Birinci Günden Sevişelim Diyen Erkek

- birinci günden sevişelim.
+ anlayamadım?
- birinci günden sevişelim.
+ pardon?
- birinci günden sevişelim.
+ ne bakmıştınız? prezervatif mi lazımdı?
- birinci günden sevişelim.
+ ne diyorsun, kardeşim?
- birinci günden sevişelim.
+ allah allah, deli misin manyak mısın? eczane burası, sen farkında mısın nerde olduğunun?
- birinci günden sevişelim.
+ çık kardeşim dışarıya. sabrımı sınama benim.
- birinci günden sevişelim.
+ uğraşamam seninle, polisi arıyorum bak.
- birinci günden sevişelim.
+ benden günah gitti.
- birinci günden sevişelim.
+ alo, dükkanda bi adam rahatsız ediyo beni. çıkmıyo. deli galiba. efendim? birinci ne? ne sevişmesi memur bey? haydaa... kamera şakası mı lan bu?
- birinci gün...
+ lan sus! polisle de mi anlaştın? polis de aynı şeyi söyledi telefonda! kimsin lan sen? siktir git dükkanımdan.
- birinci...
+ sus lan! çık lan dışarıya! terbiyesiz herif! kafanı kırarım senin. bak müşteri geliyo, kapa çeneni, ağzını yüzünü dağıtırım senin.
- ...
+ buyrun beyfendi?
x birinci günden sevişelim.
+ ne?
x birinci günden sevişelim.
- birinci günden sevişelim.
+ allahım, neler oluyor? lan utanmıyo musunuz, koskoca adamlarsınız? lan hasta mısınız yoksa? neler oluyo lan?!!!!
- birinci...
+ al lan sana orospu çocuğu! al lan sana... konuşsana lan şimdi de! sevişelim desene! al lan! nooldu, konuşamıyo musun kemiklerin kırılınca? gel lan buraya, sıra sende...
x birinci günden...
+ hala da konuşuyo lan! al lan! al lan! hadi şimdi konuş! konuşsana lan piç! ha? konuşsana hadi! inlemek olmaz, konuş lan! birinci günden sevişelim desene hadi... desene! birinci günden sevişelim! birinci günden sevişelim! hadi! birinci günden sevişelim! birinci günden sevişelim!
* hop! ismet abi dur, naapıyosun, kendine gel!
+ birinci günden sevişelim!
* ismet abi, öldürüceksin adamı, bırak!
+ birinci günden sevişelim!
* ne diyosun abi?
+ birinci günden sevişelim!
* abi?
+ birinci günden sevişelim!

hiçler acısı.

Tanrı, doğanın babasıydı. Bir gün sarhoş oldu ve doğa ile sevişti. Çocukları oldu. Adını insan koydular. İnsan hastaydı. Hiç iyileşemeyecek kadar. Ve sakattı da. Ölemeyecek kadar sakattı. Aynı zamanda idraksızdı. Ölümsüz olduğunu göremeyecek kadar. Ve tüm bunları unutup, hatta unuttuğunu da unutup, kendisini insanlığın geri kalanına ve tanrıya eş değer tuttu. Ne olduğunu bilse yaptığından utanırdı belki. Ama yanlış değildi, çünkü denkti. Çünkü bir insan geriye kalan her şeye denkti. Çünkü geriye kalan her şey koca bir hiçti. Çünkü.

makul bir tanrı. makul bir sanrı.

Yanlış yapıyorduk. Yanlış insanlarla yaşıyorduk. Yanlış dostlarımız vardı. Yanlış sevgililerimiz. Yanlış sevgililerimizin nefeslerine karışan yanlış nefeslerimiz vardı. Yanlış yapıyorduk işte, bildiğin yanlış yapıyorduk. Çünkü biri gelip de öğretmemişti bize doğru yapmayı, doğru yapmanın ne demek olduğunu, ya da doğrunun. Bilmiyorduk işte. Bildiğimiz tek şey yanlış olduğumuzdu. Çünkü doğru insanlar böyle diyordu, biz de inanıyorduk. İnanıyorduk ve seviyorduk. Çünkü sevmediğimiz şey doğrulardı. Doğru olanlardı. Çünkü doğru olmak, çoğunluk olmak anlamına geliyordu ve biz değildik. Olmayı hiç istemediğimizden değildik. Yanlış kaldık hep. Bu, yanlış kalmak anlamına gelse de. Çünkü azınlıktık biz. Azınlığın içinde bile azınlıktık. Çünkü farklıydık. Çünkü dört kişinin dinlediği bir radyoyu dinliyor ve kimsenin bilmediği bir frekansta birbirimizi emiyorduk. Birbirimizi tanımıyorduk bile. Tanımayı bile istemiyorduk. Var olmayı bile istemiyorduk. Makul bir saygıydı beklediğimiz. Tanrıdan. En azından yanlışlıkla da olsa bizi var ettiği için. En azından yanlışlıkla da olsa saçmalayabildiğimiz için. En azından.

Türklerin İslamiyeti Seçmelerinin İkinci Günü

- zekatı ne bozuyordu?
+ zekat bozulmaz. oruç o. zekat fakirlere verilen.
- hadi ya? ben de namaz veriyodum fakirlere.
+ nasıl verirsin ki namaz?
- karşılığında abdest alıp işte... öyle değil miydi?
+ namaz kılınır kılınır...
- e fakirler aç mı kalsın?
+ zekat ver işte onlara da!
- zekat fakiri bozar diye ayet yok muydu?
+ yav sen hiç dinlememişsin ki ama...
- benim kalbim temiz.

Basamak oluşturan insanlar

Küçükken ben çok belgesel seyrederdim. Kalitelisi ya da hangi kanalda verildiği de önemli değildi benim için. İlgimi cezp edecek bir yanları vardı mutlaka. Özelliklede eski mısırla alakalı olanlar büyülerdi beni.

Piramitlere gelince mesele işin rengi çok değişirdi. Sütün bozulmadan yoğurda dönüşmesi, yaraların piramidin içinde daha çabuk iyileşmesi falan. Acayip hikayelerdi. Tarihsel gerçeklerin kurgulanması ile oluşan filmler hep dikkatimi daha az çekerdi. Absürt makyajlı firavunlar ve eziyet ettikleri Yahudilerin anlatıldığı filmler güçlüye karşı nefret, zayıfa karşı yardım etme arzusu uyandırmakla birlikte bu tarz filmlerde zaman zaman sıkılırdım.

Yine de Firavunların anlatıldığı bir canlandırmayı hiç unutmam. Büyük bir keşif yaptığımı zannetmiş ve tüm sosyal yaşantıyı sorgulamıştım. Firavun bir yerden aşağı inmek istiyordu ve köleleri yere yatarak merdiven oluşturuyorlardı, Firavun insanların üzerlerine basarak aşağı iniyor ve bunda garip bir şey yokmuş gibi davranıyordu. Durdum ve düşündüm. Birileri her gün benim de üstüme basıyordu. Üst kat komşumuz ve çocukları her gün benim oturduğum salonda geziniyor ve üstüme basıyorlardı. Kim ne derse desin medeni dünyada firavun hükmü geçerliydi ve sosyal düzene saygım kalmamıştı.

Ertesi gün uyandım, gece kabuslar görmüştüm sürekli. Üst kat komşularımız salonlarında geziniyor ve nasılda o salağın üstüne basıyoruz diye naralar atarak gülüyorlardı kabuslarımda. Yataktan kalktım, yüzümü yıkadım. Sonra mutfağa geçtim, kendime bir bardak süt koydum. Sütün ısınmasını beklerken bir yandan salam kızartıyordum. Sofraya oturdum ve karnımı doyurmaya başladım. Karnım doydukça saçma düşüncelerden kurtuluyordum. Bir an düşündüm, acaba bende vitamin eksikliğimi vardı? Olmadığına karar verip üst kat komşumuza atari oynamaya gittim.

Kuyucaklı Dexter, Miamili Yusuf

Sabahattin Ali kendi dehasının diyetini hayatıyla ödemiş, adeta yeteneği karşılığında korkmadan canını ortaya koymuştur. Her romanını elime aldığımda, kitaplarını raflarda gördüğümde içime trajedisiyle ve ölümünün hüznüyle düşer okuma hissi. Kitaplarını hep garip bir hisle okurum. Azarlandıktan sonra göz yaşları yeni kurumuş çocuğa gösterilen şefkat gibidir satırları. Yayın evinin kapakları sizde buruk bir tat bırakır hep.

Kuyucaklı Yusuf’u okurken muhakkak başkalarının da aklına geldiği gibi ister istemez Yusuf’u Anadolu’da yaşamış bir Dexter gibi gördüm. Kan gölü içinde kalmış küçük bir çocuk, devlet memurunun Yusuf’u evlat edinmesi, dünyaya karşı takınılan duygusuz yaklaşım… Belki biraz daha irdelendiğinde bulunabilecek daha pek çok benzerlik.

Yazarların birbirinden esinlenme ihtimalini göz ardı edersek eğer, bir katliamın küçük bir çocukta ne gibi hisler bırakabileceğine dair yürütülmüş benzer tahminler üzerine kurgulanmış iki farklı senaryoyla karşı karşıya kalırız. Lafı fazla uzatmaya gerek yok. Kuyucaklı Yusuf bir solukta okunan ve hala Türk yazın dünyasında hak ettiği yeri alamamış bir romandır.

