tren olduğunu fark ettim. Aklıma kadının sözleri geldi. Tren geldi. Trene girdim.

Saat sıfır dört elli altı. Koltuğumdayım ve yazıyorum.

kırk birinci merdiven.

İnsanları sevmeye her seferinde sözcüklerden başlıyor ve her şey bittiğinde kendimi bitmiş hissediyordum. Sevgisiz kalıyordum. Sevgiyi unutmuş değildim, hayır; ona, onu unutabilecek kadar bile yaklaşmamıştım. Sevmeyi bilmiyordum, sevilmeyi hiç bilmiyordum. Hata yapıyordum ve her seferinde hata yaptığım için değil de, düştüğüm için pişman oluyordum. Kalmayı istiyordum, kalkıyordum ve daha iyi hatalar yapıyordum. Bunu marifet sayıyordum. Bir yalanın içindeydim, kaybolmuştum ve kendimi bulmak gibi bir amacım yoktu, hiç olmamıştı. Kokuşmuştum, işin kötüsü bunun farkındaydım ve farkında olmak hiçbir halta yaramıyordu. Kendime müptelaydım çünkü ben, hastaydım, iyileşemiyordum. Yalanlarıma müptelaydım, yalanlarıma kananlara ve onlarla birlikte geçirdiğim gerçek olmayan anlara. Bir sihrin tam ortasında hissediyordum kendimi ve kendimi sihirbaz sanıyordum. Değildim. Hiçbir şey olamayacak kadar değersizdim ve değersiz olanlarla birlikteydim. Değersiz olmayı iyi bir şey sanıyor, azınlık olmaktan gurur duyuyor, azınlığın içinde azınlık kalıyor, kaçıyor, değişiyor ve her seferinde aynı şeyi farklı yerlerde, farklı insanlarla, ama hiçbir zaman farka erişememiş olanlarla yaşıyordum. “Ne yapıyorum ben?” diyordum bazen. Tuhaf oluyordu içim böyle anlarda. Beynimin içinden trenler geçiyordu ve istasyonları bulamıyordum. Olmadıklarından bulamıyordum ve onları susturmak istiyordum. Trenler geçiyordu ve ben kendimden geçiyordum; çok değil, tek bir vuruşla. Altın vuruşla. Sonsuza dek vurabilirdim kendime. Tozların ortasında toz olmak gibisi yoktu. Uçmayı seviyordum. Özgür hissediyordum. Güçlü hissediyordum. Oysa ne özgürdüm, ne güçlüydüm, ne de uçuyordum. Yerin dibindeydim ve bunu kendime itiraf edemiyordum. Sorulardan kaçamıyordum. Cevapları yoktu, çünkü cevapları çoktu. Bok dolu bir okyanusun ortasındaydım. Karaya çıkmak istemiyordum sanki. Yüzmeyi öğrenmeye çalışıyordum. Bokun içinde. Bok olmayı arzuluyordum. Kendi sıçtığım bokun içinde kaybolmaktı benim amacım. Kayboluyordum. Ölüyordum. Biri gelsin de üzerime sifonu çeksin diye geçiriyordum içimden. Kimse gelmiyordu. Tektim. İntiharı düşlüyordum, ama ölemiyordum. Ölmek konusunda çok beceriksizdim; oysa ne kendi bedenime duyduğum bir aşk vardı ne de ruhumun olmadığı düşüncesi beni korkutuyordu. Hiçbir şeyden korkmuyordum. İnsanlardan, tanrıdan, hiçbir şeyden. Kendimden korkuyordum, çünkü ölemiyordum, çünkü ölümü bu kadar arzularken kendini öldüremeyecek bir adamdım, çünkü tehlikenin adıydım, çünkü adsızdım, çünkü ötekiydim.

Çünkü tuvalet kağıdı yoktu. “Anne, tuvalet kağıdı bitmiş!”

yedi on beş.

Son treni kaçırmış, bir yenisinin gelmesini bekliyorduk. Bir yenisinin gelmesine beş saatten fazla vardı, istasyon karanlıktı ve tüm banklar ıslaktı. En az ıslak olanını bulup oturduk ve konuşmaya başladık. Yaptığımız şeyin adı konuşmak mıydı açıkçası pek emin değildim, çünkü Fikret tren gelene kadar neredeyse hiç konuşmamış, Selim ise bana birkaç soruyla ve sorularına karşılık verdiğim cevapların üzerine kattığı geçiştirici ya da onaylayıcı birer cümleyle eşlik etmişti ki bundan fazlasını yapmış olsa bile, bozuk diksiyonu ve ağır konuşması nedeniyle, bir cümleden diğerine geçişini hiçbir zaman tam olarak kestiremediğim için, söylediği kısa ya da uzun her şeyi tek cümle olarak kabul ediyordum. Bir yandan da epey uykuluyduk, ama uyuyamıyorduk. Çünkü hava soğuktu ve üşüyorduk. Uyusak donabilirdik. En azından biz öyle sanıyorduk ve hayatımızın her döneminde sanrılarımızın doğruluğundan hiçbir zaman şüphe etmemiş olan üç adamdık. Şüphe etmemeyi marifet sandığımız gibi, marifet sandığımız şeylerle övünmeyi de hiçbir zaman ihmal etmiyorduk. Selim kafasını bana yaslamıştı. Bir dost olarak görüyordu beni ve ancak dostlar ve sevgililer birbirlerine kafalarını yaslayabilirdi, çünkü kafa yaslamak güvenmek demekti, inanmak demekti, teslim olmak demekti ve biz böyle öğrenmiştik. Selim dostumdu benim, en azından o an. O an diyorum, çünkü ertesi gün beni evlerinin hemen arkasındaki çıkmak sokağın sonunda kardeşi Yeşim’in yüzünü dudaklarımla vakum gibi içime çekerken görecek ve tahmin edebileceğiniz gibi görmekle bırakmayacaktı. Ama o an bunu ne o biliyordu ne de benim yüzümde on sekiz dikişlik hasar vardı. Dosttuk anlayacağınız. Ömür boyu dost kalacağını düşünen her dost kadar.

Omzumu Selim’in başından yavaşça ayırıp yerimden doğruldum ve ayaklandım. Biraz ilerimizde duran bir adamın bizi izlediğini fark ettim, ona doğru yürümeye başladım. Yürüdükçe beyaz bir ışıkla aydınlanmaya başladı ortalık. Kız çocuklarının ince ve neşeli, ama belli belirsiz sesleri çarpmaya başladı kulağıma ve zamanla kulak tırmalayacak kadar yükseldi. Yürüdüm ve ben yürüdükçe kaybolmaya başladı adam. En sonunda tamamen kayboldu. Geriye dönüp baktığımda bana doğru gelen bir adam ve arkasında da ıslak bir bankta birbirine yaslanmış, uyuklayan iki adam gördüm. Hayal sandım önce ve gözlerimi ovuşturdum, ama gördüğüm şey kaybolmamış, aksine bana biraz daha yaklaşmıştı. Ürperdim, “Ben olamam.” diye geçirdim içimden, çünkü ne Fikret ne de Selim adında arkadaşlarım vardı benim, ne de Yeşim adında bir kızı, çıkmaz bir sokağın sonunda duvara dayamış ve becermiştim.

Sonra alarm çaldı. Lanet olsun, işe gitmekten nefret ediyordum.

17:27

Kımıldamadan bekliyorum, bana o noktadan ayrılmamam söylenmiş gibi. Sürekli yer değiştiren kalabalığın ortasında, neyi koruması gerektiğini bilmeyen bir nöbetçiyim. Güneş ertesi soğukluğunda bekliyorum şehrin, neyi veya kimi beklediğimi bilmeden. Üşüyorum.

Kanım gibi, zaman da akmıyor. Göz kapaklarımdaki ağırlığı, gözlerimi durmadan taciz eden ayaz sırtlıyor. Volta atıyorum aşağı yukarı, her seferinde noktama hızlıca dönmek üzere. Muğlak geleceği gördüğüm rüyamı hatırlıyorum, kendime vaat ettiğim toprak burası. Ben buraya bağlıyım, bir de zamana; uzaklaşmam mümkün değil. Saatime bakıyorum, 17:27.

Yüzümü hissetmiyorum, yüzsüzleşmiş de olabilirim. Bekliyorum saniyeleri, altmış adımlık tavaflarını. Bekliyorum; var olacağım anı, yok olacağım anı. Her şey yolunda giderse, yarım kalacağım anı; 17:28'i bekliyorum. Ondan geriye sayıyor saatim, uzaklarda onu görüyorum. O olduğunu biliyorum; bana, benim benzeyebileceğimden daha çok benziyor. O bir adım atıyor, kalbim üç defa. Yakınlaştıkça yüzü beliriyor, yüzündeki gülümseme de. Yolun daha yarısında bile değil, ama; artık üşümüyorum.

serenad.

Çünkü hava soğuk olduğunda üşümüyor, sıkılıyordu. Çünkü sıkıldığında surat asmıyor, inadına gülüyordu. Çünkü güldüğünde beni güldürmüyor, farkında olmadan ağlatıyordu. Bu yüzden kadınımdı ve kadınım olduğu için de hiç benim olmadı.

paramparça anlar ve sahipsiz anılar.

Yoksun olduğumu fark ettim; birçok şeyden, birçok yerden, birçok insandan. Nedenleri olmayan sonuçlarım vardı. Amaçsız bir adamdım. Yaşıyordum. Öylesine yaşayanlardandım. Şarkılar vardı sonra. Şarkıların meydana getirdiği yapaylıklar vardı. O yapaylıkları kusan bir adam vardı. Pisliğin içinde boğulan kadınlar vardı. Nefret dolu kadınlar. Tutku dolu kadınlar. Aşk dolu kadınlar. Hayatlarının bir döneminde yanlarında olduğum, kalanındaysa beni içlerinden atmak için uğraşanlar. Sonra. Yine bir adam vardı. Aynı adam. Kıçı kaçınan, yalnız bir adam.