Rüya

+ bir rüyadasın.
- rüya mı? hayır, sanmıyorum. her şey çok gerçekçi.
+ bir rüyadasın, ve yakında uyanacaksın.
- iyi o halde, uyanmak iyidir.
+ uyandığında, bu rüyaya dair hiçbir şey hatırlamayacaksın. uyanacaksın ve artık şimdiki sen olmayacaksın. başka birisin bu rüyanın ötesinde.
- hatırlamayacağım bir rüyadayım, öyle mi? şu kendime baktığımda gördüklerim, kendi hakkımda düşündüklerim hep yok olup gidecek yani uyandığımda?
+ evet. hatırlanmayan rüyanın hiç görülmemiş rüyadan farkı nedir ki? uyandığın anda, hiç varolmamış olacaksın. uyanan, sana yabancı biri olacak. şu anda uyuyan yabancı.
- fakat, her şey çok gerçekçi...
+ evet, gerçekçi. fakat, şu gördüklerin, bu içinde bulunduğun kurmaca dünya hiç var olmamış olacaksa, şu anda vardır diyebilir misin?
- var, görüyorum.
+ gözlerin de hiç varolmamış olacak.
- saçmalıyorsun. sana inanmıyorum.
+ biliyorum. bana inanmanı beklemiyorum. bu, inanılması imkansız bir gerçek.
- peki, ne yapmalıyım?
+ söylediklerimi unutmalısın.
- unutabilir miyim, bilmiyorum.
+ istemesen de unutacaksın yakında, sanki hiç duymamışsın gibi...

dün, bu zamanlarda.

Biz, hiç söylenmemiş bir şarkının, hiç yazılmamış melodisi gibiydik. Cesaret edemedik öyle kalmamaya. Yapamadık. Yapamazdık. Sadece bekledik. Hep bekledik. Biri gelsin de yazsın bizi diye. Biri gelsin de söylesin diye. Olmadı. Olamazdı çünkü. Gelmezdi kimse ve gelmedi de. Ve biz kaybettik. Biz kaybetmeye mahkum olduğumuz için kaybettik. Ve biz kaybetmeyi sevdik, delice, birlikte olabildiğimiz sürece, hep, hiç.

Hücre


Gözlerini açmadan ışığı gördü. Pencerenin paslı parmaklıklarının arasından sızan gün ışığı taş duvarlardaki küf, yosun ve küme küme saçılmış çentiklerden sonra, yatağında sırtüstü uzanan mahkumun gözkapaklarını aydınlatmıştı. Ciğerlerinde, insanı bu izbe hücrenin duvarlarından bile daha sıkı saran rutubeti hissetti. Sessizliği dinledi bir süre. Sessizlik o kadar yoğundu ki, diğer bütün sesleri bastıran duyulmaz bir ses gibiydi. Yalnız, ara sıra, metal yemek tasının içinde oynaşan hamamböceklerinin belli belirsiz tıkırtılarını duyar gibi oluyordu. Zamanın iyice yavaşladığını, dakikaların ve hatta saatlerin tekinsiz bir durağanlıkta eriyip yok olduğunu hissetti. Gözlerini açmıyordu. Daha önce görmediği bir şey göreceği yoktu sonuçta. Yeni bir gün daha. Bir öncekinden hiçbir farkı olmayan, yalnızlık ve sessizlikten mamul yeni bir gün. Pencere parmaklıklarının ardında hapsolmuş hep aynı gökyüzü parçası, ve güneşin ve bulutların ruhsuz resm-i geçitleri.

“Bundan sonra yataktan hiç kalkmasam ne olur?” diye düşündü. “Açlıktan ve susuzluktan iyice bitkin düşerim, sonra zaten istesem de kalkamam. Ölürüm. Bu Allahın belası güneş de uykumu bölemez böylece.” Bunları uzun zamandır her sabah düşünüyordu. Her güne ölmeyi arzulayarak ve yeni günü lanetleyerek başlıyordu. Tekrar uykuya dalmaya karar verdi. Belki, rüya bile görebilirdi. Ne kadar rüya görse kar sayıyordu. Gerçi son zamanlarda rüyaları bile tekdüzeleşmişti. Hatta bir keresinde rüyasında saatlerce sessizliği dinlediği bile olmuştu. Yine de, uyumak yapılabilecek en akıllıca iş diye düşündü.

-Merhaba!

Birden zihnindeki her şey dağılıverdi. Uzun zamandır böylesine irkilmemişti. Ani bir hareketle yatağında doğruldu. Yıllardır boş olan karşı duvardaki yatakta kendisi gibi zayıf ve bitkin bir yabancı oturuyordu. Üzerine güneş vurmuyordu. Çökmüş avurtlarının hemen üstünde oyuklarına kaçmış gibi duran gözleri, genç sayılabilecek yaşta biri için fazlaca yorgun ve ruhsuz bakıyordu.

Mahkum, yıllardır ilk defa bir insan görüyordu. Hayal miydi bu? Deliriyor muydu yoksa? Yabancı, karşısındakinin zihnini toplama çabasını küçümsercesine tekrarladı:

-Merhaba. Adım Louis. Senin adın ne?

Ağzı konuşmayı unutmuş gibiydi. İlk bir-iki yıl boyunca kendi kendine konuşmuştu çok yalnız hissettiğinde veya sessizlik çok güçlendiğinde. Ama sonra susmuştu, delirmekten korktuğu için. Hoşuna gitmeyen şeyler söylemeye başlamıştı, kendi söylediklerine sinirlenip bağırdığı bile olmuştu duvarlara. İkiye bölündüğünü hissetti bir gün, yine kendini bağıra çağıra azarlarken. O anda sustu. Elindeki tek şeyi kaybetmekten o kadar çok korktu ki, bir daha hiç konuşmadı. Yoksa, suskunluğu aklını kaybetmesine engel olamamış mıydı? Karşısında sakince oturan bu sıska, solgun, hayaletimsi mahluk kendi zihninin bir marifeti miydi? Gözlerine kenetlenmiş yarı açık gözleriyle ondan ısrarla bir yanıt bekliyordu yabancı.

Yeminini bozdu.

-Kimsin sen?

-Ben Louis. Senin adın ne?

Adını hatırlayınca kısık ve çatlak bir sesle cevap verdi:

-Adım… Henri. Buraya nasıl girdin?

-Gardiyanlar tıktı buraya. Sen uyuyordun.

-Nereden?

-Nasıl nereden?

-Nereden girdin?

-Kapıdan…

-Hangi kapı?

Yabancı, soruyu anlayamamıştı.

Pencerenin karşısındaki duvarın dibinde küçük bir oyuk vardı. Paslı, sürgülü bir kapak günde iki defa açılır, o oyuktan yemek ve su verilirdi. Henri, elinin titrediğinin farkına varmadan, yemek tasının ve su kabının arkasındaki kapağı işaret ederek tekrar sordu:

-Hangi kapı? Bu mu?

Yabancı, kendisine gösterilen yere baktı. Sonra tekrar Henri’ye. Uzun uzun Henri’ye baktı.

-Hayır, o bir kapı değil. Oradan ancak fareler girebilir.

Louis, ayağa kalktı, duvara doğru yürüdü. Yerdeki oyuğun önünde durdu ve duvarı göstererek:

-İşte, bu kapıdan girdim, dedi.

Henri tam itiraz edecekti ki Louis eliyle duvara iki kez vurdu. Duvardan metal sesi geldi. Henri’nin hayretten donakaldığını görünce kapıya ardı ardına 4-5 kez daha vurdu, gözlerini Henri’den ayırmadan.

-Bu imkansız! Orada kapı yoktu!

-İşte, burada.

-Evet, ama yoktu.

-Bu hücrenin bir kapısı olmadığını mı söylüyorsun?

-Evet, yoktu.

-Peki, sen nasıl girdin o halde? Yoksa, burada mı doğdun?

-Ben…

Bakışları cevabı duvarlardaki yosunlarda, ayaklarındaki böcek ısırıklarında ve yabancının yatakta bıraktığı kırışıklıklarda aradı. Ayağa kalktı, kapıya doğru yürüdü. Dokundu. Ellerinde demirin soğukluğunu hissetti. Menteşeleri gördü. Yabancı, yine yatağına oturmuş, ellerini hayretle duvarda, kapıda, menteşelerde gezdiren Henri’yi seyrediyordu.

-Evet, dedi Henri, bu bir kapı.

-Öyle… Ve sen de o kapıdan girmiştin. Başka türlüsü mümkün mü?

-Evet, öyle olmalı. O kadar uzun zaman oldu ki… Unutmuş olmalıyım.

-Gözünün önünde duran kapıyı nasıl unutabilirsin?

İkisi de Henri’nin delirmiş olduğunu düşünüyordu.

-Ne kadar zamandır buradasın? diye sordu Louis.

-Bilmiyorum… Yıllardır.

-Suçun neydi?

Henri’nin bakışları perde perde donuklaştı. Zaman daha da yavaşlamıştı sanki. Bir süre orada, kapının önünde, nerede olduğundan habersizmiş gibi, sanki havada asılı kaldı. Sonra, ayaklarını sürüyerek yürümeye başladı. Yatağına oturdu, başını ellerinin arasına aldı. Zaman durdu.

Henri, bir hücrede yaşamasının olağan olmadığının, buraya kapatılmasının bir sebebi olması gerektiğinin farkına varmış ve dehşete düşmüştü. Hücre, bedeni gibi bir parçasıydı sanki. Bir hücrede yaşamak bir bedene sahip olmak kadar doğal, sıradan, sorgulanmayacak bir şey gibi gelmişti ona. İnsan hiç sorar mı neden bir bedendeyim diye?

Şimdi, Louis’in sorusuyla sanki zihni parmaklıklı pencereden süzülerek hücrenin dışına çıkmıştı. Uçsuz bucaksız bir orman gördü, onlarca metre yüksekliğinde ağaçlar. Kuşların, böceklerin seslerini duydu. Sonra, dalga sesleri geldi kulağına. Ormandan denize inen dimdik bir yar ve telaş içinde yuvarlanarak kendilerini denize atan küçük taş parçaları. Ufukta gökyüzüne dönüşen bir denizin üzerinde, tek tük bulutlar, ve küçücük bir bulutun ardına gizlenmiş utangaç güneş. Sonra, hapishaneyi gördü. Hücresinin dökük duvarlarını, rutubeti, duvardaki bir çatlaktan kafasını uzatmış bir hamamböceğini… ve, daha dikkatli bakınca, karşılıklı iki yatakta oturan iki yabancının bedenlerini gördü. Biri acı çekiyor gibi iki büklüm olmuş, diğeri anlamsız bakışlarla onu süzüyordu. Paramparça kıyafetleriyle bu iki çürük beden ne arıyordu o hücrenin içinde?