Ayna gibi hissediyorum. Meraklı ve korkak insanlar var çevremde. Tek başıma değilim; kendilerinden sıkılana dek. Sıkılacaklar. Başka adamların başka kadınları olacaklar ve ben yine yalnız kalacağım. Daha doğrusu hep yalnızdım da farkında değildim. Değil miydim? Her seferinde biraz daha çatlıyorum. Günün birinde kırık bir ayna olacak ve onları kanatacağım. Onları kanatan kendileri olacak. Farkında olmayacaklar. Farkında olmamanın doğurduğu bir intikam güdüsü kaplayacak ruhlarını. Soğuk. Soğuk olan her şey kadar da heyecan dolu olacak. Öleceğim.

Saat sıfır beş otuz. Yatağım beni bekliyor. Ben yatağımı istiyorum. Ama orası, bana dünyanın geri kalanı kadar uzak sanki. Dünyanın geri kalanına sadece orada dokunabileceğimi biliyorum. Dokunmakla kalmayacağımı biliyorum. Bunu diğerlerinin hiç bilmeyeceğini de biliyorum.

Bittersweet. Tek şat.

Saat on iki elli sekiz. Kıçım kaşınmaya devam ediyor. “Bir sigara olsa iyi olurdu.” diyorum, önümdeki sigaraya bakarken. Sigara da bana bakıyor mu? Tanrı beni görüyor mu? Bazen merak ediyorum da, tanrı gerçekten müşfik bir adam mı? Ben bu kadar yalnızken, yalnız kalmama nasıl izin veriyor? Neden yanımda değil? Yanımda olsa, yalnız kalmayı dileyeceğimden mi korkuyor yoksa? Bazen merak ediyorum da, tanrı gerçekten cesur bir adam mı?

Üç dakika kırk üç saniyelik bir uyuşturucuyla sallanan bir kadın. Sarışın bir kadın. Orgazmın doruklarında. Dünyada değil. Benimle değil. Kendisiyle baş başa. Kendisini seviyor. Ama sadece üç dakika kırk üç saniye boyunca. Bense derinlerindeyim kendimin, onun ya da dünyanın geri kalanının. Dudaklarını istemiyorum güzelim. Başkalarına değmiş ve hep değecek olan dilini istemiyorum. Memelerini istemiyorum senin. Uzun bacaklarına karnım tok. Bana sevgi gerek güzelim. Hiç sevmemiş olan birinin sevgisi gerek. Onunla ölebilirim. Onu sevmeyerek ölebilirim. Beni sevmediği anda ölebilirim. Ya da boş ver. Ölemeyecek kadar büyük bir egoya sahibim. Bir bardak daha? Bir posta daha? Daha fal bakacaktık güzelim?

“Ah.”

“Oh.”

Sözcüklerin sihri. Bir fahişenin kollarında, üzerine düşünülmemiş, dokunulmamış, bakire hislerin sihri. Bakire aşkların orospu adamı. Yaşamayı hak etmiyorsun sen. Ölmeyi hiç hak etmiyorsun. Kadının memelerini hak etmiyorsun. Onun kıçını hak etmiyorsun. Onun kollarını hak etmiyorsun. Ama orada kaybolmana izin verecek. Kendinde seni kaybetmek isteyecek. Herkes yapar bunu. Çünkü bu hayat, hayallerinin insanını aramak için fazla kısa. Ama insanlar hayallerinin insanını bulduğunu sanacak kadar aptallar. Olmayan birini bulduklarını sanacak kadar. Ama bu yüzden onları yadırgayamam. Neden olduğunu biliyorsun tanrım. Tanrım. Sanrım. Oh.

Kanım. Kanımda garip olan bir şey var. Kanımda kan var. Oraya fazla. Orası sadece viski dolu olmalıydı. Tekila. Bira. Rakı. Votka. Duman dolu olmalıydı orası. Orası boşalmalı. Boşalmalı orası, anlıyor musun? Ben sana boşalırken, elimdeki bardak dudaklarımdan boşalırken, kanım bileklerimden boşalmalı, anlıyor musun?

Hadi. Kapat perdeleri güzelim. Kapat perdeleri tanrım. Aletim inmeden, hayat bana biraz daha binmeden, senin olmaya geliyorum. Yok olmaya geliyorum. Gidiyorum.

aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor.

Aslında biraz şey Neriman.
Şey.
Nasıl desem?
Aslında sevmiyorum kızım seni.

Yalnız biraz şey.
Şey.
Nasıl desem?
Tuhaf hissettiriyorsun beni.

Mesela en sevdiğim şarkıları dinleyemiyorum, biliyor musun?
Çünkü dinlerken seni hatırlayacağımı biliyorum.
Hatırlamakla kalmayıp seni arayacağımı biliyorum.
Açmayacağını biliyorum.
Defalarca kez arayacağımı biliyorum.
Ama en sonunda açacağını da biliyorum.

Açacaksın Neriman.
Yok başka yolu Neriman, açacaksın.
Ve ben şöyle diyeceğim sana.
“Seni seviyorum Neriman.”
Nasıl desem?
Şey.
Nasıl desem?
Şey.
Nasıl denir ki Neriman?

Ne güzel de diyemedim değil mi?
Ne güzel de sustum sana değil mi?
Ne güzel de dinledim küfürlerini değil mi?
Evet Neriman Evet.
Sen konuş, ben susarım.
Dudaklarım susar.
Kalbim sana susar.
Kalbim sensizlikten ölür Neriman.
Bilmezsin.
Ölür.