Louis sorusuna cevap alamayacağını anlamıştı. Henri’nin aklından geçenleri de merak etmiyordu açıkçası. Hücre arkadaşını hayal dünyasında yalnız bırakarak yatağına uzandı. Çok geçmeden, Henri’nin sesini duydu:

-Ya sen? Sen neden buradasın?

Louis, aklını kaçırdığı besbelli olan bu adamla uğraşmak istemiyordu. Mümkün olduğunca uzak durmak, soğuk davranmak en iyisiydi.

-Sonra konuşuruz. Çok yorgunum, uyumak istiyorum.

-Hayır, lütfen, söyle. Belki böylece ben de burada olma sebebimi hatırlayabilirim.

Louis, başını hafifçe doğrultarak Henri’ye baktı.

-Tamam, söyleyeyim. Ama sonra uyumak istiyorum.

-Tamam.

-…

-Evet? Neden burdasın?

-…

-Ne oldu?

Louis, gözlerini kapamıştı. Kendi kendine fısıldadı:

-Hatırlayamıyorum.

Birden ayağa fırladı. Bakışları duvarların ötesindeki bir noktaya kilitlenmişti. Kurumuş ağaç dalını andıran ellerini sıkıca yumruk yapmış, kendi kendine “ben neden burdayım?” diye sayıklıyordu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın hatırlayamıyordu. Ve sanki, git gide daha da siliniyordu hafızası. Biraz önce hatırlıyor olduğuna emindi neden burada olduğunu. Sonra, bu hapishaneye getirilişini hatırlayamadığını farketti. Sonra, hücrenin dışındaki koridoru…

Kapıya doğru koştu. Farkında olmadan Henri’nin yemek tasını tekmeleyerek hücrenin ortasına fırlatmıştı. Kendini kaybetmiş gibiydi. Kapıyı yumruklamaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu:

-Gardiyan! Gardiyan!

Bütün gücüyle vuruyordu. Elleri acıyordu. Bağırmaktan boğazı acıyordu.

-Gardiyan! Gardiyan!

Sonra birden sustu. Sakinleşti. Bakışları donuklaştı, hatta anlamsızlaştı. Ellerini açtı, avuçlarını biraz önce yumrukladığı yerde usulca gezdirmeye başladı. Dudaklarını ısırıyor olduğunun farkında değildi. Sesizliğin kulaklarındaki uğultusu rahatsız edici olmaya başladığında, sanki bir şey hatırlamış gibi sordu:

-Kapı nerde?

Taştan bir duvara dokunuyordu.

-Henri, kapı nerde?

-…

-Henri?

Louis arkasını döndüğünde, hücrede kendisinden başka kimsenin olmadığını farketti. Henri’ye yıllardır musallat olan o kabir sessizliği, tüm şiddetiyle şimdi de Louis’i esir almıştı bir anda. Henri buharlaşıp uçmuştu sanki. Nasıl? Yatakların altına baktı, yaptığının anlamsız olduğunu bilerek. Aklı bu yaşadıkları karşısında adeta sinmiş, pes etmişti. Hiçbir şey düşünemiyordu. Yatağına oturdu. Hücrenin kemikleşmiş durağanlığına teslim olmuş, hatta hücrenin bir parçası olmuş gibi uzun süre hareketsiz kaldı. Neredeyse nefes dahi almıyordu. Gözlerini kapadı sıkıca, karanlığa baktı bir süre, sonra gözlerini açıp kapıya baktı, yine sadece taştan duvarı gördü. Ne kadar olduğunu anlayamadığı bir süre sonra, yaşadığı sıkıntılardan, açlıktan ve yorgunluktan dolayı zihninin karıştığına, uyumanın iyi gelebileceğine kanaat getirdi. Sırtüstü yatağa uzandı. Gözlerini kapadı ve hiçbir şey düşünmeden uykuyu beklemeye başladı.

***

Louis uyandığında, ertesi sabah olmuştu. Neredeyse bir gün boyunca uyumuş olmalıydı. Henri yüksekçe pencerenin altında durmuş, paslı parmaklıkların ve tek tük bulutların ardındaki gökyüzüne bakıyordu. Louis’in uyandığını farkedince acele etmeden arkasına döndü:

-Uyanmışsın.

-Dün… ne oldu? Nasıl çıktın burdan?

-Anlatacağım.

Louis, kapıya baktı, yine sadece duvar vardı. Sürgülü kapağın önünde duran tasa lapaya benzer bir şey konmuş olduğunu farketti. Yanındaki kapta ise su vardı.

-Benim payım nerde?

-O senin…

Louis, yemek tasının yanına bağdaş kurup ellerini kaşık gibi kullanarak lapadan yemeğe başladı. Zihni o kadar yavaş çalışıyordu ki. Eğer sorgularsa aklına hakim olamayacağından korktuğu için, yaşadığı inanılmaz şeyler sıradan olaylarmış gibi düşünmeye çalışıyordu.

-Yemeği getiren gardiyanla konuştun mu hiç? diye sordu, ağzındaki lapa izin verdiği kadarıyla.

-Hayır, çok uğraştım ama hiç cevap vermedi.

Yemeğini bitirmedi. Yavaş hareketlerle ayağa kalktı, yatağına gidip oturdu. Zorlanarak, odadaki rutubeti adeta yararak pencereden sızan gün ışığı henrinin ağarmaya yüz tutmuş saçlarını aydınlatıyordu. Sonsuz gökyüzünde küçücük bir buluta hapsolmuş güneş, ışığıyla Henri’den yardım istiyor gibiydi.

Louis bir süre bekledi Henri’nin konuşmaya başlamasını. Hem güneşi ve hem de Louis’i görmezden geliyor gibiydi.

-Evet, anlat hadi. Neler oluyor burada?

Henri, sırtını, pencerenin altında, duvara yasladı, omuzlarına bir yük binmiş de desteğe ihtiyaç duymuştu sanki. Gözleri her şeyi biliyor, ağzı hiçbir şey bilmiyor gibiydi. Uzun süre düşündü. Louis, zihninin neredeyse tamamen uyuştuğunu hissetmesine ve yapay umursamazlığına can havliyle tutunuyor olmasına rağmen sabrını yitirmeye başlıyordu.

-Neler oluyor? Deliriyor muyum ben de senin gibi?

Henri, gözlerini hücrenin olmayan kapısına, tehditkar, karanlık bir heyula gibi yükselen bomboş taş duvara dikerek cevap verdi:

- Olmayan şeyler görüyorsun.

-Kapıyı mı? Ama onu sen de görmüştün.

Henri başını iki yana salladı.

-Beni.

Louis hiçbir şey düşünemiyordu. Zihni, hücre kadar durağan ve ruhsuz, küflü duvarlar kadar ölüydü şimdi. Ürperdiğini hissetti. İçten içe titriyordu.

-Seni mi? Ne demek istiyorsun?

-Dün ortadan kayboldum, değil mi? Arkanı döndün ve beni göremedin.

-Evet.

-Arkanı döndüğünde gerçeği görmüştün. Yani, aslında orada olmadığımı. Hiçbir zaman orada değildim. Delirdiğini düşündüğün an, en aklı başında olduğun andı aslında. Ve şimdi, yine aklın karışık. Yine beni görüyorsun.

-Buna inanmamı nasıl beklersin? İşte, karşımdasın, benimle konuşuyorsun. Beni aslında var olmadığına mı ikna etmeye çalışıyorsun?

-Ben varım, ama gerçek değilim. Bir hücrede değil, senin zihninde varım.

-Neler söylüyorsun?

-Beni sen yarattın. Sen benim tanrımsın. Ama tanrım beni farkında bile olmadan yaratmış. Karanlık zihninde doğdum, sahipsiz bir piç gibi. Ve şimdi, tüm adaletsizliğinle beni reddediyorsun.

-Sen gerçekten de delisin. Benden çok daha fazla delisin sen. Ben yeni geldim buraya, sen yıllardır burada değil misin?

-Evet. Yıllardır senin zihnindeydim. Ama birbirimizi ilk defa dün gördük. Kendi zihninde hapsolman gerekiyordu bunun için.

-Kendi zihnimde mi?

-Dün gözünün önünden kaybolduğumda, yok olmadım. Sadece, şu gördüğün ben olmaktan çıktım. Bedenim ve zihnim havadaki rutubet gibi senin zihnine yayıldı. Her şeyi gördüm.

-Bu saçmalıklara inanamam.

-Bütün hayatım, hatırladığım her şey yalandan ibaretmiş. Senin yalanların.

-…

Louis, bu konuşmaya devam edip etmeme konusunda kararsız kalmıştı. Henri’nin söylediklerine anlam vermeye, bir gerçek kırıntısı yakalamaya çalışıyordu.

-Sen benim zihnimdesin öyle mi? Bir hayalsin yani…

-Evet.

-Peki ya bu hücre?

-O da senin zihninde, ama o gerçek.

-Anlayamıyorum. Saçmalıyorsun.

-Ben gerçek değilim. Şu anda aslında kendinle konuşuyorsun. Söylediklerim, gözardı ettiğin düşüncelerin. Bana kulak asmayabilirsin. Seni hiçbir şeye zorlayamam. Ama bu hücre gerçek, senin zihninde olmasına rağmen gerçek, çünkü bu hücreden dışarı çıkamıyorsun. Burada kısılı kaldın. Buradaki tutsaklığın, gerçek. Burası gerçek.

-Hayır, anlayamıyorum.

-Söylediklerimi düşünen sensin. Aslında neden bahsettiğimi çok iyi biliyorsun. Ama kaçıyorsun. Yüzleşemiyorsun. İtiraf edemiyorsun.

-Neyi?

-Kendi zihninde hapsolduğunu. Ben olduğunu. Bu hücre olduğunu.

Louis, nefes almakta zorlanıyordu. Ayağa kalktı. Dalgın bakışları kaybettiği bir şeyi arıyor gibi hücrede dolaştı bir süre. Yere oturdu. Kalan lapasını yemeğe başladı. Bir şey düşünüp düşünmediği bakışlarından ve hareketlerinden seçilemiyordu. Lapayı bitirdi. Ayağa kalktı. Yemek kabını yerden aldı ve var gücüyle savurarak Henri’nin tam alnına güçlü bir darbe indirdi ve sanki kendi başına darbe yemiş gibi bir anda dengesini yitirerek yere yığıldı. Başına çok şiddetli bir ağrı saplanmıştı. Alnını elleriyle sertçe ovalıyor, hücrenin buz gibi zemininde iki büklüm olmuş kıvranıyordu. Ağrı yavaş yavaş dinmeye başlayınca sımsıkı kapadığı gözlerini açtı. Gece gibi karanlıktı. Gözlerini ovuştururken hücrenin zemininden vücuduna işleyen soğuk yavaş yavaş hissedilmez oldu. Karanlıkta zar zor seçtiği yatağa doğru elini uzattı. Yatak, karanlıkta kayboldu. Duvarlar kayboldu. Eli kayboldu. Bedenini algılayamıyordu. Nefes alıp verdiğinden bile emin olamadı. Ve sonra, sessizlik kayboldu.

Hiçbir şey düşünmüyor, hiçbir şey hissetmiyordu. Zamanın hala geçmekte olduğuna dair hiçbir işaret yoktu.

Zihninde belli belirsiz bir hayal çaktı. Gökyüzü. Seyrek bulutlar, ve bulutlardan birinin ardına saklanmış güneş. Gökyüzünün üstünde, sonsuza uzanan, taş ve topraktan bir duvar, bir uçurum. Yine hiçlik.

Toz bulutu içinde gökyüzüne saçılan taş parçaları.

Derinlerden gelen, kulak tırmalayıcı bir uğultu içinde zar zor seçilen, iç parçalayıcı bir çığlık. Kan. Korkak kuşlar gibi etrafa dağılan cam kırıkları.

Güçlü, sersemletici bir çarpışma. Havada asılı su damlaları. Paramparça olmuş arabanın içine dolan deniz.

Metale vuran dalga sesleri.

Soğuk...

Kuran'ın Yüksek Bir Yere Konması


ben çocukken, evimizdeki tek kitaplık benim odamdaydı, onun da en üstünde, manzaralı rafta bir kuran dururdu. "kuran-ı kerim ve yüce meali" yazardı üstünde altın rengi harflerle. her sayfasında hem arapça metin hem de meal vardı.

kuranın yükseklerde saklanmasının saygı gereği olduğunu biliyordum. ama yükseklikle saygının alakasını pek kuramıyordum. sonra, kendimce rasyonel bir açıklama getirdim. o zamanlar bildiğim en ayıp şeyler olan pipi, kuku ve kıçlardan uzak tutmak için o kadar yükseğe konuluyordu kuran. kutsala saygı anlayışım buydu yani. hatta, arada sırada kuranı raftan indirip arapça yazıları türkçe mealindeki kelimelerle eşlemeye çalışırken de kuranı kucağıma koymazdım diğer kitaplar gibi, pipi unsurundan dolayı. üç kere öpüp başıma koyup yatağa koyardım. ben yatmazdım ama saygısızlık olacağı için. ürkütmemeye çalışarak yatakta yanına otururdum. evet, alçakta dururdu ama pipiden uzaktaydı gene de. ayrıca üç kere öpüp başa koymanın bana kuranı bir süre alçakta tutma izni verdiğini düşünürdüm. biraz kurcaladıktan sonra tekrar üç kez öpüp başıma koyup koruma büyüsünü iptal eder, kuranı üst raftaki istirahatgahına kaldırırdım. yüksekliğin saygıyla içsel bağlantısını kanıksamıştım.

sonra, bir gün ataride river raid oynarken, bir aydınlanma anında üst kat komşularımızın bizim evdeki kuranın tepesinde dolaştıklarını farkettim birden. fuel'i kaçırdım, gemiye çarptım. üst kat komşularımızın günaha girip girmediklerini düşündüm ciddi ciddi. işin içinden bi türlü çıkamadım. tek katlı olacak değildi ya bütün evler... ve ilk o zaman, kafamın basmadığı dini bir konuyu sorgulamamam gerektiğini öğrendim.

Ölümcül Hastalık Umut

başka ve daha güzel bir dünyanın mümkün olduğunu düşünüyorum. ortada geçerli hiçbir sebep yokken bu tımarhane koğuşuna atılmış olduğumu düşünüyorum, o hayalimdeki dünyanın bir parçası olmak varken...

dünyayı değiştirebilir miyiz? sahneye zincirlenmiş seyirciler gibiyiz. olduğumuz yere uygun değil olduğumuz şey. alkışlayanlar da var aramızda, zincirlerini şakırdatarak. ben, boğazım yırtılırcasına yuhalıyorum seyrederek oynadığımız bu bıktırıcı oyunu… boğazım yırtılırcasına… ve sesim çıkmıyor.

ruhum, başka ve daha güzel bir dünya hayal edebiliyor olmakla lanetlenmiş. memnuniyetsizliğim varoluşuma sinmiş. sabahları uyanmak, sırf doğan güneşi yüzüstü bırakmamak için mi? anlam vermeye çalışıyorum nefes alıp verişlerimin arasındaki hayat denen çürük dolgu malzemesine, ki esas anlama muhtaç olan, enfeksiyonlu ağızlarca solunarak mikrop yuvası haline getirilmiş bu havayı içime çekişlerimin her biridir. hastayım ve hasta olmamanın ne demek olduğunu bilmiyorum.

en ölümcül, en acı verici hastalığım nedir? başka ve daha güzel bir dünyanın hayalinden daha beter bir hastalık düşünemiyorum. ve, artık çok geç. hiçbir ilaç iyileştiremez beni, çünkü ilaçlar, nihayetinde, beni hayatta tutar. çoktan havaya sinmiş bu veba, ve suya ve toprağa... ya ateş? ateş. …

kirletilmiş, hastalıklı, düşkün bir ateş görmedim hiç.

başka ve daha güzel bir dünya, ateşten bir dünya olmalı. bir cehennem kuyusu olmalı. tanrıya muhtaç mıyız cehennem için? hayır. cehennemi kabullenmek onu çağırmak değil midir? ateşi, yıkımı, yokoluşu çağırmak, ona doğru atılmak, ona düşmek değil midir? ki ancak yokoluş, varoluşumuzun hastalığını tedavi edebilir. ancak yokoluş, bu lanetli varlığımızın anlamsızlığını ortadan kaldırabilir. ancak şu düşünce bizi kurtarabilir: hiç varolmamış olacağım, o halde, anlam isteyen nedir?

zincirlerden kurtulmaya çalışmazsam, en azından zincirler canımı acıtmaz. böylece, farkettiğim en yüce gerçek budur. aynı şeymiş aslında, hayatın anlamı, sahnedeki seyircinin suskun tiradı ve ölümcül hastanın tek çaresi.

mustafa'yı beklerken.

Saat 13.11.
Günlerden Pazar, en azından ben öyle hatırlıyorum.

“Bilmiyorum, söylemeli miyim acaba?” diyordu M, dalgın bakışlarını en yakın dostunun üzerine dağıtırken. Hava açıktı ve güneş girebildiği her aralıktan Haydarpaşa’nın içine doluyordu. Haydarpaşa doluyordu. İnsanlarla. Birilerini bekleyen, bir yerlere gitmeye çalışan, ya da oracıkta, hiçbir şey yapmaksızın, trenleri, rayları, vapurları ve dalgaları izleyip, kendilerini bulmaya çalışan insanlarla.

“Bence söylemelisin. O senin için değerli biriydi.” dedi B.

“Evet, öyleydi. Peki ya şimdi?”

“Şimdinin ne önemi var? Kaç yaşındasın, bugüne dek kaç kere farkına vardın geçmişin geçmediğinin? Zaman bir bütündür. Anlıyorsun beni, değil mi? O senin için değerli biriydi ve zaman o değeri yıkamayacak kadar basit bir şey. Sanki hiç yokmuş gibi. İsminden başka hiçbir değeri olmayan, değersiz bir şey gibi. Anlıyorsun, değil mi?” dedi B. Bakışları keskinleşmişti, baktığı yerde. Tam olarak baktığı yerde M'nin gözleri değil, garın eski ve daha da eskimeyi bekleyen taş mermerleri duruyordu.

“Doğru söylüyor olabilirsin.”

“Doğru söylüyorum.”

“Şunlara bak.” dedi M, tam önlerindeki iki kişiyi çaktırmadan işaret ederek.

B merakla; “Bir erkek ve bir kadın, ne olmuş onlara?”

M’nin yüzünde alaycı bir gülümseme oluştu. “Yeni karşılaştılar.”

“Ne var bunda.” dedi B, “Her gün milyarlarca insan karşılaşıyor birbirleriyle.”

“Bu öyle değil. Birbirleriyle karşılaşmak istemeyen iki insanın karşılaşması bu. İki eski insanın. Birbirleri için geçmişte değerli olan ve artık değerini yitirmiş, unutulamayacak kadar yitirmiş, sadece kötü hatırlanan, sadece kötü hatıralarda birbirlerine yer vermiş olan iki insanın karşılaşması bu.”

B tebessüm ederek karşılık verdi. “Nereden biliyorsun?”

“Bilmiyorum.”

“Ama biliyorsun.”

“Evet.”

“En azından birbirleriyle konuşabilme cesaretine sahipler o hâlde.”