Sahi, nereden bileceksin?
Nereden bileceksin ulan Neriman, senden kalan son şeyi,
Boş bir şarap şişesini
Sadece seni hatırlatıyor diye sakladığımı.
Dudakların orada diye sakladığımı.
Hatıralarımız orada diye sakladığımı.
Seni ve beni.
Beni ve seni.
Bizi.
Bizi.
Sahi Neriman, biz hiç biz olabildik mi?

Neyse, ne diyecektim sana?
Özledim.
Bir sesini duyayım istedim.
Nasılsın, iyi misin?
Mutlu musun?
Ah. Sevindim Neriman. Ben de çok mutluyum.
Çok mutluyum Neriman.

Neyse, ne demeyecektim sana?
Ölüyorum ulan.

Aslında biraz şey.
Şey.
Nasıl demesem?
Amına koyayım Neriman.
Siktir git Neriman.
Seni seviyorum Neriman.

Hoşgeldiniz

"hoşgeldiniz", bir birleşik kelimedir. "hoş", "gel", "din" ve "iz" kelimelerinden oluşur. çeşitli kullanım alanları vardır, fakat ben yalnızca birine değineceğim.

belli bir tonla, daha doğrusu belli belirsiz bir tonla söylendiğinde, odasından annesinin psikolojik baskısıyla çıkarılan çocuğun/ergenin salonda oturan misafir grubuna samimiyetsizce sarfettiği bir karşılama nidası olarak kullanılır. "hoşbulduk evladım" der misafirler, karşılık olarak. ya da çocuk dışarıdan (tercihan okuldan) eve gelmiş ve salonda pusuya yatmış misafirlerle yüzyüze gelmiş de olabilir. o zaman misafirler "sen de hoşgeldin" şeklinde karşılık da verebilirler, isteğe bağlı olarak.

"öpsem mi la bunları" diye geçirir içinden çocuk selamlaşmayı takip eden sessizlikte. anne, o sessizliği doldurma telaşıyla aniden salonda bulunan en yaşlı kişiyi tespit edip "öpsene yavrum bilmemne teyzenin elini" diyebilir, sanki çocuk her gelenin eline yapışıyormuş da bugün hazırlıksız yakalanmış hissi vermeye yönelik zorlama bir sırıtışla. bu durumda çocuk, kapı eşiğinin güvencesini arkada bırakmanın psikolojik yüküyle gözlerini öpeceği (büyük ihtimal buruşuk ve lekeli) ele kilitlemiş bir şekilde söz konusu teyzeye usulca yaklaşır, vazifesini yerine getirir. teyze "berhudar ol" ya da ona benzer bi şeyler der ama çocuk duymaz bile. hatta o sırada teyze tarafından iştahlı bir öpücük vasıtasıyla yanaklarına kondurulan bakteri kültürünü bile umursamaz. diğer misafirleri öpecek mi, öpecekse nerelerinden öpecek, onu düşünmektedir. her uzatılan eli öper sırayla. bazıları ne zamandır bu anı bekliyomuş gibi ellerini çocuğun ağzına ağzına uzatır, bazıları da sanki çocuk hastalıklıymış da hastalığını ağız yoluyla bulaştırmaya çalşıyormuş gibi sertçe indirir ellerini çocuk tam öpecekken.  hiçbir bilinen kuralın olmadığı, eller ve dudaklardan müteşekkil bir kaostur bu.

bu süreç sonunda kendini yorgun ve kirlenmiş hisseden çocuk, yeni bir sessizliğe mahal vermesi durumunda okuluyla ilgili bir soru sorulmasına zemin hazırlayacağının farkındadır. ödev mödev bi şeyler geveleyip odasına atar kendini. ağlamaklıdır. walkman'ine rastgele bir kaset yerleştirir, kulaklıklarını takar, mümkün olduğunca soyutlamaya çalışır kendini odasının duvarlarının dışındaki dünyadan. geometri çalışmaya başlar sonra. ertesi gün sınavı vardır.

not: bu anlattıklarım tamamen hayal ürünüdür. bi arkadaşımın başına gelmiş de olabilir.

İlahinnaz

şansımıza tüküriyim,
tanrımız nazlı çıktı.
aramak, sormak da yok,
yaratıp kaçtı...
oturmuş arşın bir köşesine,
bir elinde cımbız,
bir elinde dünya.

düşünüyorum,
düşünüyorum,
cogito ergo sum.
ben de naz yapıcam bundan sonra,
tanrı varsa,
ben yokum.

ters çağrışım.