“Geçmişte yeterince cesur olamadıklarından.” dedi M, o anda birbirlerine doğru yaklaşan ve yaklaştıkça adımlarını birbirlerinden öteye çekerek uzaklaşmaya çalışan bir erkek ve bir kadını yine çaktırmadan göstererek. “Bak onlara, kaçıyorlar. Unutma, bir yerlerde birbirlerini görüp, yollarını değiştirmeye çalışan eski bir çift varsa, orada yüzleşmekten korktukları hatıralar saklıdır. Bak, onlar geçmişte cesur olmuş olanlar. Ve bazen cesur olmanın bedeli, böylesine bir korkaklık olabiliyor. Ne yazık.”

“Yapma.” dedi B, “Onlar çift falan değil.”

“Belki de, kim bilir?”

En çok ben özledimççç


Etrafı bok götürüyor, her yer pislik içinde ama benim umrumda değil. Bir kez aklıma düştü ve bunu basmakalıp sözlerle ziyan eden, hak etmediği şekilde betimleyen, vasatın altındaki travmatik insanlar gibi anlatacak değilim.

Sevgilimi özledim lan, kontrolsüz, net. İyice sokulup onunla uyumayı değil, birbirimize vücudlarımızı yerleştirdiğimizde sesindeki mırrrrr mırrrrrr tadıntaki o kavisli tınıyı özledim.... O aklıma geldiğinde yere çarpan diğer tüm her şeyi değil, aklımdan atmak için uğraş dahi vermediğimde aniden dilime geliveren terinin acı tadı gibi... Onunla sevişirken bana haykırdıklarını değil, kulağıma fısıldadığı anlamsız sözcükleri... Beni anladığı zamanlardaki o tanıdık tepkisini değil, anlaşılmaz bulduğu zamanlardaki o şaşkın ve yüzünü düşüren tatlı halini... Evet boyun kokusunu, belki de koltukaltı kokusunu ve de terini, belki belki belki belki... Ama öldürdüğünüz o boktan cümlelerle değil, yaşayan şekillerle özledim...

mestan.

Unutamadığın anlar vardır. Eğer yeterince şanslıysan unutmak istemediklerin; çünkü bilirsin ki unutmak istesen de unutulmuyor bazı anlar. Bazı anların bazı insanları vardır sonra. Bazı insanların bazı anıları. Bazı anıların bazı hisleri. Bazı. Hiç geçmeyen, hiç dinmeyen, tanrının gazabı gibi, hiç sahip olmadığın bir organının senden alınması gibi, ruhani bir sancı gibi, ucu yeni açılmış bir kurşun kalemin kalbinin tam ortasına saplanması gibi, doğmak gibi, doğmak ve ölümü beklemek gibi, ölememek gibi, hiçbir şeye benzemeyen ve ısrarla benzetilmeye çalışan her şey gibi, hiçbir şey gibi.

O gün elim ilk defa iki bacağımın arasına farklı bir amaçla gitmişti. Farklı bir tattı. Ne olduğuna anlam veremeyeceğim kadar tatlı ve anlam verilemeyen her şey kadar da merak uyandırıcı, garip bir tattı. Çok değil, bir saat sonra da telefon çaldı. Evde tektim ve böyle zamanlarda telefona gitmek benim için dünyayı kurtarmaktan farksızdı. Açmadım. İkinci defa çaldı, bir daha ve bir daha. Birkaç çalışın ardından dünyayı kurtaran adam olmaya karar verdim ve bunu yaptım. Bilmiyordum o zamanlar dünyayı kurtarmanın, dünyamın başıma geçeceği anlamına geleceğini. Bilemezdim. Ve bana kalsa hiç bilmezdim, bilmek istemezdim; çünkü bilmek, ölmekten beterdir bazen.

Arayan babaannemdi. Sesi titriyordu ve sanırım ağlıyordu, emin değildim, hâlâ da değilim. “Deden ölüyor Mert, ölüyor o.” dedi bana. Ama dedem ölemezdi ki. İki kez kanseri atlatmıştı. Üç kez ölümden dönmüştü. Dört kez bana bayram harçlığı vermişti. Beş kez Beşiktaş Fener’i yenmişti ve buna o sebep olmuştu. Bilmediğim ve öğrenmediğim dualarıyla. Bilmediğim ve artık ağzımdan düşmeyen küfürleriyle. Beşiktaş Fener’i tam beş kez yenmişti ve beşinde de dedemin yüzünden yenmişti. Altıncısı olmayacaktı, çünkü dedem ölmüştü. Son bir defa göremeden ve onu gördüğüm son anı hiçbir zaman hatırlayamadan. Evin tam karşısında, kaldırımın önünde, bir çocuğun kiraladığı motosikletin tam on beş metre ötesinde. Hayalet motosikletin. Hayalet çocuğun. Hayal et, ya hayal olmasaydı?

Mezarda herkes ağlıyordu ve ben ağlayamıyordum. Babam ağlıyordu. Güçlü babam. Boyu tam bir doksandı ve o zamanlar benim için dünyanın en süper babasıydı. Ağlıyordu ulan herif. Bildiğin ağlıyordu. Sonra kuzenim. Boktan kuzenim. Canım kuzenim. Duygusuz kuzenim. O bile ağlıyordu, ama ben ağlayamıyordum. Çünkü nasıl ağlanır bilmiyordum. Daha önce hiç öğrenmemiştim, kimse öğretmemişti bana. Acaba gerçek bir acı karşısında nasıl ağlanırdı? O gün öğrenecektim. O gün öğrenecek ve bir daha ne tekrarlayacak, ne de unutabilecektim. Middle Earth’ı bitirmiştim ve yatağıma uzanmıştım. Tam sekiz buçukta. Bilgisayarımı kapadıktan sekiz buçuk saniye sonra. Hiç durmaksızın sekiz buçuk dakika boyunca. Ağladım. Ağladım. Hiç susmayacakmış gibi, hiç durmayacakmış gibi, dünyayı gözyaşlarımla yıkayacakmış gibi. Oysa kalbimi yıkasam yetecekti. Yaptım bunu. İnanır mısın, yaptım.

Dedemin öldüğü gün artık küçük bir çocuk olmaktan çıkmıştım. Çocuk değildim demiyorum, çünkü işler sarpa sarmıştı, çünkü her şey boktandı ve öyle kalacaktı, ama ben her şeyin düzeleceğini umut ediyordum. Çünkü sadece çocukların umut edebileceğini henüz öğrenmemiştim. Çünkü hiçbir umudun tam olarak gerçekleşmeyeceğini ve insanın gerçekleşmeyen her yeni umuduyla biraz daha büyüyeceğini. Çünkü öğrenmemiştim büyümek için acı çekmek gerektiğini. Çünkü, amına koyayım çünkü, öğrenmemiştim bir adam için acıların en büyüğünün, “Büyüyünce adam olacağım ben.” dediği çocukluğuna dönme özlemi olacağını.

Ve değerli dostum, sen. Eğer hâlâ hissedebiliyorsan bilirsin, geçmişe dair her anıdan ve o anılara duyduğun nefret dolu arzudan sana kalan tek şey, bir damla gözyaşıdır. Bir damla. Tek bir damla. Ne yazık ki bugün de ölmüyorum. Ve bundan daha kötü bir şey varsa canım benim, sen de ölmüyorsun. Bazen, insanlar da bilir.

bezgin bir gezginin notlarından.

Çok sevdiğim bir dostum şöyle derdi; “Hiç kazanılmamış bir masumiyet ve hiç kaybedilmeyecek bir saflığı taşıyorsun üzerinde, farkında değilsin. Farkına varacaksın, biraz daha kirleneceksin. Bunu kullanmaya çalışacaksın, daha çok kirleneceksin. Bir gün kötü ve kirlenmiş bir adam olduğunun farkına varacak ve kirlenmemiş birilerini arayacaksın. Birileri çıkacak karşına ve içinden ‘Buldum.’ diyeceksin. Dedikçe yanılacaksın. Yanıldıkça düzeleceksin.”

İşin aslı dostlar, hiçbir zaman çok sevdiğim bir dostum olmadı.

tanrının kaleminden.

On beşindeydi Eda. Babası, annesini hamile bıraktığı gece ortadan kaybolmuş, annesiyse bir başka adamdan olan küçük erkek kardeşini doğururken ölmüştü. Okumuyordu. Evdeki adamın, yani üvey babasının sadece bir çocuğun eğitimini karşılayacak kadar maddi imkanı vardı ve tercihini kendi oğlundan yana kullanmıştı.

Eda, gündüzleri bulunduğu sokağın bitişindeki caddede, tenha olmayan ama kalabalık da sayılamayacak bir köprünün altında tanesi birer liradan mendil satardı. Çok kazanmasa da yeri iyiydi ve kazancının neredeyse yarısını iş dönüş saatlerinde toplardı. Çünkü insanlar vicdanlarını rahatlatmaya ihtiyaç duyarlardı ve bir lira bunun için fazlasıyla ucuz bir miktardı. Bir lira insanların kendilerini kandırmaları için ucuzdu. Ama bir lira Eda için ucuz değildi. Bir lira Eda için makarnaydı çünkü. Bir lira margarindi. Bir lira pirinçti, ekmekti ve birçok şeydi. Kısacası bir lira Eda için neredeyse hayat demekti ve hayat, her şeye rağmen yaşamaya değerdi.

Akşamları evin işini görür ve yemek yapardı. Pek tarif bilmezdi, ama bildiklerini de iyi kıvırırdı. Kalan zamanında üvey babasıyla neredeyse hiç konuşmaz, zamanını kardeşine ayırırdı. Bir annenin sıcaklığıyla ona şefkat göstermeye çalışırdı. Başını okşardı ve onu yalnız hissettirmemeye gayret ederdi.