Sarsak bir adamın ters dönmüş başlığındaki bıldırcın yumurtasının üzerindeki incir çekirdeğini andırmayan andıç ve istiridye adamın kabus dolu serüvenlerinde yazdığı Marco Polo kadar hırslı bir gencin, hırstan yoksun ve genelev bilinciyle hareketlendirilmiş ve tahrik edilmiş oyuncak putlarının sergilendiği iki tane doksanlık meme ve onların ucundaki dünya dolu sığınağın tam ortasındaki süt emen çocuğun çıkmamış dişlerindeki eksik proteinler kadar vitamin dolu bir anımı sizle paylaşmak için nasıl bir istek, şevk ve karpuzla yanıp tutuştuğumu, yandan yandan ağladığımı ve sızladığı ve yedileri ters döndürebilecek kadar yenildiğimi ve Melissa P’yi ayrıca Tanza’yı çok özlediğimi sizinle paylaşmak istiyorum öncelikle ve sonrasında kafamda cereyan eden düşünce bulutlarının üzerine yağmur yağdırıp, Hayyam’ı düşünmek ve hayatımda hiç olmamış elektronik bir farenin kablosunun fişine fişkirmek ve şişkirmek ve mışkırmak.

Ama merak ettiğim bir şey var. Acaba Adolf bir kere daha doğsa, Hitler olmayı seçer miydi?

Yağmur

yağmur bastırdı birden. damlalar, pıt pıt cama vurup, sık ve keskin kavislerle ağır ağır süzülüyordu parapete doğru. bardaktan boşanırcasına ve uzaklardan geliyor hissi veren boğuk bir şırıltıyla, bir uğultuyla yağan yağmur, belli belirsiz bir avarelik ve gayet açık bir acele katıyordu sokaktan geçen insanların yürüyüşlerine. önce sanki belli bir düzenle seyreldi insanlar, sonra birden kayboldular. binlerce sudan nefer, on dakikada işgal edivermişti sokağı. gök gürültüleri, apayrı, daha yüce, daha kutsal bir hava veriyordu sanki yağmura. ve gök gürültülerinden biraz önce, maviye çalan bir beyazlıkla aydınlanıveriyordu tabaka tabaka bulutların gölgelediği sokak, bir anlığına... yaklaşık yarım saattir oturuyordu pencerenin önünde. yaklaşık yarım saat seyretti, dinledi. sonra uğultu, başladığı gibi kesiliverdi birden. yaz yağmuru çabuk diner demişler. daha doyamamıştı ki ama... sanki yarım kalmıştı yağmur. "makinist!" diye bağırmak geldi içinden... sofadan indi.
mutfaktaki annesine:

- ben dolaşmaya çıkıyorum. dedi.

- bu yağmurda mı? diye sordu annesi, büyük, gümüşî bir tencereyi eskiden beyaz olan bir bez parçasıyla kurularken.

arap kızı, bir itirafta bulunacakmış gibi, yere indirdi bakışlarını:

- yağmur dindi...

ekmek arası aşıkları.

Yıllanmış Umutlar Kerhanesi’ndeydim. Neresi olduğunu bilmediğini biliyorum, sen sadece düşün. Aklında bir şeyler canlanacak. Evet, kesinlikle bir şeyler canlanacak. İşte, tam olarak oradaydım, kafanda canlanmış olan yerde, yani tam olarak hiçbir yerde. Oturuyordum. Düşünüyordum. Düşlüyordum. Düşlenmemiş düşleri düşlüyordum, sonra onları yaşamaya karar veriyor ve yaşanmamış hayatları yaşıyordum. Yaşanmamış hayatlarda, hiç doğmamış kadınları seviyordum. Sevilmemiş sevgileri seviyordum. Sevmeyi seviyordum. Tüm bunların ortasındaydım ve neden orada olduğumu bilmiyordum. Öylesine bir çocuk gibi ya da öylesine bir adam gibi ya da ikisinin tam da ortası gibi, sadece oradaydım. Bilmiyordum. Senin de bilmediğin gibi.

Bir kadın geldi. Bir kadın. Kimin kadını olduğunu bilmediğim, ama gördüğüm anda içimden benim kadınım olmasını geçirdiğim, minik, büyük, asil, varoş, güzel, kötü bir kadın. Başka adamların başka kadını. O gece benim kadınım olacağını biliyordum. O gece benim kadınım olması gerektiğini de. Yaklaştı. Vücudu vücuduma, dudakları kulağıma. Sol kulağıma. “Servis ister misiniz bayım?” dedi. Vücudumu kontrol edemiyordum. “Evet.” demek istedim. “Evet. Evet. Evet.” diye bağırmak istedim. Ama yapamadım. Vücudum benim yerime bunu yaptı. Kadın anladı. Ellerimi, ellerinin arasında topladı. Sıcak. Sıcacık.

Orada kulaklarıma sinek ısırığını andıran melodiler çarpmaya başladı. En çok da sol kulağıma. Oysa ben sinek ısırığını bilmiyordum. Sesini hiç bilmiyordum. Ama duyduğum şeyin bir sinek ısırığı olduğundan emindim. Bilirsin, bazen bilir insan, neden bildiğini bilmeden, nasıl bildiğini bilmeden, oracıkta, sadece bilir.

Mutlu gibiydim. Mutsuz gibiydim. Çelişkili gibiydim. Kadın gibiydim. Kendim gibiydim. Terk edilmiş hissediyordum. Hem de hiç bana gelmemiş bir kadın tarafından. Hiç gelmediğini de biliyordum oysa. Ama hissediyordum işte. Terk edilmiş gibi. Çöp gibi. Bazı hisler engellenemez, bunu da bilirsin.