Anaç bir kadındı Eda ve bulunduğu yerde anaç olmak, geceleri üvey babasına kadınlık yapmak anlamına geliyordu. Neredeyse her gece adamla aynı yatağı paylaşır ve sabah olmadan oradan ayrılır, kendi yerine geçerdi. Çünkü kardeşi görmemeliydi. Bilmemeliydi. Hissetmemeliydi bile. Ama biliyordu bildiğini. Ama yoktu bunun da bir önemi. Çünkü üç kişiydiler, çünkü üç maymundular, çünkü tek bir aile olabilmenin o evdeki şartı buydu. Çünkü Eda on beş yaşındaydı ve günün birinde kendisini doğurabilmesinin tek yolu, yaşamını bir şekilde sürdürmekti. Her şeye rağmen.

ökseli cüce pabucu.

beline kadar gelen saçları vardı. kumral mıydı, sarı mıydı hiç bilemedim. ne yalan söyleyeyim, bilmek de istemedim. dokunmak istedim mesela. hissetmek. ellerimi orada kaybetmek. bir saniyeliğine de olsa kendime sihir yapmak. ona sihir yapmak. parmak uçlarımdan aşkımı boynuna kondurmak, ya da dudaklarımdan. ama olmadı. ve olmayacak da. yedi cücelerin hiç olmadığı, kurbağa prensin nefes almadığı, sonsuza dek kötü cadının kazanacağı bir dünyada, yediği elmadan zehirlenmeyecek kadar şanslı bir adamım. yetiyor şimdilik. hassiktir lan, yetmiyor.

ayyaşların hiç çalınmadık melodisi.

ona en sevdiğim şiirimi göndermek isterdim. ama okuyamıyorum bile. okuduğumda aklıma sen geliyorsun. minik bir beden. büyük gözler. orantılı kalçalar. sonra haydarpaşa geliyor ve sonra kızıltoprak. sonra aynalar. sonra ayyaşlar ve aşıklar. sonra köprüler geliyor. bir gece vakti balık tuttuğumuz köprüler. bir gece vakti tuttuğumuz balıkları azad ettiğimiz köprüler. bir gece vakti tanrı olduğumuz geliyor aklıma köprülerin üzerinde. bir gece vakti, sen oluyor gecem. bir gece vakti, bitmeyen bir geceyi yaşamaya başlıyorum sabaha çıkma ümidiyle. bir gece vakti annabel lee oluyor. bir gece vakti. ah.

kavun ve deniz kokan kadın.

Çok şey değildi istediğim.
Bir sahil memleketinde nargile içerdik mesela,
Denizi karşımıza alıp.
Kavunlu.
Sonra, aşklarımız belirirdi gözlerimizin önünde.
Bende sen,
Sende ben değil.

marakeşli bir seyyah.

Sigara ve bira.

Bizim olanlar ya da olmayanlar. Sahip olmaya çalıştıklarımız ve sahip olamadıklarımız. Kaybetme ihtimalini düşünmeden, korkmadan, kör bir inanç ve hırsla kazanmayı arzulamak ve bunu yaparken kendini kaybetmek. Belki de hiç bulamayacağın kadar kendinden uzaklaşmak. İçsel bir sefalet ve çöküntünün içinde beliren karanlıkla yüzleşmek ve hiç çekinmeden ona bakma cesaretini kendinde bulmak. Olduğu gibi görmeyi reddedip, görülene karşı haz duymak. Görmek ve gördüğünü istemek. Gerçeklerin dünyasından sıyrılıp, sonuna kendi yarattığın karakterin son vereceği bir masalın içinde öylece durmak ve kendini ve kandırılışını ve yıkımını izlemek.

Tuana ve kalça.

Çünkü uğruna ölmeyi bile göze alabileceğin bir insan tarafından yaşamak zorunda bırakılmış bir zavallı gibi hissetmek. Çünkü ölmek ve öldüğünü bile fark edememek. Çünkü çürümüş, kurumuş ve hatta bitmiş olduğunu bilmek, ama hayal etmekten vazgeçememek. Çünkü iki santimlik bir delikten girilen bir bilardo masasında, iki metrelik bir delikten çıkılacağını unutmak. Çünkü kendine insan demek ama insanlığı hiç öğrenememek.

Fenerbahçe ve Lefter.

Bir başkasının gözünde yükselmek için kendi gözünde yerin dibine girmek, farkında olmak ama bundan utanmamak. Gurursuz olmak ve buna karşın olmak istediğin yerde olamamak. Küçük ve yeni bir umutla başlanan her sıradan günün sonunda aynı pişmanlık ve karamsarlıkla girilen iki metrelik bir yatağın içindeyken gözlerini tavana dikmek ve tavanda görebildiğin tek şeyin bir yetmiş sekizlik bir tanrıça olması ve ona dokunamamak ya da dokunduğun anda kaybolacağını bilmek ve uyumak. Uyumak zorunda olmak. Tek başına.

Bilge ve Mert.

Dostlara sahip olmak ya da dost olduğunu sandıklarına istemsizce ait olmak. Yanında kalanlar ve gidenler ya da gittiğini sandıkların, aslında hiç gelmemiş olanlar. Gelişiyle hayata bağlandığın ve dünyanın hâlâ yaşanılabilir bir yer olduğunu sana fark ettiren bir kadının gidişiyle hayatla olan o ufak bağını da koparıp yanında götürmesi. Sonra, sesini bile duymaktan mahrum olmak. Kokusunu hiç bilmemek, ama tahmin etmek ve tahminini koklarken kendinden geçmek. Birlikte kurulan hayalleri tek başına yıkmak zorunda olduğunu bilmek ve yıkmak. Yıkarken kendini yıkmak. Ve yastığa baş koymak. Yeni bir umuda baş koymak. Çaresizce.

Orospu

Son zamanlarda pek accountta, profilde vesair görsellerde kendini "orospu" olarak tanımlayan insanlar görüyorum. İşin tuhaf yanı orospu çocuklarına yönelik atarlı laflar hazırlamışlar. Bir insan kendi çocuğunu neden tenkit eder, dağlar, sözleriyle yağmalar anlayabilmiş değilim. Sadece aklına takılan kelimeleri, cümle içinde kullanmaya yönelik bu heveslerin geçici olduğunu düşünüyorum. Yoksa orospularla bir alıp veremediğimiz de yok aslında, hatta kalkıp orospu candır desem ardımdan gelen bir kamyon dolusu insan da toplarım.

Aslında bazı insanların sırf hoby olarak orospu olmaya ihtiyacı var. Yoksa reel anlamda altından kalkabilecekleri bir durum değil bu. Bu orospu profillerin, sırf para kazanmak saikiyle biriyle birlikte olan bir kadının istemediği birine vücudunu teslim ederken; bozulan makyajını bir görse anında orospu olmaktan vazgeçeceğine yemin edebilirim. Bozulan ruj ve dağılan rimel üzerinden onca edebiyat yapılırken, aslında orospu olmanın bu kadar da kolay olmadığını hatırlatmak istedim. Kısaca ortada böyle bir istek varsa, elbette karışamayız ancak, söylem olarak dahi bir orospuluk yönelimi varsa içi adam akıllı doldurulmalı, orospu olmanın da hakkı verilmesi kanımca; hakkını vere vere...

Böyle duygusal, hafif atarlı, isterik insanların kendini bu şekilde tanımlamasını anlamıyorum, aslında anlamak istiyorum. Siz orospu değilsiniz, olamazsınız da.

Öptüm.

güzel bir sondu, çünkü başlangıcı yoktu.

Bazen bir şey olur; ne olduğunu ne tam anlamıyla görebilir, ne de isimlendirebilirsin. Ama bilirsin o şeyin geleceğin olduğunu, sana hiç gelmemiş ve gelmeyecek olsa bile. İyidir, ama aynı zamanda kötüdür. Huzur verir, ama hissettiğin şey hüznün en tarifsiz şeklidir. Hiç gelmemiştir oysa, ama sen gitmemesi için elinden geleni yaparsın. Dünyanın, insanların, tanrının ve senin, sende olmayan ve olmayacak olan bir bedene sığdırılışı karşısında hayrete düşer ve hiçbir şey yapamazsın. Kimseye de anlatamazsın. Çünkü bilirsin, anlatabilmek için yeterince hissedememek, anlayabilmek içinse yaşamak gerek. Bir bira açarsın ve eskilerden bir film izlersin. Sonra bir tane ve bir tane daha. En sonunda bir ıslaklık belirir gözünde ve o an ağlamayı uzun zaman önce unutmuş bir adam olduğunu hatırlarsın. O da gözyaşı değildir zaten, deniz ve kavun kokan bir masal prensesidir ve yolunu kaybettiği için, çok değil, yalnızca bir süreliğine gözlerinde dinlenmeyi seçmiştir.

Seninle yaşamış olduğum her şey güzeldi, ama daha güzel olan bir şey varsa, o da yaşamadıklarımdı.

Karanlıkta siyah rengini seçemiyorum.

"Geceleri çok canım sıkılıyor benim. Hatta bazen gündüzleri de sıkılıyor. O kadar sıkılıyorum ki, ayağa kalkıp, üzerine de mutfağa gidip bir tane daha mandalina almak gözümde büyüyor, kocaman oluyor, aklıma büyüyünce ne olmak istediğimle alakalı hayaller geliyor. Sahi, ben ne olmak isterdim?

Hatırlamıyorum biliyor musun?

3 yaşındayken edebiyat öğretmeni demişim bir iki kez.

Ailem hukukçu olduğu için, bir kere bile hukukçu olmak istemedim.

Bir keresinde kendi kendime, "ben, abim olacağım." demiştim

Belki de laneti hala üzerimdedir.

Onun benim yaşımdaki halinin güncellenmiş versiyonu gibiyim.

Saçımı niye onun gibi kestirdim?

Niye onun dinlediği müzikleri dinliyorum?

Niye onun gibi giyiniyorum?

Ve evet, ben neden bahsediyorum?

Özledim seni.

Sana sarılsam ve hiç bırakmasam.

Belki biraz ağlarım.

Özledim işte. Yalnız kalmayı özlersin ya bazen.

(Bu kısımda sen bir şey söylüyorsun, bakmıyorum bile, bir iki kelime seçiyorum.)

Yok sadece üst üste 2 kelime yazmak, bazen içmekten daha zevkli.

Ve bazen bir kaç kelime, en sert içkiden bile daha baştan çıkarıcı.

"Hiçbir zaman senin kadar güzel bir sevgilim olmadı."

Dersem.

İnanır mısın?

Niye sona soru işareti koyarım ki?

Tabii ki inanmazsın.

Shift tuşuyla aramda bir münasebet varmış gibi.

Olur öyle.

Bilirsin ki, bazen en güçlü -en az benim kadar- sözcükleri yalnızlık yaratır.

Sonra bununla yetinmez en zayıflarını kullanarak, yine o yok eder.

Bazen coşuyorum.

Bazen duruyorum.

Misal, televizyonun karşısına oturuyorum.

Bugün olduğu gibi.

6 saat kadar futbol izliyorum. Gözümü bile kırpmıyorum.

Büyüleniyorum, en az senin karşında olduğum kadar.

İnanır mısın, kendi tuttuğum takımın maçında genelde çişimi de onunla birlikte tutuyorum.

Onu boşver de.

Sen ve ben, neden hiç biz olamadık ki?

Buna bir cevap vermeliyim.

Hayal et. Bir gitar olduğumuzu. Evrende sadece 5 tane tel var. Her telde ise sınırsız noktalar ve bunlara bağlı sınırsız sayıda ses tonları var. Her insan o noktalara hapsolmuş, tek tek. En kalınından, en incesine kadar. Orada, bir yerlerde sen ile ben de varız. Ama biz yokuz, hatırladın mı? Birimiz en yukarıdaki teldeyiz, birimiz en aşağıdaki. Bana bastırdıklarında en kalın sesi çıkarıyorum, sen ise en incesini. Birbirimize yaklaşmaya çalışıyoruz, bunu deniyoruz. Bunu yaparken öyle geriliyoruz ki, birbirimizi bulamayıp serbest kalınca kendimize gelemiyoruz; daha da uzaklaşıyoruz. Gittik, gitmeye devam ediyoruz. Bize bastırmaya devam ettikleri müddetçe eskiyoruz, yaşlanıyoruz. Peki ya sence sen ve ben, neden biz olamıyoruz? Neden bize aynı anda bastırmıyorlar, neden benimle aynı sesi çıkaramıyorsun, neden seninle aynı sesi çıkaramıyorum?

Şimdi anladım! Duymamamız için kör yaratıldık biz, görmememiz için sağır yaratıldığımız gibi."

bahar'ın yerinde olamamak.

Yeni birine kucak açarken bir öncekini unutmuştu. Başta kazandığını sanırken, sonunda iki kere kaybettiğinin farkına vardı. Terk edilmiş, yıkılmış ve yalnız bir adamdı artık ve her zamanki gibi ölmeyi arzuluyordu. Ama o gece de dileğini gerçekleştiremedi. Kendisine gereken tek bir tıraş bıçağıyken, o zor olanı seçti; yaşamak. Oysa hayata dair herhangi bir bağlılığı ya da inadı da yoktu, yalnızca ölemeyecek kadar korkaktı. Geçmişte kaybetmişti, yine kaybetti ve hep kaybedecekti. En önemlisi de bunun farkındaydı ve değiştirmek için hiçbir şey yapmıyordu. Sahi, ne yapabilirdi? Tüm sevdiklerince sevilmemekle cezalandırılmış bir adam olarak çürük geçmişinden kendisine nasıl bir gelecek kurabilirdi? Kuramazdı ve her ne hikmetse bunun da farkındaydı. Yapabileceği en makul şeyi yaptı ve sahip olduğunu sandığı tek şeyin, kendisinden gidişine sadece seyirci kalmakla yetindi. Sonra bir ellilik bira açtı ve televizyonunun karşısına geçip, sızana dek her ne bulduysa izledi.

vol 2.

Sevgili dostum,

Her şeye sahip olmaya çalışırken, aslında hiçbir şeye sahip olamayacağını bilmeyen bir insanın şuursuz idrakini yaşadığım uzun ve sancılı bir süreci geride bıraktım. Sanırım artık “mutluyum.” diyebiliyorum, inanarak ve hissederek. Bu güzel ve güzel olduğu kadar da özel bir duygu. Umarım sende her şey yerindedir, böyle olmasını arzuladığımı iyi biliyor olmalısın.

Güzel bir kadın var hayatımda. Aklımda. Kalbimde. Ya da her neye sahipsem orada. Ardı ardına gelen birçok kaybın ardından gelen teselli ödülü gibi geldiyse de başlarda, şu sıralar, aslında hiç kazanmadığım şeylerin hayatımdan çıkışını izlediğim bir dönemde hayatıma dahil olan, gerçek bir kazanım olduğunu düşünüyor ve hissedebiliyorum. Belki bundan da ötesidir, kim bilir?. Ama en azından bildiğim bir şey var ki, ikimizin de arzuladığı şey, kazanmaya ya da kaybetmeye ihtiyaç duymayacağımız, sahip olmadan ait olmayı dileyeceğimiz, belki şimdikinden çok daha sıradan ve ilkel, ama gerçek ve huzurlu bir dünya. Evet, bunu gerçekten arzuluyorum ve eminim ki bu ve benzeri bir şeye sen de ihtiyaç duyuyorsundur aylak filozof.

Bahsettiğin duruma gelirsek, yani sıkılmak; bazen güzel ve bazen gerçekten de “sıkıntılı” bir durum olabiliyor. Peki bu noktada sormam gereken soru tam olarak şu; kendisine dair sıkıntılarının çözümünü başkalarında arayan bir insanın sıkıntısı artar mı, yoksa azalır mı? Yani tartışmak istediğim şey daha genel bir tabirle, içsel sorunlara dışsal dokunuşların, bireyin hayatı ve kişiliğine yönelik getiri ve götürüleri.

Şimdilik böyle. En kısa demeyelim de, en uygun zamanda cevabını bekliyorum.

Sevgiyle.

dibinden çiçek açan hüzünlü kaktüs.

Her pişmanlığın yeni bir umudu ve her umudun da yeni bir pişmanlığı doğurduğu bir düş ülkesinde, henüz yerle buluşmadan eriyen bir kar tanesi düştü gökyüzünden. Adını koydum ama unuttum ve tadını alamadan kaybettim. Mevsimlerden kaktüs ve günlerden köpek kulağıydı. Saat biri birden geçiyor ve gün yerini bir öncekine bırakıyordu. Kirlenmemiş bir sayfanın içinde mürekkebi kurumuş bir dolma kalemin bıraktığı banal bir izin fahiş rahatsızlığı kemiriyordu içimi, burnuma babaannemin hiç yapmadığı etli sarmaların kokusu gelirken.

Gözlerimi ovuşturdum.
Karanlık.

Tanrım. Çok şey değil senden istediğim. Sadece tam ortasında “Thank you Mario! But our princess is in another castle yazan!” yazan otuz yedi ekran bir Telefunken. Ve mümkünse o ekranın karşısında dört yaşındaki bir çocuk olarak oturmak. Babasını dünyanın en süper adamı olarak gören bir çocuk olarak oturmak. Afrika'yı bilmeyen bir çocuk olarak oturmak. Barış Abi'nin çocuğu olarak oturmak. Zeki Müren'i ve rakı masalarını bilmeyen, hiç aşık olmamış ve kalbinin çarpmasına tek sebebi karşı komşusu Nesrin'in kardeşi Şeyma olan, Boliç ve Baliç'i kardeş sanıp, kanının kırmızı olduğunu bilerek son damlasına dek sarı lacivert akacağına inanan, hiç kan görmemiş ve mümkünse hiç görmeyecek olan bir çocuk gibi, ve yine mümkünse ölene dek, hiçbir şey yapmadan, öylece oturmak.

Biliyorum, dileğimi yerine getirmeyeceksin. Ama sen yine de bir düşün tanrım. Gerçekten çok şey istemiyorum senden.

Yalan söyledim.
Çok şey istiyorum senden orospu çocuğu.

Geçmişe bayram ziyareti

'Yukarı bak Selim, yukarı. Hakikati orada bulacaksın.'

Son sözleri böyleydi babasının. Yukarı bakmasını öğütlüyordu ona. Bu sözleri duyduğunda Selim sadece 9  yaşındaydı. Sözün içine hapsedilmiş anlamı bilmiyordu. Alegori denen, edebiyatın labirentlerde büyümüş
çocuğundan bihaberdi. Yıllarca, anlamını sorgulamadan, transa geçmiş insanlar gibi gökyüzüne baktı. Babasının bu sözüne saplanmasında beklide babasından hatıra bir eşya kalmamasının ve annesinin
umursamaz yapısının etkileri vardı.