Sonra boşaldım. Yüzüne. Yüzüne binlerce. Yüzünde kendimi gördüm. Kendim gibi binlercesini gördüm. Gözlerine baktım. Orada da vardım. Sanki her yerdeydim. Sanki tanrıydım. Sanki tanrının hiç doğmamış oğluydum. Sanki topraktım. Sanki Havva’ydım. Sanki Adem’dim.

Bir daha boşaldım. Ne yüzünde, ne de gözlerindeydim artık. Ne tanrıydım ne de Adem. Sadece boşaldım. Sıradan bir adam gibi. Rahatlamak için buna ihtiyaç duyan bir adam gibi. Bir fahişeye. Bir kadına değil. Asla değil.

Tekmeledim onu. Tekmeledim ve pantolonumu yukarıya çektim. Cevap isteyen bakışları üzerimdeydi. Neden üzerimdeydi bilmiyordum. “Böyledir bu.” dedim, “Hep böyledir, alışmadın mı hâlâ?”

Gözlerinde dünya birikti. Benim olmayan, ama benim için akan sıvılar birikti. Gözyaşları birikti. Kötü bir adamdım. İyi olmak isteyen, iyi olduğunu sanan, ama iyi olmamış, iyi doğmamış, kötü ölecek olan bir adamdım. Ama bir şey oldu o anda. Onu öylece bırakmamam gerektiğini fark ettim. Tuttum ellerinden. Tuttu ellerimden. Ayağa kalktı. Yirmi santim altımdaydı, belki de otuz. Ellerim yanaklarındaydı. Elmacık kemiklerindeydi. Biraz da saçlarındaydı. Baktım gözlerine. Baktım ve bir daha bakmayı hiç bırakmadım. Oracıkta anlamıştım o kadının doğmamış çocuklarımın annesi olduğunu. Oracıkta anlamıştım dünyanın geri kalanının, en az o kadın kadar orospu olduğunu. Oracıkta anlamıştım onun orospu olmadığını. Oracıkta anlamıştım benim kadınım olduğunu. Benimdi. Benimdi. Benim olmamalıydı, ama benimdi.

Oracıkta öldürdüm onu. Vücudundan kan akmadı. Çünkü oracıkta anlamıştım onu öldürmenin tek yolunun, kendimi öldürmekten geçtiğini.

Pardon ben mutlu olmak istemiştim de.

-Pardon, ben mutlu olmak istemiştim de?
-Ne zaman?
-Şimdi.
-Neden daha önce istemişsin gibi konuşuyorsun?
-Biraz çekingen, biraz da telaşlıyım sanırım.
-Mutluluk var tabii ki, istiyor musun?
-Evet istiyorum, alabilir miyim?
-Tabii ki istediğini alabilirsin.
-Ama ben burada mutluluk göremiyorum.
-Nasıl olur? Arkana bak.
-Arkamda hiçbir şey yok efendim.
-O zaman yukarıya bak.
-Yukarıda sadece tavan var efendim.
-Gökyüzünü göremiyor musun?
-Hayır sadece sararmış bir duvar görüyorum, hayallerimi evde bırakmış olmalıyım sanırım.
-Merak etme hayaller kalbindedirler ve oradan çıkınca sadece kırılırlar.
-Peki mutluluk istiyorum, onu bana verir misin?
-Pekala avucunu aç.
-Açtım.
-Al bakalım bu mutluluk, şimdi sıkıca kapa ki kaçmasın.
-Peki efendim.
-Şimdi bak bakalım yukarıya.
-Oww masmavi bir gökyüzü, pırıl pırıl bir güneş. Her şey güzel olacak mı artık?
-Evet istedin ya, artık her şey güzel olacak.
-Diğer avucunu aç ona da umut koyayım ister misin?
-Umut mu? Evet!
-Tamam tüm vücuduna ulaşmıştır, artık avucunu açabilirsin. Şimdi yapmak istediklerini yap, beklenmesi gerekenleri sabırla bekle ve asla kendini üzme, unutma her şey istersen eğer avucunun içinde, sadece zor anında kaybetmemek için sıkıca kapa ve asla bırakma o kadar..

an.

“Sence on beş dakika sonra öleceğini bildiği için ölen biri mi şanslıdır, yoksa ne zaman öleceğini bilmeden ölümü bekleyen mi?” dedi B. Dedi ve söylemeden önce her ne yapıyorsa, hiçbir şey olmamış gibi aynı şeyi yapmaya devam etti. Bir an öncesini hatırlamadan, bir an sonrasını sorgulamadan, içinde bulunduğu anın dışına taşarak. Nefes alan bir ceset gibi. Dünyanın geri kalanı gibi. Ama kendisi gibi değil.

“Bence on beş dakika sonra öleceğini bilen bir adam.” dedi M, “Ama buna inanmayan ve inanmadığı için de ölmeyendir en şanslı olan. Yani yoktur. Tıpkı şansın da olmadığı gibi.” Sonra nefes aldı. Sağ burun deliğinden içeri giren bir miktar havaya nefes almak denebilirse.