Bildiğiniz gibi duygular her insanda somutlaşmak ister. Bu davranışlarıyla adeta virüs gibidirler ve bunu yapmanın bir yolunu da her daim bulurlar. Hediye, fedakarlık vs. Selim’in yıllarca gökyüzüne bakması da
bu tarz bir durumdan daha farklı bir şey değildi. Olumsuz olan taraf, bunu fark ettiğinde 21 yaşına gelmiş oluşuydu.  Gökyüzüne bakmayı Allah’a yakarış olarak düşünmüştü bir dönem ama değildi şüphesiz.
Astronomiyle ilgilenmek hiç değildi. Babası sıradan, kendi çapında bir memurdu. Yaşı ergenliği geçmesine rağmen hala sözün barındırdığı alegoriyi çözememişti. En sonunda babasının ölüm döşeğinde şuursuzca
sarf ettiği bir söz olduğunda karar kıldı. Belki doğruydu belki de yanlış. Üzerine daha fazla kafa yormanın anlamı var mıydı? Bu cevap, hayatının son anlamlandırma çabası oldu. Hayat, bu çocuğa daha fazla yaşam
şansı tanımamıştı. Sonu işlemek için henüz çok erken, bunu hepimiz biliyoruz ama biraz değinmeden olmaz. Yazın o güzel günlerinde, kalabalık caddelerde umursamazlığın soğukluğuyla üşüyerek ölmüştü
Selim.  Dışarıdan bakıldığında hayatı boş bir oda gibiydi. Ne kadar güzel şeyler söylense de, o söylenenlerde hep dört duvarın soğukluğunu hissediyordu sanki. İşte gerçek yalnızın tasviri, kimsenin görmediği ve
anlayamadığı  yalnızla ilgili anıların mitsel söylencesi. Eğer birileri gerçekten Selim’i anlasa, onu bilecek kadar ona yakın olabilse Selim gerçekten yalnız olabilir miydi? İnsan kendine kurduğu sahte depresif 
atmosferin içinde bunun mümkün olmasını diler, hani kendi de ‘yalnız’dır ya. Hayır. Kendimizi kandırmayalım. Kimse Selim’i anlayamadı, anlamak bir yana ona yaklaşamadı bile. Bir parçacık olsun ortaklık
kuramadı. Eğer bunları yapsaydı hayat temamızın konuşabilen konuşmazları, sokakta yürüyen tanımadığımız kadın ya da simitçi, ya da eğer bu yaşam denilen kısır döngünün ortaklaşmaya müsait karakterleri
biraz olsun anlasalardı Selim’i, o yalnız olmazdı. Yalnız, biz ona hiç ulaşamadığımız için yalnız.


Biz şimdi bunları söylüyoruz da, aynı anda Selim her zamanki monoton işinde çalışırken bunları mı düşünüyor?  Hiç sanmıyorum, muhtemelen zihninde bir denize giriyor o şuan, hafif hafif kıpırdanan, ılık bir
suya. Gökyüzünün karanlığını kendi bünyesinde manipüle etmiş bir deniz. Biz bize konuşurken zaman kavramında yaptığımız sıçramalar gibi o da zihninde bir geçmişe bir geleceğe gidip duruyor.


Vakit öldürmenin en fazla gelir getiren yolu bu muydu ki? Neyi ne için yapıyordu? Geçmişteki üniversite tercih sürecini hatırladı bir anda. Kendisini şuan yaptığı mesleğe çok özendirmişlerdi ve Selim’de o
konuşmaların, hengamelerin ortasında kendini yapmayı hayal ettiği işte bulur gibi olmuştu. Halbuki ona tavsiye verenler yaptıkları işleri sevmiyorlardı ki. Hatta hayatta pek bir şeyi sevdikleri de söylenemezdi.
Gözlerini hırs bürümüştü ve onlar sadece başarının kendisini seviyorlardı. Başarının kendisi sevildiği müddetçe yol önemsizleşiyordu. Şimdi anlıyordu Selim gerçekleri. Ha bir de ona, tercih ettiği mesleğin çok
para kazandıracağını ama kendine ait bir hayatının olmayacağını ve bu kadar çok arzuyla yaşanamayacağını söyleyenler vardı. Bu kişiler tam da ikiyüzlü, karaktersiz insan tanımına uyanlardandılar. Belki bir kaçı
hariç, ama çoğu yalan söylüyordu. İstemedikleri şey arzuları değildi, arzuları uğuruna uğraşırlarken yaşadıkları başarısızlıklardı. Arzuların sonunda başarısızlık elde etmeyecek olsalar hepside isteklerine koşa
koşa geri dönerlerdi. Buda samimiyeti ortadan kaldıran bir şey muhakkak. Selim’in ne iş yaptığını sorduğunuzu duyar gibi oluyorum. Önemli mi ki? Bahsetmeye gerek dahi duymuyorum.  Anı denizinde yüzüyor
hala o. İşini bir yandan yaparmış gibi gözükerek.  Biz yabancıların gözlemine aldırmadan, görünmezlik çabası gütmeden yaşıyordu hayatını her zaman ki gibi. Zaten anılarına yaptığımız gözlemlerden bihaberdi.
Doğanın bir parçası olmuştu, toprak ve börtü böcekle birlikte. Onu anlamayan insanlar bilinçsizce onu bir bütünün parçası yapmışlardı. Şimdiki halinden belki şikayetçi olmasa da, yaşamayı seviyordu.

kar tanesi.

Fili andıran kulakları ve ördeği andıran bacakları vardı. Güzel değildi, ama tatlı göründüğünü düşünürdü. Yanında güzel ve çekici, müşfik ama aynı zamanda bencil, zeki ve kendisinden büyük bir kadın vardı. Farklı dünyaların insanları olduklarını aslında her ikisi de biliyordu, ama çocuk, kadının dudağında kalan susam tanesini temizlerken bunun hiçbir önemi kalmıyordu. Çünkü onlar aynı dünyada simit yiyebiliyorlar ve ayrı yataklarda sevişebiliyorlardı.

edalar, sedalar.

On ikiden vurulmuş bir hedef, tutkulu bir aşk ya da hiç unutulamayacak bir hatıra değil aradığım. Anlatmak istiyorum. Kulağına dudaklarımı yanaştırıp, bir masal gibi anlatırmışçasına gerçeği, ya da gerçekten bir masal anlatırmışçasına. Sadece anlatmak bütün derdim ve anlatırken hissedebilmek, bedeninden ruhuma esen şeyi. Belki ılık bir meltem, belki şiddetli bir rüzgâr, belki de isimsiz bir kıyamet. Ama hissedebileceğim türden bir şey. Hissetmek istiyorum, anlıyor musun?

Hayır güzelim hayır, anladığını hiç sanmıyorum. Sen beni kazanmak istiyorsun, bense seni kaybetmemek. Bu doğru değil. Bu gerçekten doğru değil. Marakeş’e o kız çocuğuyla gitmemem ve hiç gidemeyecek olmam kadar da sarsıcı. Oysa bana gereken, oysa sana gereken, içinde kazanmak ya da kaybetmenin olmadığı ve hiç olmayacağı bir dünya, değil mi?

Buruk ve acısız bir sancı hissediyorum içimde. Derinde, hatta en derinlerde. Kaynağına ulaştığımda kaybolmaktan korkuyor, ama bir yandan da ısrarla ulaşmayı diliyorum. Kulağına eğilmek ve bir şeyler fısıldamak istiyorum yine, ama bir masal değil bu kez. Dilediğim şey, tek sırrımı, tek sırdaşıma teslim etmek ve beni öldürmesini beklemek. Ve bunu yaparken, tam olarak emin olmamakla birlikte, yine biz ona “belki” diyelim, bir masal olmayı dileyebilmeyi diliyorum. Senin beni yaktığın, benimse seni tutuşturduğum bir masal olmak ve hiç bitmemek. Gerekirse bunun için kendi nefesimi, anlatanın nefesine katabilir ve hatta ölmeyi bile göze alabilirim.

Ya da boş ver, yapamam.

üçüncü kişi.

Lekeli bir geçmiş ve silik bir geleceğin ortasında, gerçek olduğuna bile emin olamadığı bir anın içine sıkışmış ve kurtarılmayı bekleyen, yalnız bir kadın. Tek arzuladığı kimden geldiği önemsiz bir el. Elimi uzatıp, onu bulunduğum yere çekiyor ve eğilerek kulağına fısıldıyorum, “Cehennemime hoş geldin.”

Sıkıcı ve rahatsız edici bir sessizliğin ortasında karanlığın içinden karanlığıma çektiğim kadın ile birlikteyiz. Yalnızlığımızı paylaşıyoruz ve paylaştıkça da artıyor. Umutsuzca izliyor, çaresizce değişmesini bekliyoruz. Kimden geldiğini çok da önemsemediğimiz, sihirli bir dokunuş bize gereken, ama gelmiyor ve biliyoruz ki gelmeyecek. Çünkü tanrı ne öyle bir eli, ne de sahibini yarattı.

Tarifsiz bir acının içine sıkışmış ve sanki hep orada kalmış gibi hissediyoruz. Sancılı bir yok oluş süreci bu. Metaforlarla açılan bir kaçış kapısına götürüyorum elimi ve kilitli olduğunu fark ediyorum. Yüzümde kaybedişin getirdiği laçkalaşmış bir gülümseme, ama gerçek. Kadına bakıyor ve bana baktığını fark ediyorum. Benden farklı değil, inanın değil. Sanki dünyanın son gününde, hayatının ilk gününe başlayan talihsiz bir kadın o. Ruhunun en derinliklerine istemsizce ittiği masumiyeti bana sesleniyor; “Dokun bana.”

Yanına gidiyorum. Çıplaklaşıyoruz. Sevişiyoruz. Ruhumun bedeninden çıkıp, onun bedeninde eridiğini hissedebiliyorum. Ölümsüz hissediyorum. Hiç doğmamış gibi hissediyorum. Güçlü hissediyorum. Korkak ve muhtaç hissediyorum. Pişman hissediyorum. Karanlığı hissediyorum ve aynı zamanda aydınlığı. Hissedemediğim tek bir şey var, adına “ben” diyorum. Beynimin boşaltmak ve bir daha hiç toplamamak istiyorum, ama mümkün değil.

Bir oda. Ermenice bir şarkı çalıyor ve tüm odayı kaplamış hâlde. Anlamadığım sözcükler, ama anlamını hiçbir zaman unutamayacağım hisler var.

Bir koltuk. Duvarın önünde, dolabın yanında. Üzerinde iki ayak. Dizler. Bacaklar ve bacakların tam ortasında bir kafa. Önce kendisini emdiğini düşünüyorum, ama yaklaştıkça dudaklarından, fayansa doğru akan kanı fark ediyorum. Erkekliğini yok eden bir kafa bu. Belli ki kendisine ulaşmaya çalışıyor. Ona selam veriyorum ve odadan çıkıyorum.

O adam çıktığımı anlamıyor, çünkü ben kapılara ihtiyaç duymuyorum.