Devam etti M. Neye devam ettiğini kendi bile bilmiyordu halbuki. “Ne zaman eksik olduğunu fark edersin biliyor musun? Her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu görünce. Kör olmak istersin. Çünkü kusursuzluğun özünde ne kadar eksik, sonsuzluğun ne kadar sınırlı ve sahip olduğunu sandığın şeylerin aslında ne kadar geçici olduğunu fark edersin. Uçmak istersin, oysa bacaklarını kaldırmaktan acizsindir. Burnunu çekersin. Bir daha çekersin. Hasta bir adam ne kadar çekerse o kadar çekersin. Burnunun içinde her ne varsa, o acıyana dek çekersin. Hatta acıdıktan sonra bile çekersin. Çekmeyi unutana kadar. Sonra bilmediğin bir dilde, bildiğin bir his girer vücuduna. Sol kulağından. Bir daha girer. Bir daha. Aşırı dozdan gidersin sonra ve adına da intihar derler.” dedi. Dedi ve elindeki yarım santimlik beyaz ölümleri dudaklarından içeriye bıraktı.

Geçmiş

Dolgun yüzünde hiçbir ifade yoktu, bu haliyle beni hep ürkütmüştür. Onu gördüğümde aklıma annemi getirir. Annem kardeşimle arasındaki iletişimin "bir duvarla konuşmak gibi" olduğundan bahsederdi. Bu adam kardeşimden de beterdi; bir duvar bir bilince ulaşarak, duygular geliştirebilir ve bu duygularının sıvasında-boyasında tezahür ettirebilirdi.

-Bu sefer ne istiyorsun?

Kelimelerin dizilimindeki bıkkınlığa rağmen, sesinde monotonluk hakimdi.

-Zaman, biraz daha zamana ihtiyacım var.

Geriye yaslanmıştı koltuğunda, ağır bir hareketle doğruldu. Durumun ciddi olduğunu anlamama yetti.

-Ne için zaman istiyorsun benden, işleri yoluna koymak için mi? Söyle bana; sana verilen zamanla, kaç tersliği düzeltebildin hayatında? Bir, iki? Anla artık; vücudundaki yaralar hariç, hiçbir şeyin ilacı değil zaman ve bu dünyada hiçbir şey insan bedenine benzemiyor.

Suskundum. Dedikleri gerçekti, bünyemin kabul edebileceğinden daha gerçek. Karanlıktan dolayı zor seçtiğim gözlerini üzerime dikmişti; belli ki, benden bir cevap bekliyordu. Düşüncelerimi hizaya soktum, yutkundum.

-Zamana bağlıyız, bunu benden iyi biliyorsun. Ben bu bağın olması gerekenden biraz daha geç kopmasını istiyorum. Kendimce sebeplerim var bunu istemek için. Anlamanı beklemiyorum; ihtiyacım olan zamanı bana sağlayabilecek misin, sadece bunu bilmeliyim.

Önündeki masaya doğru eğildi, gözlerini gözlerime dikti. Hayatımda hiç bu kadar rahatsız hissetmemiştim kendimi. Burnundan o küçümseyici nefesin sesi geldi. Duygusuz olduğuna inandığım birinden beklediğim bir tepki değildi. Durumun beklediğimden de kötüye gittiğinin açık bir kanıtıydı.

-Bağlılık; zamanla birlikte, aynı yöne doğru yol almaktır, yoldaş olmaktır. Böyle olduğuna inanıyor musun? Sanmıyorum. Seni daha çok zamanın akışına karşı yüzerken gördüm. Geçmiş dediğimiz, üstüne açılmamak üzere kilitler vurulan sandıkların peşindesin. İçinde hazinelerin gizlendiğini düşünüyorsun. Açtığında -eğer açabilirsen- değersiz kalıntılardan başka bir şey bulamayacağının farkında değilsin. Üzerinde yükseldiğin ve üzerine çökeceğin harabeler...

Hayır; sen zamanla birlikte hareket etmiyorsun, sen zamanda boğuluyorsun ve bundan zevk alıyorsun. Geçmişin sözde ihtişamı ile kendini uyuşturuyorsun. Zamana bağlı değil, zamana bağımlısın. Her bağımlı gibi, senin için de müptelası olduğun şeyin bir anlamı yok. Bana hangi günde olduğumuzu söyleyebilir misin? Peki, hangi ayda olduğumuzu? Yılı bile hatırlayabileceğinden şüpheliyim.

Zaman bu kadar değerliyken, senin saçıp savurman için neden vereyim? Ah, benim anlayamayacağım sebeblerin vardı, değil mi? Haklı olduğun bir nokta var; gerçekten anlayamayacağım, senin gibi olanları asla anlayamayacağım. Sen de beni anlamaktan yoksun kalacaksın. Yaptığın bir hatanın pişmanlığını saatlerce yaşayıp, bir hafta boyunca çile çekmiş gibi hissetmeyeceksin. Böyle bir acıdan muaf olduğunu bilmek hoşuna gidecektir, ama; acısından olduğu gibi, tatlısından da muaf olacaksın hayatın. Asıl acıyı o anda hissedeceksin; bir sevdiğin olmayacak, ona bakarak harcadığın dakikalar uzayıp gitmeyecek. Sevemeyeceksin çünkü; kimseyi geçmişteki, o an içindeki ve belirsiz gelecekteki halleriyle bir bütün olarak kabul edemeyeceksin. Zamanı eksik algılayacaksın hep, insanlara ve olanlara anlam veremeyeceksin. İstediğin bu mu?

Yıllardır kendimi bu kadar aciz hissetmemiştim. Dediklerinde hiçbir hata yoktu, eksiksiz bir şekilde hayatımı tanımlıyordu. Yaptığı konuşma beni küçük düşürmek için değil, varlığımın farkına varmam içindi sanki. Düşününce oldukça mantıklı geldi. Adam bir ayna gibiydi, kendine ait bir yüzü yoktu; ona bakan kişinin yüzünü çalıyor, onun kisvesine bürünüyordu. Görünüşü aynı olmasına rağmen, görünüşün altında yatan düşünceler farklılık gösteriyordu. Kişinin içinde sakladığı, kaçındığı, belki de öldürmeye çalıştığı gizli zihniyeti sahipleniyordu. Ben ve karşı ben. Ne yapmam gerektiğini biliyordum artık.

Ayağa kalktım, gözlerimiz kesiştiğinde gülümsedim. Onun da yüzünde, kısa da olsa, bir gülümseme belirdi. Hiçbir şey demeden kapıya yöneldim.

votka. bira. bir yudum kırmızı şarap ve hiç açılmamış beyaz şarap.

Bir gün dışarıda kaldım, kabul etmeliyim ki zordu. Ertesi gün yine oradaydım, bu kez daha zordu. Ve bir sonraki gün en zoruydu, daha zorunun olamayacağını biliyordum, olmadı da. O günden sonra her gün dışarıda kaldım, kaldıkça da içeride olmayı unuttum. İçeride olmayı unuttukça dışarıya alıştım. Alıştıkça sahiplendim. Sahiplendikçe ısındım. Isındıkça güçlendim. Güçlendikçe fark ettim sokakların gerçek evim olduğunu ve evim sandığım duvarların beni sınırlandırdığını. Sınırlarımı yok etmeyi öğrendim. Öğrendikçe umursamaz olmaya başladım. Sınırlarımı dert etmeyi bırakıp, tanrıyı unutacak kadar.

Tanrıyı unuttuğum anda her şeyin daha kolay olmaya başladığını fark ettim. Kendiliğinden olmuştu bu. Mesela bir gün bakkaldan ekmek çalmaya karar verdim. Eskiden olsa çalmazdım, çünkü bu beni rahatsız hissettirirdi. Çöplerdi benim bakkalım, sokaktan geçen vicdan sahibi insanlar ya da pazar artıklarıydı, tanrıyı hatırladığım zamanlarda. Ama artık hatırlamıyordum. Artık ekmek çalabilirdim. Ekmek çaldım. Ufak bir bakkaldan, taze ya da bayat olmayan öylesine bir ekmek. Bir de süt.

Koştum. Tenha bir köşe buldum kendime. Sütü açtım. Bir yandan onu içerken, bir yandan da ekmeğimi yemeye başladım. Doyurdum karnımı. Gerçekten doymuştum. Kalan ekmeği sütle ıslatıp, önümdeki kedinin önüne fırlattım. Sonra bir ses. Duyduğum son ses. “Sen nasıl benim malımı çalarsın, orospu çocuğu.”

Kan. Vücudumdan akan ama nereden geldiğini bilmediğim kan. Kaybolmuş ve sahipsiz bir sıvı, sokaklarda tek başına. Sokakları temizliyor. Tıpkı sahibi gibi, sokaklarda kaybolmayı bekliyor.

17:28

Bugün de yaşamayı hak etmedim. Hayatımı bir adım ileri, sağa, sola veya geriye götüremedim. Savaşın ortasında, siperimde kendimi yok etmeyi istedim, yok edilmeyi bekledim. Baş ucuma pişmanlıktan başka kimse gelmedi.

Vücuduma, annesine sarılır gibi, sarıldı dikenli teller. Çocuklarımdı çektiğim acı, açılan yaralar. Benden geldiler ve benim tarafımdan büyütüldüler. Bu acılar -dindar olmayışımdan ötürü- Tanrı'nın bana verdiği bir ceza olmalı, dedim. Kaderciliğe büründüm, kendime teslim oldum; Martin Luther oldum.

Kendimi vurdum topuklarımdan, bir başkasının kalbini sızlattı. Vuran bendim, vurulan bir başkasıydı aslında. Eğer bağlıysa birbirine bu kalpler, kırılmamalıydı asla. Payıma düşenleri itinayla kırdığımı hatırladım, istisnasız. Damarlarımın taşıdığı sıvıdan iğrendim, bugün savaşı kaybetmeyi istedim.

travis said hello.

Bir kadın düşün, bir adam doğursun.
Bir adam düşün, bir kızı sevsin.
Bir kız düşün, bir çocuğun olsun.
Çocuk benim, sen yoksun.
Kadın sensin, ben yokum.
Kız sensin, dünya yok.
Olmayan bir dünya kadar güzel bir yılın olsun kız çocuğu.

Travis said hello.